Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum.
Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz.
Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var.
Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet
ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan
Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar
bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke
de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e
götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor
ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz.
Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli
olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini
düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyorum. Anlamaya
çalışıyorum herşeyi.
Batı Berlin rengarenk. Sokaklar ışıltılı yılbaşı ağaçları
ile süslenmiş. Mağazalar, evler, her yerden renk fışkırıyor. Aslında, buna çok
şaşmamam gerekiyor ama şaşkınlığımın sebebi, Doğu Berlin.
Federal Almanya’dan Demokratik Almanya’ya geçiş serbest o
yıllarda. Ancak, Demokratik Almanya’dan Federal Almanya’ya geçiş yasak. Bugün,
bu iki ülke de yok. 3 Ekim 1990’da birleştiler ve Almanya oldular.
Checkpoint Charlie’den Doğu Berlin’e rahatça geçiliyor.
Dünya, çarpıcı bir şekilde, bir anda renk değiştiriyor. Batı Berlin’in renkli
dünyası, bembeyaz karın üzerinden siyah-beyaz fotoğraf kareleri sunuyor
ansızın. Karın beyazı dışında, her yer siyah ve gri. Renkli makara ile çekilen
fotoğraflar, siyah-beyaz makara ile çekilmiş fotoğraflar gibi çıkıyor. Doğu
Berlin’i gördükten sonra anlıyorum Batı Berlin’i neden çok renkli algıladığımı.
İnsanlar ekmek kuyruğunda. Benzi soluk, bembeyaz yüzlü
kadınlar ekmek almak için sıra bekliyorlar. Kimse gülmüyor. Suratlar asık. Şişman
erkeklerin öfkeli olduklarını anlatan suratları var bugün bile hafızamda.
İki sıra halinde bir duvar var. Duvarın üzerinde teller var
ve elektrik yüklü. Doğu Berlin’den Batı Berlin’e çok kaçış denemesi olmuş ama
başaramayan da çok olmuş. Tellere takılıp elektriğe çarpılanlar, tünel kazıp
kaçmak isteyenler…
Doğu Almanya’nın kasvetli, karın sessizliği ile iyice
sessizleşmiş dünyası etkiliyor insanı. Doğu Berlin’den Batı Berlin’e geçiyoruz.
Her gittiğimiz ülkeden madeni paralar topluyorum. Kendimce, para koleksiyonuma
birkaç kuruş atmak istiyorum. Cebimde, çok sayıda Demokratik Almanya parası var sınırı geçerken. Tesadüfen, bu paraları hiç cebimden
çıkarmıyorum.
Sınırdaki askerler, henüz çok küçük olan ve aracımızda
uyumakta olan kardeşim Tuna’yı uyandırmamızı ve araçtan dışarı çıkarmamızı istiyorlar.
Annem ve babam direniyorlar. Bebek yaşında olan bir çocuğun dondurucu bir soğukta
nasıl dışarı çıkarılması gerektiğini anlamadıklarını ifade eden sözler sarf ediyorlar
ama olmuyor. Kardeşimi dışarı çıkarmakla kalmıyorlar; zorla uyandırıyorlar. Sinirler
geriliyor bu anlamsız kontrollerle ama yapacak bir şey yok.
Berlin’den döndükten sonra öğrendiklerimizle şaşırıyoruz. Demokratik
Almanya’dan Federal Almanya’ya para çıkarmanın 3 yıl hapis cezası varmış. Oyuncak
bebeklerin içine canlı bebek yerleştirip, oyuncak bebekleri dikerek, çocukları Batı
Berlin’den Doğu Berlin’e kaçırıyorlarmış. Yaşadıklarımız, böylece anlamlanıyor.
Doğu Berlin’den sonra, Unter Den Linden çok daha renkli,
çok daha coşkulu. Brandenburg’un Batı Berlin tarafından, duvarın öte yanı çok
farklı artık. Bu kadar şeyi nasıl hatırladığıma, o yaşta nasıl yorumladığıma
şaşırıyorum ama iyi ki ısrar etmiş babam diyorum yıllar sonra. Bugün, tarihe
tanıklık etmiş olmanın ve bu yazıyı yazabiliyor olmanın tadı var.
Eylül 1989’da, aile dostumuz Hans Gerd Kuxdorf ve öğrencileriyle
İstanbul’dan başlayıp Akdeniz’e uzanan ve her taşın altında hangi hikayenin
yattığını tek tek okuyarak, konuşarak, tarihi keşfettiğimiz üç haftalık bir
geziye çıkıyoruz. Türkiye’nin antik tarihini çalışmadan önce, İstanbul. Sabah kahvaltısı
sonrasında, gözlerimiz televizyona takılıyor. Hepimiz kilitleniyoruz ekrana. Doğu
Berlin’den Çekoslovakya’ya geçen Demokratik Almanya vatandaşları, Bavyera
üzerinden Federal Almanya’ya geçiyorlar. Sınırlar açılıyor. İlerleyen aylarda, duvar
yıkılıyor. Babamın, 1978’deki ısrarını çok daha iyi anlıyorum.
Grupta, Almanya’da yaşanan gelişmeler konuşuluyor ilerleyen
günlerde. Bir yandan Assos’un, Bergama’nın, Efes’in, Didim’in antik
kentlerindeyiz, diğer yandan Almanya’da yaşananları konuşuyoruz. 1978 gezimizi
anlatıyorum gruptakilere. İçlerinde Berlin’i hiç görmeyenler var. Berlin’i,
duvarı, çocukluk izlenimlerimi, Unter Den Linden’i anlatıyorum. Bir Türk olarak
18-19 yaşındaki Almanlar’a Berlin’i ve Demokratik Almanya’yı anlatmam aramızda son
derece ilginç konuşmaların geçmesine neden oluyor.
Cenevre’de, DuPont’ta çalıştığım günler. Bir Alman yönetici ile
sürekli sohbet ediyoruz. Odasından asla çıkmadan çalışıyor. Ara sıra takılıyor
bana “genç Türk, nasılsın” diyerek. 1996’da, yaşım 25. Sohbetlerimiz
koyulaşıyor. Hayatında ilk kez çalışma saatleri içinde odasından çıkıyor ve şirketin
kafeteryasında bana kahve ısmarlıyor. Başlıyor anlatmaya.
1961’de, duvarın örülmesiyle, o günlerde kız arkadaşı olan
karısı ile nasıl ayrı düştüğünü ve 9 yıl boyunca neler yaşadığını anlatıyor. Birbirlerine
özlemle, duvarın iki tarafındaki binalardan birbirlerini görebilecekleri en
yakın mesafeye nasıl ulaşıp karşılıklı el salladıklarını anlatıyor. 9 yıl böyle
yaşadıktan, mektuplaştıktan sonra karısını bir şekilde Batı Berlin’e kaçırıyor.
“Almanlar’a Almanlar’dan fazla zarar veren olmamıştır” derdi ve bana
hikayelerini anlatırdı. Hiç kimseyle yapmadığı sohbetlerini benimle yapıyordu
ve ben Cenevre’den ayrılırken bir veda yemeği düzenlendi. Araba meraklısıydı. Çok
özel günlerde çıkardığı üstü açık arabası ile beni yemek yiyeceğimiz yere
götürdü. Yaş farkımız büyüktü ama çok keyifli bir dostluk yakalamıştık ve bana Almanya’yı,
Berlin’i anlatırdı sık sık. Çok şey öğrendim kendisinden. Almanya’ya tatil için
dahi gitmiyordu ve geçmişte yaşadığı acıları anlatabildiği, içini boşaltabildiği bir
arkadaş bulduğunu hissettiriyordu bana. Merakla, ilgiyle ve duygularımla
dinliyordum kendisini.
Berlin’den dönüş vakti gelmişti. 1979 yılına Regensburg’ta
girecektik. Öyle de oldu ama nasıl. Kar, tipiye dönmüştü. Bana düşen görev,
kardeşimi uyanık tutmaktı. Uyursa, donabilirdi. Görüş mesafesi, arabanın ucunu
ancak görebilecek kadardı. Babam soğuk terler döküyor, annem ise kendisine yolu
mümkün olduğu kadar görebilsin diye camların buharını siliyor, destek olmaya
çalışıyordu. “Biz bu deliliği nasıl yaptık” diye konuşacaklardı yıllar sonra
ama geçmişi anmak keyifliydi. Biri 29, diğeri 33 yaşındaydı. Benim bugünkü
yaşımdan bir hayli küçüklerdi. Anlamak lazım gençleri elbet. Yapmışlardı bir
delilik. Kardeşimin hayatını kurtarmak da bana düşmüştü.
Kassel civarına nasıl ulaştıysak, aniden indiren yağmurla
rahatlayan annem ve babam ve kardeşimi kurtarma çabasının psikolojik yorgunluğundan
kurtulan ben. Regensburg’a havai fişeklerinin altında girişimiz. Üniversite
kampüsünde öğrenciler ve öğretim üyeleri ile 31 Aralık 1978.
43 yıl önce bugün. Biraz tarih, biraz anılar ve benden
sonraya aktarabileceğim, aktarmak istediğim anılar, hikayeler.
Gecenin en karanlık anı, şafak vaktine en yakın andır.
Yorumlar
Yorum Gönder