Ana içeriğe atla

Türkiye Ne Zaman Faiz Artırmak Zorunda Kalmaz?

19 Kasım 2020 tarihinde gerçekleştirilen Para Politikası Kurulu toplantısında politika faizi %10.25’ten %15’e yükseltildi. Yani, politika faizi (1 haftalık repo oranı) 4.75 puan artırıldı. Ancak, faizi oranında gerçekleşen artış 4.75’ten çok daha düşük bir düzeyde gerçekleşti.

TCMB, her merkez bankasının olduğu gibi, çeşitli kanallarla piyasa likidite sağlıyor. Bu kanalların oluşturduğu ağırlıklı ortalama fonlama oranı, yani faiz oranı piyasanın TCMB’den sağladığı fonlamanın oranını (maliyetini) ortaya koyuyor. İşte bu fonlama oranı, 18 Kasım günü %14.80’e ulaşmıştı. Politika faizi, merkez bankasının sağladığı likiditenin kanallarından birinin faizidir. 19 Kasım günü artan faiz, bu kanallardan birinin faizidir. Oysa, TCMB’nin piyasayı fonladığı oran 19 Kasım tarihli PPK toplantısından önce zaten %14.80 idi ve bu oran Temmuz ayı içinde %7.34 idi. Yani, faiz zaten artmıştı. Ancak, TCMB’nin 2014’te belirlediği temel politika unsuru olan politika faizi değiştirilmemişti. Ortada, teknik bir sıkıntı vardı. 19 Kasım’da, bu sıkıntı giderilmiş oldu.

Para politikası, son derece teknik içerikli bir alandır. Çok beğenilerek satın alınan bir evin içinde bulunduğu binanın statik hesapları hakkında evi satan alanın bir fikri var mıdır? Hayır. Para politikası da toplumdaki her bireyi ve firmayı etkiler ama arkasındaki tekniği herkesin anlaması mümkün değildir. Bu pencereden bakınca, 19 Kasım tarihli faiz artırımının gerçek bir faiz artırımı olmadığını ve teknik bir düzeltme olduğunu söylediğimizde herkesin ne demek istediğimizi anlamaması gayet doğaldır.

Verilere özellikle girmeden niteliksel bir analiz yapalım. PPK kararına kur, borsa, tahvil fiyatları gibi yerlerden değil, başka bir yerden bakalım.

Yazının bu noktasına felsefe koyalım. İktisat, sosyoloji, psikoloji, matematik, istatistik, v.b. dalların iç içe geçtiği bilimsel nitelikleri olan bir çalışma alanıdır. Bu noktada, kalkınma, refah, bölüşüm, sosyal değişim ve dönüşüm, ekonomik yapı gibi sosyal kavramlar bulunur. Bu nedenle, kurun nereye gittiği ya da gideceği konusunu ödemeler dengesi, bütçe, ithalatın ve ihracatın üzerindeki kur etkisinin sanayi yapısı üzerindeki etkileri, özel sektörün sermaye yapısı gibi konularla bağlamadığımız sürece, kur ile ilgili analizler piyasada oluşan fiyatlar, karlar, zararlar seviyesinde sığ kalır. Ekonominin ya da iktisadın bakış açısı piyasanınkiyle aynı olmaz, olmamalıdır da.

19 Kasım 2020 günü gerçekleşen PPK toplantısı sonrasında kamuoyunda önemli bir soru soruldu ekonomiyi dikkatle takip eden ama ekonomi ile ilgili profesyonel bir işi olmayan çok sayıda kişi tarafından: Biz faizi yükseltip yabancıya ülkenin kaynaklarını sunuyoruz kur düşsün ve böylece enflasyona yüksek oranda maruz kalmayalım diye ama ya kur ve faiz kıskacından ne zaman ve nasıl kurtulacağız? Mecbur muyuz bu kıskaçta yaşamaya?

Türkiye, dünyada faizin kalmadığı bir ortamda Temmuz ayından bu yana faiz artırmak zorunda kalmıştır. Neden? Önce, temelinde veriler olan niteliksel tespitler:

  • Türkiye ekonomisi üretimde dışa bağımlıdır. Bu bağımlılık pek çok gelişmekte olan ülkenin sorunu olduğu gibi, Türkiye’nin de bir sorunudur.
  • Dışa bağımlı üretim yapısı, ithal girdi sağlanmasını gerekli kılmaktadır. Türkiye’nin kendi içinde tükettiği ve ihraç ettiği ürünleri üretebilmesi her sektörde önemli ölçüde ithal girdi sağlanmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla, dışa bağımlı olmayan bir ekonomide ithalat, ülkeden kaynak çıkışı olarak düşünülebilirken, Türkiye gibi ülkelerde büyümenin bir fonksiyonu olma özelliği taşımaktadır. Yani, büyümek için gerekli üretim, önemli ölçüde ithalat yapma zorunluluğunu beraberinde getirmektedir.
  • İthal girdi, yabancı para cinsinden yapılan ödemeler ile gerçekleşmektedir. Bu nedenle, kurlarda meydana gelen yükselişler ithal girdilerin maliyetini artırmaktadır. Bu maliyet artışları, mal ve hizmet piyasalarında satılan ürünlerin fiyatına yansımakta ve enflasyona neden olmaktadır.

Dünyada uluslararası ticaret ağırlıklı olarak Amerikan Doları ile fiyatlanmakta ve gerçekleşmektedir. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye, çeşitli ülkelerle ikili ticaretinde yerel para birimlerinin kullanımını yaygınlaştırmayı amaçlamıştır. Ancak, bu amacın gerçekleşmesi kullanılacak para birimlerine olan güvenle ve ilgili para birimlerinin hangi öcüde rezerv para özelliği taşıdığı ile ilgili bir konudur. Rus Rublesi, Çin Remnimbisi, Türk Lirası gibi para birimlerinin Amerikan Doları ve Euro başta olmak üzere Japon Yeni, İngiliz Sterlini, İsviçre Frangı gibi para birimlerinin sahip olduğu konvertibilite düzeyine sahip olmadığı istatistiki verilerle ortadadır. Konvertibilite kavramı iktisat teorisinde teknik açıklamalara sahip bir kavram olsa da, o paranın bağlı bulunduğu ülkenin uluslararası ilişkilerdeki gücü ve konumu gibi politik yönlerin konvertibilitenin koşullarını sağlamada teknik iktisadın arkasında ana etken olarak durduğu da aşikardır.

Yukarıdaki üç maddede Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar “dışa bağımlı üretim yapısı”, “dışa bağımlılığın yarattığı kur hassasiyeti” ve sonuç olarak “yüksek seviyelerde direnen enflasyon” başlıklarıyla özetlenebilir.

Türkiye’nin söz ekonomik konusu yapısı sürekli döviz rezervlerini güçlü tutmayı zorunlu kılmaktadır. Çünkü, büyüme için ithalat gereklidir ve ithalat için yabancı para gerekmektedir. Bu bağımlılıktan kaynaklanan finansman sorununu çözmek için bazı alternatif yöntemler düşünülebilir.

Kısa vadeli sermayenin rağbet gösterdiği bir ülke olmak:

Bu yöntem, 1973 yılında ortaya atılan McKinnon-Shaw yaklaşımının finansal liberalleşme kavramı ve bu kavrama dayanan ekonomi politikaları modasının bir sonucu olmuştur. Finansal liberalleşme, 1980’lerde son derece büyük rağbet görmüş, komünist ve sosyalist sistemlerin çökmesinin ardından tüm dünyada yaygınlaşan bir ekonomi modeli olmuştur ki neoliberal politikalar olarak kavramlaşmıştır. Bu noktada, finansal liberalleşmenin olumsuz bir kavram olduğunu değil, liberalleşmenin risk artıran faktörleri hiçe sayan regülasyonlarla son derece yanlış bir noktaya çekilmiş olmasını eleştirmek gerektiği kanısındayım. Zaman içinde, 1929 Buhranı ile yürürlüğe sokulan risk önleyici kanunlar ve kurallar başta ABD olmak üzere dünya genelinde elden bırakılmıştır. Küreselleşme olgusu ile beraber, en küreselleşen unsur finans kapital olmuştur. Dünya genelinde hisse senedi, bono, türev ürünler, v.b. piyasaların yer aldığı piyasalara kısa süre için uygun sermaye piyasasına sahip ülkelerde giren kısa vadeli yabancı sermaye, girdikleri ülkelere finansman sağlamış olmakla beraber, risk unsurlarını artırıcı etkiler yapmıştır. Risk artırıcı yönleriyle, gittikleri ülkelerde ağır hasarlara sebep de olmuşlardır. Bu konuda, ekonometrik modellere dayanan çok sayıda bilimsel makale bulunmaktadır.

Kısa vadeli yabancı sermaye girişleri ile değer kazanan yerli para birimleri, zaman içinde oluşan ekonomik cazibesinden dolayı sanayileşme yerine ticarete ağırlık veren ekonomik yapılara dönüşmüşlerdir. Diğer bir ifadeyle, kısa vadeli yabancı sermayeye bağımlı hale gelmişlerdir. 1980’lerden itibaren uyguladığı politikalarla Türkiye de kısa vadeli yabancı sermayeye bağımlı hale gelmiştir. Bu bağımlılık, Türk Lirası cinsinden getirinin yüksek olması zorunluluğunu doğurmaktadır. Aksi takdirde, üretimdeki yapı gereği zorunlu olarak ithal edilmesi gereken ürünler için kaynak bulabilmek mümkün olamayacaktır. Unutulmaması gerekir ki, Türkiye’nin her şeyden önce, yüksek miktarda enerji ithal etme zorunluluğu bulunmaktadır. Diğer aramalı ve hammadde ithalatı zorunluluğu da listeye eklendiğinde, Türkiye için önemli bir yabancı kaynak ihtiyacı ortaya çıkmaktadır.

Kaynak ihtiyacı için kısa vadeli yabancı sermayeye bağımlı olmak, son derece riskli bir durum ortaya koymaktadır. Herhangi bir nedenle, kısa vadeli yabancı sermayenin ülkeyi terk etmesi – ki günümüz teknolojilerinin sağladığı imkanlarla sadece birkaç dakika almaktadır – kurlar üzerinde baskı yaratacaktır. Zira, yabancı sermaye ülkeden çıkarken, Türk Lirası varlıkları satarak Dolar, Euro gibi para birimlerini talep edecektir. Çünkü, küresel olarak Türk Lirası cinsinden değil, kredibilitesi, dolayısıyla konvertibilitesi güçlü para birimleri tercih edilmektedir.

Kısa vadeli yabancı sermayeye bağımlı bir ekonomik yapıda olmak ya da olmamak bir politika tercihidir. Bu tercihi, siyasi iktidarlar ortaya koyar.

Bir ülkenin doğal kaynaklarından ya da turizm gelirlerinden elde edeceği kaynaklar, kısa vadeli yabancı sermaye bağımlılığını azaltabilir ya da yok edebilir. Ancak, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar, ancak azaltıcı olan unsurları belli ölçüde mümkün kılmaktadır. Petrol ya da benzeri bir doğal kaynak yoksa, turizm gelirlerinin sunduğu döviz kaynakları öne çıkacaktır. Ancak, turizm gelirlerinin yıldan yıla istikrarlı bir seyir izlemesi, jeopolitik olarak son derece sakin bir coğrafyada olmayı gerektirir. Türkiye, bazı dönemlerde önemli boyutta turizm gelirleri elde edebiliyorsa da, istikrarlı olarak turizmden gelir elde edememektedir. Bir istikrar söz konusu olsa dahi, üretim yapısı gereği ihtiyaç duyduğu döviz kaynaklarını elde edememektedir. O zaman, geriye iki yöntem kalıyor. Birincisi, içerideki ekonomik yapıyı güçlendirerek üretimde dışa bağımlılığı azaltmak ve ihracatta katma değerli ürünlere yönelerek aynı miktarda ihracat ürünüyle daha fazla gelir elde etmeye, diğer bir ifadeyle döviz girdisi sağlamaya çalışmak. İkincisi ise, uzun vadeli yabancı sermayeyi, yani doğrudan yabancı yatırımları ülkeye çekmek.

İç ekonomik yapının güçlendirilmesi:

İç ekonomik yapının güçlendirilmesi için sektör bazında çalışmalar yapmak gerekiyor. Her sektör, ilişkide bulunduğu başka sektörleri ara malı ve hammadde tedarikçisi olarak kullanır. Sektörlerin, kendi aralarında ileri ve geriye bağ etkileri adı verilen ilişkileri bulunur. Yani, bir sektörde üretilen ürünler (çıktı), başka sektörlerde hammadde ya da ara malı (girdi) olarak kullanılmaktadır. Hangi sektörün hangi sektörden ne kadarlık ürün kullandığı, bu ürünleri daha sonra hangi diğer sektörlere yeniden çıktı olarak sunduğu ve başka sektörlerin girdisi haline getirdiği ülkenin üretim kapasitesi ile ilgilidir. Bu kapasitelerin yaratılmaması, yerli üretimde açık oluşturacaktır. Bu açık kapatılmadıkça, yerli talebin ve ihracattaki talebin karşılanması ancak ithalat yoluyla mümkün olabilecektir.

Yukarıdaki paragraf sadece üretim miktarı ve kapasitesine değinmektedir. Konunun, talebin belirlediği ya da arzın ortaya koyduğu nitelik, yani katma değer yönü de bulunuyor.

Türkiye, yukarıda da değinildiği üzere, kısa vadeli yabancı sermaye girişleri ile değer kazanan Türk Lirası’nın yarattığı ekonomik cazibe ile sanayileşme yerine ticarete ağırlık veren bir ekonomik yapıya dönüşmüştür. Bu nedenle, yerli üretimde katma değeri düşük ürünler üretilmekte ve ağırlıklı olarak montaj nitelikli sanayi faaliyetleri yürütülmektedir.

Mevcut yapıyı değiştirmek için sektör bazlı çalışmalarla yeni kapasitelerin yaratılması gerekmektedir. Ancak, bu kapasitelerin yaratılması yeni yatırımlar gerektirecektir. Ürün geliştirmek, geliştirilen yeni alternatifler ürünlerle piyasaya arzda bulunmak gibi sanayi faaliyetleri, yukarıda dile getirilen yapı nedeniyle girişimciler için herhangi bir cazibe taşımamaktadır. Bu nedenle, ticari operasyonlar ve adeta bir finansal kuruluş mantığında yönetilen finansal operasyonlar (satış ve tedarik vadelerini finansal kar elde etmek amaçlı kullanmak, yabancı para tutarak kur farkı geliri elde etmeyi amaçlamak, v.b.) üzerinden elde edilen karlara odaklanmış sanayi yapısıyla Türkiye’nin ithalat ve dolayısıyla dış kaynak bağımlılığından kurtulabilmesi mümkün değildir. Sanayiyi ayağa kaldırmak, sadece ticari bakış açısıyla mümkün değildir.

İç ekonomik yapının güçlendirilebilmesi sektörlerin tek tek alınması ve yukarıda dile getirilen ileri ve geri bağ etkilerini güçlendirecek üretim kapasitelerinin kurulmasını gerektirmektedir. Ürün geliştirmek ve geliştirilen ürünler üzerinden rekabeti sağlamak için nitelikli mühendislere ihtiyaç bulunmaktadır. Türkiye’deki sanayi kuruluşlarının tüccar zihniyetinden uzaklaşması ve çok iyi bildikleri üretim, satış ve tedarik sağlamak dışında finansal yapı, insan kaynakları yönetimi, finansal kurumlarla doğru ve nitelikli ilişkiler kurmak, nitelikli muhasebe ve finans raporları ile stratejiler geliştirmek gibi kurumsal nitelikleri artırıcı işlere de odaklanmaları gerekmektedir ki şirketlerin ömrü iki nesille sınırlı kalmasın. İstikrarlı kurumsal alt yapı, iç ekonomik yapının güçlendirilmesi için büyük öneme sahiptir.

Hukuk, tüm yönleriyle iş yaşamını rahatlatacak ve hızlandıracak yönde ve her şeyden önce adaleti ve hakkaniyeti sağlayacak noktaya getirilmelidir.

Kısaca, ikinci madde altında eğitim, hukuk, devlet, sektörel kuruluşlar, adalet, v.b. çok ama çok sayıda konu var.

İç ekonomik yapıyı sağlamlaştırmadan ve bu çok uzun, çok uğraş gerektiren süreçlerden geçmeden kısa vadeli sermaye bağımlılığından kurtulmak mümkün değildir. Burada, sadece ekonomi yok. Sosyoloji kaynaklı bir çalışma alanı olma vasfıyla piyasa kavramı çerçevesinde konuşulması mümkün olmayan “ekonomik” kavramlar var.

Doğrudan yabancı yatırımların çekilmesi:

Bu tip yatırımlar, birinci maddede anlatılan kısa vadeli sermayeden çok farklı olarak bir ülkeye üretim yapmaya gelir. Ancak, bu tür yatırımın niteliği de önemlidir. Bir ülkede halihazırda kurulmuş ve çalışan fabrikaları satın almak yerine, varlığı henüz ortaya çıkmamış yeni üretim tesisleri ya da ofisleriyle o ülkeye girmesi istihdamı geliştirir, daha fazla döviz girdisi ve büyüme ve kamu maliyesi için vergi geliri anlamına gelir.

Doğrudan yabancı yatırımlar nasıl gerçekleşir? Yabancı, gittiği ülkede elbette kar elde etmeye çalışacaktır. Ancak, siyasi riskleri düşük bir ülke arar. Yabancı olduğu için ayrım görmeyeceğini bilmek ve bunun hukuki garanti altında olduğunu bilmek ister. Yeni bir teknoloji ile bir ülkeye giriyorsa, fikri mülkiyet haklarının mahkemelerce teminat altında tutulacağına ikna olmak ister. Gittiği ülkede, yerli işgücünü istihdam edeceği için, teknolojisini anlayabilecek ve uygulayabilecek eğitim düzeyine sahip mühendisler, yönetsel fonksiyonlarını ifa edebileceği raportörler, finansçılar, vergi uzmanları, insan kaynağı uzmanları, v.s. arar. İş yaşamıyla ilgili tartışmalarda, ekonomik faaliyetleri nedeniyle görüşlerini açıklamak ve ifade özgürlüğünü kullanmak ister.

Bu yazı, 19 Kasım 2020 tarihli PPK toplantısının değerlendirme yazısıdır. Neden faiz artırmak zorunda kaldık sorusuna cevaptır. Kurun enflasyonist etkisi ne zaman zayıflar? Üretim yapısı değişip, üretim maliyetlerinin kurla arasındaki bağ zayıfladığı zaman. Ne zaman kısa vadeli yabancı sermaye bağımlılığı azalır? İç ekonomik yapı güçlendiğinde ve/veya doğrudan yabancı yatırım çekilmeye başlandığında. İç ekonomik yapı güçlendiğinde ve/veya doğrudan yabancı yatırım çekilmeye başlandığında ne olur? Üretim zenginliği ve verim artışıyla fiyatlar düşer, kur hassasiyeti düştüğü için kurla bağlantılı enflasyonist etkiler azalır ve böylece kısa vadeli yabancı sermayeyi çekme zorunluluğu hafiflediği için faiz de düşer. Peki bunlar ne zaman olur? Eğitim, hukuk, ifade özgürlüğü, kuvvetler ayrılığı, kurumsallaşma, organizasyon gibi başlıklar söz konusu bu noktada. Sizce ne zaman olursa, ben aynı tarihle mutabıkım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo