Ana içeriğe atla

Yanlış Bir Toplumsal Algı: Ekonomik Sorunların Çözümü Merkez Bankalarındadır!

Dünyanın ilk merkez bankası İsveç’te 1668’de kurulan Riksbank’tır. İkinci merkez bankası İngiltere’ye aittir ve 1694’te kurulmuştur. Fed’in kuruluş yılı 1913’tür.

Merkez bankalarının temel görevi parasal istikrarı tesis etmektir. Bu amaçla, para politikası araçlarını kullanarak para ve kredi arzını yönetirler. Merkez bankacılığının tarihsel gelişim sürecinde parasal istikrarın sağlanması, para miktarının altın miktarı ile sınırlandırılması yoluyla mümkün olmuştur. Altın standardının geçerli olduğu dönemlerde milli paranın karşılığı altındı. Merkez bankalarının rezervlerinde bulundurdukları altın miktarı para ve kredi arzının belirleyicisiydi.

Merkez bankaları ilk kurulduklarında özel ve bağımsızdılar. Tüzüklerini belirleyen hükümetler idi. Ancak, politikalarını ve politika araçlarını bağımsız olarak belirliyorlardı.

Altın standardı düzeni 1930’larda, 1929’da patlak veren Büyük Depresyon’un etkisiyle çöktü. Merkez bankaları hükümetlerin kontrolünde faaliyetlerini sürdürdüler. Fed’in Amerikan Hazinesi’nden belirli bir ölçüde yeniden bağımsız hale gelmesi 1951’de mümkün oldu. 1960’larda ve 1970’lerde yükselen enflasyon nedeniyle merkez bankaları yeniden bağımsız konuma geldiler. Zira, enflasyonla baş edebilmek için para politikası gibi teknik bir konunun hükümetlerden bağımsız olarak yönetilmesi gerekliliği doğdu.

Merkez bankalarının bağımsızlığı kavramı, bir politika ve araç bağımsızlığı kavramıdır. Ancak, temel görevleri olan parasal istikrarı sağlamak ile ilgili hesap vermek zorundadırlar. Parasal istikrarı sağlayamamalarının kendi politikaları dışında nedenleri oluştuğunda, bunları açıklamak zorundadırlar.

Merkez bankası bağımsızlığı, bir kurumun mutlak bağımsızlığı değildir. Hükümetlerin büyümeyi öncelikli kılarak genişleyici maliye politikaları ile enflasyonist etkiler yaratmaları halinde, merkez bankalarının parasal istikrarı sağlayacak para politikası uygulamaları mümkün olmalıdır. Zira, yükselen enflasyonun ilerleyen dönemlerde büyümenin önünü kesen ve hem parasal, hem de finansal istikrarsızlık yaratan sonuçları kaçınılmazdır. Diğer yandan, para ve maliye politikalarının uyumu da önemlidir.

Merkez bankalarının bağımsızlığı kavramı özellikle krizlerin yarattığı koşullar nedeniyle sıkça tartışılmaktadır. Hükümetler, merkez bankalarının bağımsızlığını politik amaçlarla kısıtlamaya ya da yok etmeye yönelik girişimlerde bulunabilmektedirler. Merkez bankalarının bağımsızlığını adalet bakanlıklarının varlığında yargı bağımsızlığı kavramının gerekliliğine benzetmek mümkündür.

Ekonomi, insanın ekonomik faaliyetler içindeki davranışlarını inceler. Ekonomik faaliyet içindeki insan, bireysel olarak ve yarattığı kurumlarla durağan değil, dinamiktir. Zaman içinde, üretim, tüketim, tasarruf eğilimleri ve yöntemleri değişir. Merkez bankaları bu değişimler karşısında temel görevleri olan parasal istikrarı sağlamaya ek olarak başka görevlerin de parçası haline getirilebilmektedirler. Ancak! Bu farklılaşan görevler merkez bankalarının temel misyonlarına ne kadar uygundur?

1980’lerle beraber küreselleşmenin öne çıkan yüzlerinden biri finansallaşma oldu. Finansallaşma, finansal kesimin ekonomideki etkisinin ve öneminin reel kesime göre artmasıdır. Diğer bir ifadeyle, üretilen gelirin ağırlığının reel kesimden finansal kesime kaymasıdır. Süreç, gelir eşitsizliği ve ücretlerin durağanlaşması sonucunu beraberinde getirir.

Finansallaşma, merkez bankalarının ekonomilerdeki rolünü artırdı. Zira, para politikası finans piyasaları üzerinden çalışan bir mekanizmadır. 2008’deki Büyük Resesyon, finansal kesim kaynaklı bir krizdi. Dünya, 2008’e ulaşılırken finansallaşmayı ve yarattığı olumsuzlukları tartışmaktaydı. Özellikle gelir eşitsizliğini.

Krizler, merkez bankalarının parasal istikrar sağlamakla ilgili rollerine bir ilave getirdi: finansal istikrarın sağlanması. Merkez bankalarının finansal istikrarla ilgili gelişen rolleri 2008 ile başlamadı ama 2008, bu amaçlı yöntemlerin geliştirilmesine neden oldu. Niceliksel genişleme (quantitative easing) ve sözle yönlendirme (forward guidance) 2008 sonrasındaki merkez bankacılığının baskın yöntemleri oldu.

Büyük Resesyon, finansal istikrarı tesis etmek için merkez bankalarının son kredi verme merci (lender-of-last-resort), yani kurtarıcı olma özelliklerini çok güçlü kullanmalarına neden oldu. Kovid-19 krizi, bu yönde yeni bir güçlü dalgayı gerekli kıldı. Ancak, finans piyasalarında ahlaki bir tehlike (moral hazard) yaratıldı. Finans piyasaları, her kriz koşulunda merkez bankalarının kurtarıcı olarak piyasaya müdahale edeceklerini düşünerek risk almaktan kaçınmaz hale geldiler.

Merkez bankaları, kriz dönemlerinde piyasaya likidite sağlamak için kamu borçlanma araçlarını piyasadan satın alarak piyasaya para enjekte ediyorlar. Niceliksel genişleme böyle gerçekleşiyor. 2008 ve Kovid-19 döneminde bu yolla piyasaya büyük miktarlarda para enjekte edildi. Bugün, Japonya Merkez Bankası kamu borcunun %44’ünü, Fed %40’ını, İngiltere Merkez Bankası %30’unu, Avrupa Merkez Bankası ise Hollanda’nın, Finlandiya’nın ve Almanya’nın kamu borcunun %40’ını finanse ediyor.

Merkez bankaları, kriz zamanlarında kurallar gevşetilerek özel sektörün borçlanma senetlerini de yasal izinlerin açtığı yollarla almak zorunda kaldılar. Bu da ahlaki tehlikenin önünü açan bir başka gelişme oldu.

Oy kaygısıyla büyümeyi enflasyonun önüne koyduğu için maliye politikasını genişleyici yönde kullanarak kamu açığı yaratan bir hükümetin merkez bankasının bağımsız olmadığı ortamda nelere yol açabileceğini düşünmek istemeyiz. Neden?

Kamu açığı yaratmak, kamu harcamalarını artırmak ve/veya vergi gelirlerini düşük tutmak anlamına geliyor. Kamu açığı enflasyonist etkiler yaratıyor. Kamu açığını bağımsızlığı olmayan bir merkez bankasına hükümet tarafından zorla finanse ettirmek, merkez bankasının da kamu borçlanma senetlerini satın alıp piyasaya para enjekte etmesi anlamına geliyor. Bu, hem maliye politikası, hem de para politikası enflasyon üretecek şekilde kullanılıyor demektir. IMF tarafından yapılan bir çalışma, yüksek kamu borçluluğunun var olduğu ve merkez bankasının bağımsız olmadığı koşullarda fiyat artışlarının önemli boyuta ulaştığını anlatıyor.

Merkez bankalarının böylesine finansallaşmış bir dünyada rollerinin genişlemiş olması bir noktaya kadar anlaşılabilir. Ancak son yıllarda, neredeyse her ekonomik sorunun çözümünün kendilerinden beklenmesi gerektiği gibi bir toplumsal algı oluştu. Siyasetçiler de siyaset yapmaktan gelen motivasyonları ile sorunların çözümünde merkez bankalarını işaret ettiler. ABD’de, Demokrat Parti senatörü Elizabeth Warren siyahlar ve beyazlar arasındaki gelir eşitsizliğinin çözümünde dahi Fed’i adres olarak gösterebildi.

Gelir eşitsizliğinin ötesinde merkez bankalarının iklim değişikliğine karşı önlemler kapsamındaki rolleri de tartışılmaktadır. Para politikasının iklim değişikliğine özellikle sebep olan sektörlere yönelik dezavantaj yaratacak niteliklerle kullanılması düşünülmektedir. Bu, merkez bankacılığının piyasa tarafsızlığı prensibine aykırıdır.

Merkez bankalarının parasal istikrar ve finansal istikrar sağlamak dışındaki rollerine günümüz dünyasında eklenebilecek tek rol dijital para birimlerinin yaratılması olmalıdır. Merkez bankalarının gelir adaletsizliğine, küresel iklim değişikliğine ve başkaca sosyal sorunlara çözüm sunabilmeleri mümkün değildir. Merkez bankalarının bu konularda çözüm sunmalarını talep etmek yönündeki girişimler bağımsızlıklarını gölgeleyeceği gibi çözüm de sunamaz. Merkez bankalarının temel misyonu parasal istikrarı tesis etmektir. Merkez bankaları, parasal istikrarı tesis ederken istihdam, büyüme, ücretler, sanayi üretimi, v.b. çok sayıda ekonomik unsuru dolaylı olarak etkilerler.

Finansallaşma, aynı zamanda ekonomilerin istikrarlı çalışmasını sağlayabilecek yasal önlemlerin yok edilmesi süreciydi. Ekonomik ve finansal istikrarsızlıkların kök nedenine inmeden merkez bankaları üzerinden sorun çözmeye çalışmak vakit kaybıdır. Bugünün küresel ekonomik sorunlarının nedeni merkez bankaları değildi. Ancak, merkez bankalarına çözüm için asli işlevleri olmayan sorumluluklar yüklenmeye çalışılıyor.

Not: Bu yazı, 23.06.2022 tarihinde yazılmış ve daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo