Ana içeriğe atla

Ekonomideki Sorunun Çözümü Ekonomide Değil!

Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısında sürekli olarak değer kaybetmesinin çok sayıda olumsuz yönü bulunuyor.

Türk Lirası, paranın işlevlerinden olan “değer saklama aracı olma” ve “ekonomi politikasının bir unsuru olma” işlevlerini büyük ölçüde kaybetti. Diğer bir ifadeyle Türk Lirası, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının dahi büyük ölçüde tasarruf aracı olarak görmedikleri bir para birimine dönüştü. Bankacılık sisteminde mevcut yabancı para mevduat toplamının toplam mevduat içindeki payı %55 civarında gezinmekte. Ekonomi kurallarının tersine uygulanan para politikası ise, siyasi erkin arzu ettiği sonuçları vermiyor. Dolayısıyla, kural dışı bir politika, para politikasında bir “politikasızlık durumu” yaratıyor.

Bir paranın değerinde sürekli yüksek oranlı değer kaybı ve/veya oynaklık, üreticinin, tüketicinin, finansal yatırımcının, v.s. ekonomik hayattaki karar alma süreçlerini durma noktasına kadar getirebilir. Nitekim, çeşitli sektörlerden gelen bazı haberler şirketlerin fiyatlama yapmakta zorlandıklarını ve hatta fiyatlama yapmamayı tercih ettiklerini gösteriyor. Çünkü, maliyetlerde oluşan kur kaynaklı ani değişimler özellikle vadeli mal satışlarında çok büyük bir probleme işaret ediyor. İş sahipleri ya da profesyonelleri kar ve zarar noktalarını söz konusu belirsizlik ortamında belirleyemiyorlar.

İthalatta Türkiye’nin artan riskleri nedeniyle vadeli mal alımı yapma şansı düşüyor veya vadelerde kısılma görülüyor. Bu duruma ek olarak, bankaların ithalat amacıyla yurt dışındaki bankalara açtıkları akreditiflerin de kabul görme olasılığı düşüyor. Nitekim, 2018’de böyle bir olumsuz noktaya ulaşılmıştı. Üretim cephesinde yaşanan bu karar alamama durumunun tüketici ve yatırımcı tarafında da var olduğu gözlemleniyor.

Türkiye’de, kur artışının maliyetlere yansımasıyla ortaya çıkan enflasyonist sürece arz cephesinde yaşanacak aksamaların da eklenmesi enflasyonu çok daha üst seviyelere taşıyan bir etki yapacaktır. Keza, küresel düzeyde zaten tedarik zincirlerinde aksamalar söz konusu iken, Türkiye bu durumu çok daha olumsuz bir noktaya getirecek adımlar atıyor.

Bir paranın değerinde görülen sürekli yüksek oranlı değer kaybı ve/veya oynaklık, karar alma mekanizmalarındaki tıkanma nedeniyle ekonomik aktivitede yavaşlama anlamına gelir. Türk Lirası’nın yaşadığı değer kaybı, bir ani duruşa sebep olacak türdendir ki bu konuda reel sektör piyasalarından güçlü sinyaller gelmektedir. Bunun anlamı, büyümenin durması ya da önemli ölçüde yavaşlamasıdır.

Büyüme hedeflenerek enflasyonla uyumsuz para politikası uygulamanın sonucu, para politikasında politikasızlık ve büyümenin de feda edilmesidir. Mevcut koşullarda, enflasyonun büyüme uğruna feda edildiğini ifade etmek dahi mümkün değildir.

Türkiye, üretimde dışa bağımlı bir ülkedir. Bu nedenle, Türkiye’deki bazı iktisatçıların (!) düşündükleri üzere, ithalat bir kaynak çıkışı gibi değil, büyümeye bir katkı olarak düşünülmelidir.

Yapısal reformlar hayata geçirilmemiştir. Bu nedenle, üretim yapısında dışa bağımlılık sorunu çözülememiştir. Türkiye, ithalat yapmadan ihtiyaç duyduğu üretimi yapamamaktadır. Dolayısıyla, ithalat yapmadan ihracatı da sınırlı olarak yapabilmektedir.

Türkiye’nin 10 yıla yakın bir süredir sahip olduğu büyüme yapısı, kişisel refahı artırmayan, tam tersine düşüren bir özellik taşımaktadır.

Riskleri artan Türkiye’nin sendikasyon kredileriyle yurt dışından kaynak sağlayan bankacılık sisteminde de zorluklar yaşaması olasıdır. Kaynak bulmada sorun yaşanmasa dahi, paranın fiyatı ya da maliyeti olan faiz yükselecektir. Zira, CDS primleri yükselmektedir.

Türkiye, yurt içindeki finansman maliyetlerini düşürmeye çalışırken, ekonominin kurallarını uygulamamanın bedelini yabancı para cinsinden maliyetlerini hem faiz, hem de aşırı ölçüde yükselen kur nedeniyle ödemektedir.

Türkiye piyasaları 23 Kasım 2021 gününü tarihe not olarak düştü. Amerikan Doları’nın Türk Lirası karşısındaki değeri 13.60 seviyesine kadar yükseldi. Gün içindeki kur yükseliş oranı %17’nin üzerine çıktı. 2001 krizinden bu yana görülen en sert günlük kur yükselişini yaşadı Türkiye.

Kurdaki yükseliş, Türkiye’nin dış borçları için de önemli sorunlardan biridir.

Bir borcun ne kadar yüksek olduğunu anlamak için borcun sayısal değerine bakılmaz. Dış borcun, ülkenin milli gelirine oranı, vadesi, alınış yöntemleri, ülkenin döviz rezervlerinin seviyesi, hangi yatırım alanlarında kullanıldığı, büyümenin ne ölçüde kaynağı olduğu, kur seviyesinden ne ölçüde etkilendiği dış borcun sürdürülebilirliğini belirler. Sürdürülebilirlik, borçla ilgili bu unsurların ne ölçüde yönetildiği ile ilgilidir.

Yaşanmakta olan kur yükselişinin dış borç yükü üzerinde de olumsuz etkileri olacaktır. Türkiye’nin dış borcunun milli gelirine oranı 2010 sonrasındaki dönemde kabaca %40 seviyesinden %60 seviyesine ulaştı. Söz konusu gelişme, Türkiye’nin yüksek “borç yükü” olan ülkeler sınıfında yer almasına neden oldu. Para politikasında kural dışı uygulamalar ise, söz konusu borcun sürdürülebilirliğinin sürekli olarak sorgulanmasına neden olmaktadır. Bu sorgulamanın Türkiye ekonomisine maliyetleri bulunmaktadır. Türkiye ekonomisinin mevcut yapısı, mevcut politikasızlık haliyle ülkenin maliyetlerini artırmaktadır.

Türkiye’nin kısa vadeli finansman ihtiyacının asgari seviyeye düşürülmesi amacıyla yıllarca araştırmalar ve analizler yapıldı. Ancak, siyasi irade bu araştırmalara ve analizlere sürekli olarak kulak tıkadı.

Kısa vadeli sermaye girişlerine böylesine bağımlı bir ekonominin bir anda yapı değiştirmesi mümkün değil. Uluslararası konjonktürün destek verdiği dönemlerde yapısal reformların hayata geçirilmesi halinde bu bağımlılık önemli ölçüde giderilebilirdi.

Küresel düzeyde, gelişmekte olan ülkelerin çoğunun kısa vadeli sermayeye bağımlı olduğu bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu bir sonuçtur. Bu bağımlılığı giderici önlemleri hayata geçirmek hiç kolay değildir. Konu, bir büyüme değil, “kalkınma” projesidir ve günlük politika kararlarıyla yönetilemez.

Türkiye’nin ekonomik sorunlarının çözümü uzunca bir süredir sadece ekonominin içinde aranacak türden değildir. Konu, bir yönetim krizidir.

Tarih, her alanda yapılmış yanlışların örnekleriyle doludur. Bu yazının konusuna dahil olabilecek bazı örnekler sonuçlarıyla aşağıdaki bağlantılarda mevcuttur.

İçinde geçilmekte olan yol, sürdürülebilir değildir. Mevcut durumun devamı, kilitlenen piyasalar, yükselen enflasyon, gelir dağılımında bozulma, işsizlikte artış ve yoksullaşmadır. 1980’lerde, yüksek enflasyon koşullarında bozulan gelir dağılımının ve zayıflayan orta gelir sınıfının ne gibi ekonomik sonuçlar doğurduğunu hatırlayalım.

Kaynaklar:

Ekonomide kural dışılık | PolitikYol Haber Sitesi

Diocletianus’un Tavan Fiyatlar Fermanı (arda-tunca.blogspot.com)

Türkiye Ne Zaman Faiz Artırmak Zorunda Kalmaz? (arda-tunca.blogspot.com)

Kısır Döngü (arda-tunca.blogspot.com)

Toplumsal tercihler ve ekonomi | PolitikYol Haber Sitesi

Not: Bu yazı, 24.11.2021 tarihinde yazılmış ve daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo