Ana içeriğe atla

Kapitalizmin Dönüm Noktaları

Kapitalizm, dönüm noktası olarak nitelenebilecek gelişmelerin etkileriyle değişiyor. 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna yaklaşılırken, başkalaşan bir kapitalist süreçle karşı karşıya dünya.

1929’un Büyük Depresyon günlerine kadar genel kabul görmüş “bırakınız yapsınlar” tarzı kapitalizm Büyük Depresyon’un beraberinde getirdiği büyük bir işsizlik sorununa çözüm getiremedi. 2. Dünya Savaşı’nın bittiği 1945’te İngiltere başbakanı olan Clement Attlee’nin Keynes’in düşüncelerine dayalı ekonomi modeli ile hem uygulamada, hem de teoride çığır açıldı. Keynes, İngiltere’nin ekonomi politikalarına yön verirken, fikirleriyle dünyaya da bir pencere açıyordu.

1945 sonrasının dünyası 1971’e kadar devam etti. 2. Dünya Savaşı sonrasının belirleyici unsuru olan Bretton Woods sistemini ABD başkanı Nixon sona erdirdi. 1973’te bir petrol krizi yaşandı ve petrol fiyatları yaklaşık olarak üçe katlandı. Ardından, durgunluk ve enflasyon yaşandı. Keynes’in devrim niteliğindeki fikirleri ve önerilerinin sonu gelmişti. Kapitalizm, bir başka dönüm noktasındaydı.

1980’lerde, deregülasyon, serbest piyasa ve özelleştirme ekonomi politikaları anlayışının ana başlıkları oldu. Küreselleşme, dönemin hakim kavramıydı. Soğuk Savaş sonrasında dış dünyaya açılan ülkeler özel sektörü yaratıyor, uluslararası ticarete başlıyor ve gelirlerini artırıyordu. 2008’in Büyük Resesyon’una kadar devam eden sürecin sonrasında verim ve gelir artışının durduğu, gelir eşitsizliğinin ana gündem konusu olduğu ve iklim krizinin kapitalizmin işleyiş şeklini sorgulattığı bir dönem başladı.

2008 sonrasındaki dönem, maliye politikalarını değil, para politikalarını öne çıkardı. Zira, eskiye göre çok “finansallaşmış” bir dünya yaratılmıştı. Merkez bankaları, ekonomilerin yönetiminde başrole yerleşti. Küreselleşmenin etkisiyle sermaye uluslararası düzeyde artık serbestçe dolaşabiliyordu. 2008 sonrasında, verimi düşmüş kapitalist ekonomileri ayakta tutmanın yolu olarak sıfır faiz politikası ve parasal genişleme görüldü. Bu yöntemler, çözülmesi geleceğe bırakılan sorunlar üretmekteydi.

Kapitalizm, hemen hemen son 150 yılda yaşadığı dönüm noktalarının ardından Kovid-19 öncesine finansal açıdan istikrarsız, çevre ile ilgili sürdürülemez, politika ile ilgili ise itibarsızlaşmış bir ortamda giriyordu. Diğer yandan, teknoloji firmalarının piyasa egemenliğinin arttığı ve oligopol ve hatta tekelleşme eğilimlerinin güçlendiği bir süreç çalışıyordu.

Olumsuzluk sergileyen ekonomik gelişmelerle beraber demokrasilerin art arda hasar aldığı bir süreç de çalışmaktaydı. Politikada yükselen popülizm, politikanın popülerliğinin düşmesine neden oluyordu. Uluslararası ilişkilerde ve bazı ülkelerin iç siyasetinde ve sosyal yaşamında kutuplaşmaların kendini gösterdiği bir dünya giderek ağırlığını hissettiriyordu. Dünya genelinde seçmenlerin siyasi tercihleri siyaseti demokrasiden uzaklaşmaya zorlayan özelliklerini artırıyordu. Hem siyaset, hem de seçmen demokrasiden uzaklaşmaktaydı. Bu gelişmenin altında yatan çok önemli bir faktör ekonomide yaşanan olumsuz gelişmelerdi. Yaratılan gelir eşit paylaşılmıyor ve işgücü sermaye karşısında zayıflıyordu.

Kovid-19 kriziyle beraber, faydaları sorgulanmakta olan kapitalizmle ilgili yeni bir tanımlama ihtiyacı yoğunlaştı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ise, Rusya-Çin yakınlaşmasının uluslararası ilişkiler boyutu dışında, dünya ekonomisinin nereye evrilebileceğine dair görüşlerin yeniden değerlendirilmesini gerekli kılıyor.

Kovid-19 krizi boyunca sıkça tartışılan konu başlığı inovasyon oldu. Kovid-19, ekonomik yıkım yaratmıştı. Bu yıkımdan çıkış, iktisatçı Schumpeter’in anlattığı gibi bir “yaratıcı yıkım” ile mümkün olabilecek miydi? İnovasyon vardı ve hatta Kovid-19 ile hızlanıyordu ama beklendiği gibi bir verimlilik artışı sağlamadığı da tespit ediliyordu.

Robert J. Gordon’a göre, 1870-1970 arasında ekonomik büyümeye büyük destek beş büyük alandaki buluşlarla gerçekleşti: elektrik, sağlıklı kent yaşamını mümkün kılan altyapı, kimya ve ilaç, içten yanmalı motor, modern iletişim. Buluşların temelleri 19. yüzyılın sonlarına dayanıyor. Buluşların gelişmesi ile büyüme üzerindeki olumlu etkilerin zirveye çıktığı dönem 1920-1970 arasına işaret ediyor.

Robert J. Gordon’un tespitlerine katılıp katılmamak ayrı ama yaklaşık 150 yıllık bir inovasyon ve büyüme ilişkisi perspektifi sunuyor olması dikkate değer. 1870 sonrası buluşlarla 2000’lerin biraz öncesinde başlayıp bugünlere gelen buluşlar arasında verimlilik yaratmak adına büyük bir fark olduğu görülüyor. Üretim ve tüketim ilişkilerinde ve çalışma koşullarının değişiminde verim artırıcı doğrudan etkilerin 1870’lerle başlayan dönemde daha üstün olduğu tespit edilebiliyor.

Buluşların firmalar düzeyinde başını çekmiş önemli kuruluşlarının yer aldığı Dow Jones Industrial Average içinde listelenmiş ilk 30 firmaya bakacak olursak, 1928 listesinde yer alan hiçbir firma bugün bu listede yer almıyor. Kapitalizmin dönüm noktaları büyük değişimler yaratıyor.

Bugünün kapitalizminde, giderek büyüyen şehir yaşamları ile kırsal kesim arasında kopan yaşamlar var. Eğitimli olanlar ve olmayanlar arasında üretim ilişkilerinde kopuşlar var. Ülkeler düzeyinde, yüksek ve orta gelirlilerin yer aldığı bir taraf ile kırılganlıkları artan ülkeler arasında yaşanan kopuşlar var. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin politika alternatifsizlikleri, çaresizlikleri ve politika belirlemede gelişmişlere bağımlılıkları söz konusu. Küreselleşme ile yakalanan yakınlaşma, bugün kopuşların yaşandığı bir noktaya evriliyor. Bu noktadaki kopuş, kapitalist düzenin kendi içindeki teknik ve sosyal bir dönüşüme işaret ediyor. Bir de ülkeler arası ideolojik ve rejim eksenli kopuşlar var.

Çeşitli kriterlere göre, daha demokratik, daha az demokratik, totaliter, v.b. nitelemelere tabi tutulan ülkeler arasında ekonomiye yaklaşım farklılıkları belirginleşti. Küreselleşmenin yoğun olarak yaşandığı 1990’larda ve 2000’lerde bugünün yaklaşım farklılıkları hissedilmiyordu. Küreselleşme, farklı boyutta da olsa tabanı geniş bir fayda sağlıyordu. Marjinal etkiler çok güçlüydü. Farklılıkları ortaya çıkarmak için henüz erkendi. Ancak, ülkeler arasında ve ayrı ayrı toplumların kendi içlerinde eşitsizliklerin özellikle 2008 krizi sonrasında artan oranda hissedilmesi kapitalizmin bir başka dönüm noktasına ulaşmasına zemin hazırladı.

Geleneksel olarak kapitalizmle yaşamış ülkelerle rejim değiştirmiş ülkeler arasında Soğuk Savaş döneminin ortaya koyduğu derin ideolojik farklılıklar olmasa da, küreselleşme döneminin getirdiği yakınlaşmadan kopuş var. Rejim değiştirmiş ülkeler bugün, ekonomik açıdan güçlenmiş olarak kopuşun bir tarafında yer alıyorlar. Bu noktada ekonomi, uluslararası ilişkiler ile iç içe geçiyor.

Kapitalizm bir dönüm noktasından geçerken ve özellikle adaletini sorgulatırken, dört konu özellikle önemli bir zorunluluk boyutu kazanıyor. Teknoloji firmalarının yarattığı sosyal değişimlerin sürekli mercek altında tutulması zorunluluğu, teknolojinin yarattığı ve yaratabileceği dengesizlikler nedeniyle istihdam piyasasının sürekli düzenlemeye tabi tutulması zorunluluğu, finans piyasalarının istikrarsızlık yaratma potansiyelinin ele alınması zorunluluğu, çevre ile ilgili ağır sorunların çözülmeye başlaması zorunluluğu.

Kapitalizm, yarattığı bu sorunları yaratıcı tarafını kullanarak çözebilecek mi, yoksa tıkanma yaşayarak yıkılma yönünde mi ilerleyecek? Bu soruya yıllar boyu cevap aramaya devam edeceğiz. Bu çevre felaketi ile, bu kadar yüksek nüfus ile ve aynı zamanda insan faktörünü giderek kendi çarklarının dışına atma arzusunda olan bir kapitalizm ile tıkanma sürecinin tahmin edemediğim bir süre daha devam edeceğini öngörüyorum. Kovid-19 krizi günlerinde Büyük Sıfırlama kavramından sıkça söz edilmesinin bir anlamı vardı.

Not: Bu yazı, 24.03.2022 tarihinde yazılmış ve daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo