Ana içeriğe atla

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var.

Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz.

Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyorum. Anlamaya çalışıyorum herşeyi.

Batı Berlin rengarenk. Sokaklar ışıltılı yılbaşı ağaçları ile süslenmiş. Mağazalar, evler, her yerden renk fışkırıyor. Aslında, buna çok şaşmamam gerekiyor ama şaşkınlığımın sebebi, Doğu Berlin.

Federal Almanya’dan Demokratik Almanya’ya geçiş serbest o yıllarda. Ancak, Demokratik Almanya’dan Federal Almanya’ya geçiş yasak. Bugün, bu iki ülke de yok. 3 Ekim 1990’da birleştiler ve Almanya oldular.

Checkpoint Charlie’den Doğu Berlin’e rahatça geçiliyor. Dünya, çarpıcı bir şekilde, bir anda renk değiştiriyor. Batı Berlin’in renkli dünyası, bembeyaz karın üzerinden siyah-beyaz fotoğraf kareleri sunuyor ansızın. Karın beyazı dışında, her yer siyah ve gri. Renkli makara ile çekilen fotoğraflar, siyah-beyaz makara ile çekilmiş fotoğraflar gibi çıkıyor. Doğu Berlin’i gördükten sonra anlıyorum Batı Berlin’i neden çok renkli algıladığımı.

İnsanlar ekmek kuyruğunda. Benzi soluk, bembeyaz yüzlü kadınlar ekmek almak için sıra bekliyorlar. Kimse gülmüyor. Suratlar asık. Şişman erkeklerin öfkeli olduklarını anlatan suratları var bugün bile hafızamda.

İki sıra halinde bir duvar var. Duvarın üzerinde teller var ve elektrik yüklü. Doğu Berlin’den Batı Berlin’e çok kaçış denemesi olmuş ama başaramayan da çok olmuş. Tellere takılıp elektriğe çarpılanlar, tünel kazıp kaçmak isteyenler…

Doğu Almanya’nın kasvetli, karın sessizliği ile iyice sessizleşmiş dünyası etkiliyor insanı. Doğu Berlin’den Batı Berlin’e geçiyoruz. Her gittiğimiz ülkeden madeni paralar topluyorum. Kendimce, para koleksiyonuma birkaç kuruş atmak istiyorum. Cebimde, çok sayıda Demokratik Almanya parası var sınırı geçerken. Tesadüfen, bu paraları hiç cebimden çıkarmıyorum.

Sınırdaki askerler, henüz çok küçük olan ve aracımızda uyumakta olan kardeşim Tuna’yı uyandırmamızı ve araçtan dışarı çıkarmamızı istiyorlar. Annem ve babam direniyorlar. Bebek yaşında olan bir çocuğun dondurucu bir soğukta nasıl dışarı çıkarılması gerektiğini anlamadıklarını ifade eden sözler sarf ediyorlar ama olmuyor. Kardeşimi dışarı çıkarmakla kalmıyorlar; zorla uyandırıyorlar. Sinirler geriliyor bu anlamsız kontrollerle ama yapacak bir şey yok.

Berlin’den döndükten sonra öğrendiklerimizle şaşırıyoruz. Demokratik Almanya’dan Federal Almanya’ya para çıkarmanın 3 yıl hapis cezası varmış. Oyuncak bebeklerin içine canlı bebek yerleştirip, oyuncak bebekleri dikerek, çocukları Batı Berlin’den Doğu Berlin’e kaçırıyorlarmış. Yaşadıklarımız, böylece anlamlanıyor.

Doğu Berlin’den sonra, Unter Den Linden çok daha renkli, çok daha coşkulu. Brandenburg’un Batı Berlin tarafından, duvarın öte yanı çok farklı artık. Bu kadar şeyi nasıl hatırladığıma, o yaşta nasıl yorumladığıma şaşırıyorum ama iyi ki ısrar etmiş babam diyorum yıllar sonra. Bugün, tarihe tanıklık etmiş olmanın ve bu yazıyı yazabiliyor olmanın tadı var.

Eylül 1989’da, aile dostumuz Hans Gerd Kuxdorf ve öğrencileriyle İstanbul’dan başlayıp Akdeniz’e uzanan ve her taşın altında hangi hikayenin yattığını tek tek okuyarak, konuşarak, tarihi keşfettiğimiz üç haftalık bir geziye çıkıyoruz. Türkiye’nin antik tarihini çalışmadan önce, İstanbul. Sabah kahvaltısı sonrasında, gözlerimiz televizyona takılıyor. Hepimiz kilitleniyoruz ekrana. Doğu Berlin’den Çekoslovakya’ya geçen Demokratik Almanya vatandaşları, Bavyera üzerinden Federal Almanya’ya geçiyorlar. Sınırlar açılıyor. İlerleyen aylarda, duvar yıkılıyor. Babamın, 1978’deki ısrarını çok daha iyi anlıyorum.

Grupta, Almanya’da yaşanan gelişmeler konuşuluyor ilerleyen günlerde. Bir yandan Assos’un, Bergama’nın, Efes’in, Didim’in antik kentlerindeyiz, diğer yandan Almanya’da yaşananları konuşuyoruz. 1978 gezimizi anlatıyorum gruptakilere. İçlerinde Berlin’i hiç görmeyenler var. Berlin’i, duvarı, çocukluk izlenimlerimi, Unter Den Linden’i anlatıyorum. Bir Türk olarak 18-19 yaşındaki Almanlar’a Berlin’i ve Demokratik Almanya’yı anlatmam aramızda son derece ilginç konuşmaların geçmesine neden oluyor.

Cenevre’de, DuPont’ta çalıştığım günler. Bir Alman yönetici ile sürekli sohbet ediyoruz. Odasından asla çıkmadan çalışıyor. Ara sıra takılıyor bana “genç Türk, nasılsın” diyerek. 1996’da, yaşım 25. Sohbetlerimiz koyulaşıyor. Hayatında ilk kez çalışma saatleri içinde odasından çıkıyor ve şirketin kafeteryasında bana kahve ısmarlıyor. Başlıyor anlatmaya.

1961’de, duvarın örülmesiyle, o günlerde kız arkadaşı olan karısı ile nasıl ayrı düştüğünü ve 9 yıl boyunca neler yaşadığını anlatıyor. Birbirlerine özlemle, duvarın iki tarafındaki binalardan birbirlerini görebilecekleri en yakın mesafeye nasıl ulaşıp karşılıklı el salladıklarını anlatıyor. 9 yıl böyle yaşadıktan, mektuplaştıktan sonra karısını bir şekilde Batı Berlin’e kaçırıyor. “Almanlar’a Almanlar’dan fazla zarar veren olmamıştır” derdi ve bana hikayelerini anlatırdı. Hiç kimseyle yapmadığı sohbetlerini benimle yapıyordu ve ben Cenevre’den ayrılırken bir veda yemeği düzenlendi. Araba meraklısıydı. Çok özel günlerde çıkardığı üstü açık arabası ile beni yemek yiyeceğimiz yere götürdü. Yaş farkımız büyüktü ama çok keyifli bir dostluk yakalamıştık ve bana Almanya’yı, Berlin’i anlatırdı sık sık. Çok şey öğrendim kendisinden. Almanya’ya tatil için dahi gitmiyordu ve geçmişte yaşadığı acıları anlatabildiği, içini boşaltabildiği bir arkadaş bulduğunu hissettiriyordu bana. Merakla, ilgiyle ve duygularımla dinliyordum kendisini.

Berlin’den dönüş vakti gelmişti. 1979 yılına Regensburg’ta girecektik. Öyle de oldu ama nasıl. Kar, tipiye dönmüştü. Bana düşen görev, kardeşimi uyanık tutmaktı. Uyursa, donabilirdi. Görüş mesafesi, arabanın ucunu ancak görebilecek kadardı. Babam soğuk terler döküyor, annem ise kendisine yolu mümkün olduğu kadar görebilsin diye camların buharını siliyor, destek olmaya çalışıyordu. “Biz bu deliliği nasıl yaptık” diye konuşacaklardı yıllar sonra ama geçmişi anmak keyifliydi. Biri 29, diğeri 33 yaşındaydı. Benim bugünkü yaşımdan bir hayli küçüklerdi. Anlamak lazım gençleri elbet. Yapmışlardı bir delilik. Kardeşimin hayatını kurtarmak da bana düşmüştü.

Kassel civarına nasıl ulaştıysak, aniden indiren yağmurla rahatlayan annem ve babam ve kardeşimi kurtarma çabasının psikolojik yorgunluğundan kurtulan ben. Regensburg’a havai fişeklerinin altında girişimiz. Üniversite kampüsünde öğrenciler ve öğretim üyeleri ile 31 Aralık 1978.

43 yıl önce bugün. Biraz tarih, biraz anılar ve benden sonraya aktarabileceğim, aktarmak istediğim anılar, hikayeler.

Gecenin en karanlık anı, şafak vaktine en yakın andır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre