Nitelikli köşe yazılarında, akademik yayınlarda
kapitalizmin ulaştığı nokta sorgulanıyor. Toplumların farkındalığı yüksek
kesimleri kapitalizmin toplumsal faydalarını tartışıyor. Zira, küresel ölçekte önemli
sosyal sorunlar mevcut. Sorunların temelinde önemli ölçüde eşitsizlikler yatıyor.
Bu sorgulamalar ve tartışmalar ilk kez gerçekleşmiyor.
Eşitsizliklerin çok sayıda nedeni bulunuyor. Nedenler,
ekonominin, siyasetin ve artan oranda çevresel unsurların birbirleriyle karşılıklı
etkileşiminde ortaya çıkıyorlar.
Tarih, bir aynadır. Güncel gelişmelerin anlaşılmasına
katkı sunar. Kapitalizm, çok sayıda dönüm
noktasından geçti. Bugün de önemli bir dönüm noktasında. Bu defa,
250 yıllık bir geçmişin öğrettikleriyle.
İktisat yazınında “ana akım” olarak sınıflanan
yaklaşımların yerine yeni yaklaşımlar konmaya çalışılmasının temelinde
insanlığın sosyal sorunlarına çare arayışları yatıyor. Ana akım iktisadın ana
akım olarak nitelenmesinin nedeni, bu akıma ait bazı iktisadi okulların uzun
bir süreçte küresel ölçekte yaygın uygulama alanı bulmuş olması. Soğuk Savaş
sonrasında komünist rejimlerin yıkılmasıyla daha yaygınlaştı.
İktisadi düşüncede ana akımın karşısına konan
“heteredoks” yaklaşımların bir tane iktisadi okulu yok. Heterodoks kelimesi
Yunanca’ya ait. Heter, farklı, doxa ise fikir demek. Heterodoks, gelenekselden,
yaygın olarak kabul edilenden ayrılan “farklı fikir” demek. Ortodoks/heterodoks
ayrımı sadece iktisatta yok. Tüm bilimlerde geleneksel yaklaşımların karşısında
duran farklı fikirler aynı nitelemelerle sınıflandırılabiliyor.
Heterodoks yaklaşımların içinde örneğin Marksist
öğreti de var. Komünist Manifesto 1848’de basıldı. Heterodoks olarak nitelenen
feminist iktisat, çevre iktisadı, post-Keynesyen iktisat, v.s. iktisadi okullar
da 2020’lerde ortaya çıkmadı. Bu farklı iktisadi okulların odaklarına aldıkları
konu başlıkları o kadar farklı ki, bire bir karşılaştırma yapma olanağı
hepsinde mümkün olamıyor.
Tarihe gidelim. Kapitalizmin bugünkü krizine
tarihteki gelişmelerden bakmaya çalışalım.
Sanayi devrimleri 1750’lerde başladı. Bugün,
dördüncüsünün içinde bulunmaktayız. İktisat, insan var olduğu sürece vardı.
Ancak, bilimsel iktisat Adam Smith’in 1776’da yayınladığı Ulusların Zenginliği
adlı eser ile başladı. 1750’lerde başlayan ilk sanayi devriminin hemen
sonrasında gelişen kapitalizm işçi sınıfına zarar verdi. Süreç, Marx’ı yarattı.
1870-1920 arasında, neoklasik
olarak adlandırılan bir başka okul yaşadı. Adam Smith ile başlayan klasik
iktisat geleneğinin serbest piyasaya bağlılık açısından bir devamı
niteliğindeydi. Neoklasik
iktisat, iktisadın bilimsel niteliklerini geliştirdi. Bu gelişim
sürecinde Newton’dan, Darwin’den etkileniyor ve bilimin “metot” temellerini
kendisi için oluşturmaya başlıyordu. İktisadı yaratanların çoğu biyolog,
matematikçi, meteorolojist, v.s. idi.
Doğa bilimlerinde de değişiklikler olmaktaydı. “Doğa
felsefecileri” olarak adlandırılanlar, 1833’te William Whewell
tarafından ilk kez bilim
insanı olarak adlandırılıyordu.
Neoklasik
iktisadın geliştiği yıllarda nasıl
bir dünya vardı?
Endüstrileşme ile beraber geniş bir coğrafyaya
yayılan sektörler oluşmaktaydı. Yani, küreselleşme yaşanıyordu.
Küreselleşme ile uluslararası ticarete katılan
ülke sayısı artıyordu. İngiltere, yegane endüstrileşmiş ülke olma özelliğini kaybediyordu.
1913’e gelindiğinde, dünya ticaretinde ABD’nin %46, Almanya’nın %23.5,
İngiltere’nin %19.5 ve Fransa’nın %11 payı bulunmaktaydı. İngiltere, uluslararası
ticaretteki kaybını ticaretin finansmanı ve lojistiğinde hizmetler sunarak
kapatmaya çalışıyordu.
Teknolojide büyük adımlar atılıyordu. Telefon,
telgraf, fonograf, sinema dönemin buluşlarıydı. Otomotiv, havacılık ve ilaç
sektörlerinde önemli buluşlar vardı. 1899’da aspirin, 1908’de elektrik
süpürgesi bulunuyordu. İkinci sanayi devrimi, birincide bulunanları
geliştiriyordu ama önemli bir farkla. İmalat sektörlerinde seri üretim
başlıyordu.
Seri üretim, üretim organizasyonlarında değişimi
ve yeni yaklaşımları tetikliyordu. İşletme yönetiminde bilimsel yöntemlerin
kullanımı başlıyordu.
Endüstrileşme ve seri imalat ile gelir
artırıyor, şehirleşmeye ivme kazanıyor, nüfus artıyordu. Tüketim mallarının
miktar ve kalitesi değişiyordu. Örneğin, Sir Thomas Lipton’un mağazalarında
belli ölçeklerde çay satışı başlıyor ve mağaza sayısı 1899’da 500’e ulaşıyordu.
Tarım ve sanayiden sonra hizmet sektöründe de
büyük bir dönüşüm yaşandı. Beyaz yakalı çalışan sınıfı oluştu ve büyüdü.
Devletin ekonomi politikalarındaki ağırlığı artmaktaydı.
Adam Smith ile başlayan serbest piyasa anlayışı 1870’lerden itibaren kapitalizmin
sorgulanmasını beraberinde getirdi. 1860’dan itibaren İngiltere’de işçi
birliklerinin örgütlenmesi yasaklandı ve ücret artışları baskılandı. İşgücü
piyasası serbest piyasa koşullarında çalışmıyordu.
1870-1914 arasında emperyalist bir genişleme gerçekleşti.
Bu nedenle, serbest piyasa ekonomisinin emperyalist bir teori olduğu da o
yıllarda düşünülmektedir.
Neoklasikler de serbest ticaret yanlısıdır. İngiltere, endüstrileşme sürecinde
sömürgeleri üzerinden düşük maliyetli kaynak yaratmaktadır.
19. yüzyılın sonlarındaki gelişmeler yaşanırken
krizler
de vuku bulmaktaydı. Ardından, iki dünya savaşı ve büyük bir buhran
geldi. Buhran, Keynesyen
iktisadı yarattı. Keynesyen iktisat da ana akımın bir parçası olarak
sınıflandı. Ancak, örneğin 1898-1983 arasında yaşayan Piero
Sraffa’nın neoklasik iktisat eleştirisi heterodoks iktisadın bir
parçası oldu. Rudolf
Hilferding, 1919’da Finans
Kapital’i yayınladı ve kapitalizmi sorgulayarak sermayenin tekelci
olduğunu ileri sürdü.
Yukarıda anlatılan tarihsel gelişmelere benzer
nitelikli gelişmeler 1980’lerden sonra da ortaya çıktı. Krizler, bölgesel savaşlar
yaşandı ve Soğuk Savaş dönemine dönüş gerçekleşti. Hatta, Rusya-Ukrayna savaşı
üzerinden olasılığı hesaplanan bir 3. Dünya Savaşı tartışılır oldu.
Son 40 yılın gelişmelerine benzer nitelikteki
gelişmeler 1870’lerden itibaren görülüyorken insanlığın kapitalizm ile
tecrübesi yaklaşık 120 yıllıktı. Şimdi, yaklaşık 250 yıllık.
Kapitalizm, siyasi ortam istikrarlıyken,
serbest hareket edeceği alanlar bulduğunda ilerliyor. Siyasetin demokratik
nitelikleri arttıkça,
düzenden daha fazla besleniyor.
Kendisi siyasi istikrara ya da demokrasiye katkı sunuyor
mu? 19. yüzyılın sonlarındaki gelişmelerden sonra ortaya çıkan
savaşlar ve krizler 1980’lerin sonrasındaki gelişmelerle de ortaya çıkmadı mı?
İnsanlığın kapitalizmle tecrübesi henüz 120
yıllık iken, daha 20.
yüzyılın başlarında basına yansıyan çevre sorunlarına ilişkin endişeler
bugün artık insan türünün sonunun dahi gelebileceğine dair makalelerin
yazılmasına neden olmuyor mu? Kapitalizm yıkıldıkça buluşlarla ve teknolojik
gelişmelerle kendisini yeniden yaratırken
yarattığı eşitsizlikler yanlış uygulanmasından mı, Hilferding’in iddia ettiği
gibi tekelci doğasından mı kaynaklanıyor? 1980’lerden sonraki gelişmelerle
teknoloji ilerlerken sermayede tekelleşme
eğilimleri gözlemlenmedi mi?
Kapitalizmin krizini analiz ederken, sosyalist
ve komünist rejimlerin demokrasiden uzak ve verimsiz düzenler yarattıklarını da
tarihi tecrübeler çerçevesinde hatırlamak gerekiyor. Üretim faktörlerinin
yönetimi devletin elindeyken, bu gücü demokratik olmayan yöntemlerle kullanan yönetici
sınıfların oluştuğu tespitini analize dahil etmek objektif olmak
için önemli.
Sorunlar hiçbir sistemle çözülemiyorsa, sorun
insanın tabiatında demektir. Orada da bir başka pencere açılıyor: davranışsal
iktisadın penceresinden politik iktisat. Eskisiyle ve yenisiyle.
Kapitalist sistemi eşitlikçi yönde regüle
mi etmek, yoksa sistem değişikliğine mi gitmek gerekiyor? Bu soru da
yeni değil ama insanlığın üzerinde mutabık olduğu ortak bir cevap henüz yok. Buradan
ahlak felsefesine çıkılıyor. Davranışsal iktisat ve ahlak felsefesi bu noktadan
itibaren beraber yürüyor. Burası düzelmedikçe hiçbir sistemin insanlığın lehine
çalışması mümkün değil. Kapitalizmin, komünizmin, sosyalizmin, sosyal
demokrasinin insan doğası çerçevesinde insanlığa eşitlikçi fayda sunabilmesi
bugüne kadar belirli dönemlerde kısmen mümkün olabildi.
İnsanlık, ideal olan ekonomik ve siyasi düzen
noktasını tarihten gelen derslerle sorgulayarak ararken çevreyle ilgili
sorunlar o noktaya ulaşmaya izin vermeyecek. Çevre sorunları, artık kaçınılmaz
bir sistem değişikliğinin nedeni olabilecek kadar önemli bir yerde duruyor. Kaçınılmaz
sistem değişiklikleri gerçekleşirse, belki daha eşitlikçi ama aynı zamanda daha
da gerilemiş demokrasiler var olacak.
Hangi sistem var olursa olsun demokratik,
katılımcı ve eşitlikçi prensiplerle çapraz denetim mekanizmalarının tesis
edildiği kurumların varlığı bir zorunluluk. Burası da kurumsal iktisada yol
veriyor.
Not: Bu yazı, 06.10.2022 tarihinde yazılmış ve daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder