Ana içeriğe atla

Enflasyon: Vatandaşların Servetinin Önemli Bir Kısmına Gizlice ve Gözetilmeksizin El Konması

“Lenin’in kapitalist sistemi yıkmanın en iyi yolunun para birimini bozmaktan geçtiğini ileri sürdüğü söylenir. Hükümetler, süreklilik arz eden bir enflasyon süreciyle vatandaşlarının servetinin önemli bir kısmına gizlice ve gözetilmeksizin el koyabilirler. Bu yöntemle, sadece el koymakla kalmıyorlar, keyfi olarak da el koyuyorlar ve süreç çok kişiyi yoksullaştırırken bazılarını zenginleştiriyor.”

Yukarıdaki cümleler, John Maynard Keynes’e ait. Keynes, 1. Dünya Savaşı sonrasında Paris Barış Konferansı’na (1919) katılmıştır. Versay Antlaşması (1919) koşullarını Barışın Ekonomik Sonuçları (The Economic Consequences of the Peace) adlı eserinde ele almıştır. Yukarıdaki cümleler, bu eserden alıntıdır.

Türkiye ekonomisi ile ilgili politika nitelikli yazı yazma olanağı kalmadı. Bir önceki yazımda belirttiğim üzere, enflasyonun kontrol altına alınması için bir ümit ışığının belirmesi dahi ancak seçimle mümkün.

TÜİK verilerine göre, Ağustos 2021’de %19.25 olan tüketici enflasyonu Eylül 2021’de başlayan politika faizi indirimleriyle Temmuz 2022 itibarıyla %79.6’ya ulaştı.

Parasal istikrarı sağlamakla yükümlü Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) para politikasını kullanmayarak, Keynes’in Lenin’den alıntıladığı ifadeyle Türk Lirası’nı “bozdu.” Ağustos 2021 sonunda 8.32 olan Dolar/TL kuru bugünlerde 18.00’e yakın düzeylerde seyrediyor.

Enflasyon, Haziran 2021’den bu yana kesintisiz olarak yükseliyor. Keynes’in “süreklilik” olarak ifade ettiği bir enflasyon süreci yaşanıyor. Dolayısıyla, vatandaşların servetinin önemli bir kısmına süreklilik arz eden bir enflasyon süreciyle el konuluyor. Ancak bu, Türkiye örneğinde Keynes’in ifade ettiği gibi gizlice ve gözetilmeksizin olmuyor.

Geçtiğimiz günlerde TCMB başkanının İstanbul Sanayi Odası (İSO) ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) yöneticileriyle toplantıları oldu. İş dünyası, krediye ulaşamamaktan ve faizlerin yüksekliğinden şikayet etti. Para politikasının öngörülebilirlik sunması gerektiği belirtildi. Ancak!

Türkiye’de, 2022’nin başından bu yana tarihi nitelikli bir kredi genişlemesi yaşandı. Bunun enflasyonu sert şekilde yükselteceği belliyken iş dünyası hiç sesini çıkarmadı. Politika faizi indirilirken ve enflasyon gümbür gümbür gelirken de sesi çıkmamıştı. Enflasyon yükselirken şişen cirolara karşın düşük faizle yaratılan büyük karlar söz konusu idi.

TÜİK enflasyonunun %79.6 olduğu koşullarda faizlerin yükselmesine rağmen hala %30-50 faiz aralığında kredi kullanmak mümkün iken, iş dünyası hangi faiz yüksekliğinden şikayet etmektedir? Faizin düşüklüğünün ya da yüksekliğinin kriteri enflasyon oranıdır. Enflasyonu kontrol altına alacak faiz oranı, en az enflasyon oranı kadardır.

Hükümet, kredi genişlemesinin enflasyonist sonuçlarını gördü. Bu nedenle, kredi genişlemesinde frene basmak için Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurumu’nu (BDDK) devreye soktu. Son haftalardaki düzenlemelerle piyasadaki kredi faizleri yükselmeye başladı. Bu nedenle, parasal istikrar sağlama görevini yerine getirmeyen bir merkez bankasının iş dünyası ile görüşmesi anlamlı değildi. Masadaki muhataplar yanlıştı.

Enflasyon, iş dünyasının derdi değil. Yüksek enflasyonun sermayenin nasıl işine geldiğini Türkiye 1980’lerden ve 1990’lardan çok iyi biliyor. Mevcut hükümeti 2002’de iktidara getiren de aynı sermaye.

Faizi düşürdüğünü iddia eden bir ekonomi yönetimi altında yükselen piyasa faizleri! Büyük ölçüde faizle çalışan bankacılık sisteminin karlarının rekorlar kırması! Bunun temel nedeni hükümet eliyle yaratılan kur korumalı mevduattır. Bankalar, %17 ile mevduat toplayıp %30-50 aralığındaki faizle kredi kullandırıyorlar. Kredi faizini %30-50 aralığına yükselten de BDDK. Bu koşullarda bankaların karı elbette Ocak-Haziran döneminde geçen yılın aynı dönemine göre %400 artar.

Ekonomi yönetiminde herşey birbirine girmiş durumda. Koordinasyon yok! Bankalar geleceğe yönelik olarak yüksek karlara rağmen tedirgin. Neden?

Toplantılarda iki önemli konu daha dikkat çekti: şirketlerin stok yapmaya yönelmesi ve kredi kullanarak döviz satın alması. TL’nin “bozulduğu” ve enflasyonun sürekli yükseldiği koşullarda firmaların finansal yapılarını korumak için stoğa yönelmeleri ve döviz satın almaları çok normaldir. Ekonomide, Gresham Kanunu adında bir kavram vardır. Okumanızı tavsiye ederim.

Son dönemlerde, kredi talebinde bir düşüş meydana geldi. Küresel yavaşlama nedeniyle ihracatçılarda satış düşüşleri var. Küresel emtia fiyatlarındaki düşüşler stokçulukla suçlanan firmalarda şimdi şu etkiyi yapacak: sürekli artan fiyatlardan korunmaya çalışırken oluşan stoğun değerinin düşmesi.

Kredi büyümesi üzerine büyüme hikayesi yaratan hükümetin kredide frene basması, ekonominin yavaşlamaya başlaması ve küresel durgunluk beklentilerinin güçlenmesiyle beliren potansiyel bir sonuç var: takipteki kredilerde artış. Eylül ve Aralık bilançolarını bu gözle izleyeceğiz. Bankaları tedirgin eden de bu.

Türkiye’de kişisel gelir 2011’de yıllık $11.289 iken, 2021’de $9.539’a geriledi. Enflasyon-faiz tartışmalarının 2010’ların başlarında başladığı düşünüldüğünde, bu olumsuz gelişmenin ekonomi kurallarını çiğnemenin bir sonucu olduğu görülüyor.

Eylül 2021’den sonra düşürülen politika faizi, sonrasında patlayan enflasyon ve patlayan piyasa faizi! Yüksek enflasyonun her ekonomi için geçerli en göze çarpan olumsuz sonuçlarını sıralayalım. Türkiye’yi önümüzdeki dönemde bu sonuçlar üzerinden analiz etmeye devam edelim.

Yüksek enflasyon, satın alma gücünü eritir. Ücretliler ve maaşlılar yüksek enflasyonun özellikle ezdiği kesimlerdir. Ücretleri ve maaşları periyodik olarak artsa dahi, artış dönemleri haricindeki ara dönemlerde satın alma güçleri düzenli olarak zayıflamaktadır. Yani, süreklilik arz eden bir enflasyon süreciyle vatandaşların servetinin önemli bir kısmına açıkça ve göz göre göre el konmaktadır.

Yüksek enflasyon, tasarrufu değil, tüketimi özendirir. Tüketici, herhangi bir malın ya da hizmetin fiyatı artmadan o malı ya da hizmeti bir an önce satın almak ister ki tüketiminin maliyetini belli bir seviyede tutabilsin. Bu, enflasyonun kendi kendini beslediği bir sonuç doğurur.

Yüksek enflasyon, borçlunun lehine çalışan bir süreçtir. Borçlunun geri ödeyeceği faiz ve anaparanın değeri yüksek enflasyon nedeniyle erimektedir. Bu nedenle, borçlanma mekanizmalarında vadeleri kısaltan bir etki yaratır. Vadenin kısalması ise geleceğe yönelik belirsizlik demektir. Belirsizlik altında yatırım yapılmaz.

Yüksek enflasyon, piyasa faizlerini yükselten etkiler yapar. Ancak bu, piyasa ekonomisi koşullarında geçerlidir. Türkiye’de faizler piyasa dışı yöntemlerle baskılandığı için enflasyonun faizi artıran etkileri kısmen ortaya çıkmaktadır.

Yukarıdaki son 4 paragrafa bakılınca ve Türkiye tecrübesi düşünüldüğünde tanıdık geliyor mu? “Bozulmuş” bir para birimi ve vatandaşların servetinin önemli bir kısmına el konması! Ekonominin kuralları yeni tanımlanmadı. Keynes anlatıyor. Üstelik Lenin’den alıntıyla.

Not: Bu yazı, 04.08.2022 tarihinde yazılmış ve daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo