Nicole
Kidman başrolde. Gertrude Bell'i canlandırıyor. Gertrude Bell, 100 yıl kadar önce
Ortadoğu'da gezinmiş bir İngiliz ajanı. Aynı zamanda, bir arkeolog ve yazar.
Bir insanın tek başına Ortadoğu'da dolaşması hiçbir dönemde kolay bir iş
değildir. Fakat Gertrude Bell bu işi başarıyor. Üstelik, geliştirdiği
ilişkilerle öyle bir noktaya geliyor ki, Ürdün ve Irak'ın yönetimlerini
belirliyor ve haritalarını çiziyor. 1921'de, Kral Faysal'ın Irak'ın başına
geçmesini sağlıyor.
Çöl Kraliçesi (Queen of the Desert) filminde Gertrude Bell'in tarihsel önemi konusundaki vurgu zayıf kalmış. Nicole Kidman'ın başarılı oyunculuğunun hakkını vermek lazım ama epik biyografi türündeki filmin yönetmeni Werner Herzog, Gertrude Bell'in maceracı yönüne çok ağırlık vermiş. Dolayısıyla film, Gertrude Bell'in Ortadoğu siyaseti için önemini yeteri kadar ortaya çıkaramamış. Film, yine de izlemeye değer.
Ortadoğu, sürekli olarak sorunlu bir bölge. Böyle kalmaya da devam edecek. Ülkelerin ve insanların kendi geleceklerini kendileri belirlemeleri gerekiyor. Fakat, uluslararası ilişkilerin mantığı buna izin vermiyor. Uluslararası ilişkiler, insan adlı yaratığın mantığı ile şekillendiğine göre, insanlığın mantığı sorunlu. Gertrude Bell de bir ülkenin kendi kaderini kendisinin belirlemesine engel olan güçlerin bir temsilcisi.
Her ulus, kendi kaderini belirlemek konusunda çok istekli mi? Yani, bağımsızlık düşkünü mü? Hayır. Tuhaf ama gerçek bu! Yaşamımda, pek çok 3. dünya ülkesinden insanlarla diyaloglarımda gözlerimle, kulaklarımla ve beynimle şahit oldum ki gelişmiş ülkelerin sömürgesi olmaktan çıktıkları için kendilerini zamanında sömürenlerin ülkelerini terk etmiş olmalarına kızgın insanlar var. Sudanlı’ların önemli bir bölümü, bugün içinde bulundukları ilkel koşulları İngiltere'nin 1955'te ülkeyi terk etmesine bağlıyor ve bu nedenle İngilizler’e kızgınlar.
Gertrude Bell'in mirası bugün dahi Irak'ta hissedilebiliyor. Fakat, yakın geçmişte bugünkü Irak'ın siyasi, etnik ve coğrafi durumunu en derinden etkilemiş olan kişi hiç kuşku yok ki Saddam Hüseyin'dir.
Saddam'ın Irak'ı Sünniler için herhangi bir tehdit oluşturmayan ama Kürtler ve Şiiler için son derece ağır sosyal ve siyasi koşulların geçerli olduğu bir dönemi hakim kıldı. Irak'ın bugünkü fiili bölünmüşlüğünün temelinde Saddam'ın yarattığı ortam var. Irak, üçe bölünmüş durumda. Irak'ı oluşturan bu üç temel unsur ülkeyi yönetmenin peşinde.
2014'te başbakanlığı bırakmış olan Nuri Kamal al-Maliki'nin The New York Times'a verdiği bir röportajı okumuştum. Maliki, bu üç unsurun birbirlerine karşı olan kızgınlıklarını ve mağduriyet hislerini başbakanlık görevinde bulunduğu sırada yatıştıramadığını, buna gücünün yetmemiş olduğunu anlatıyordu. Maliki, bir Şii idi ve 1920'lerde İngilizler’e karşı gerçekleştirilen ayaklanmalarda görev almış bir dedenin torunu idi.
Irak, IŞİD'in ortaya çıkmasıyla çözümü çok daha karmaşık bir problemin içinde buldu kendini. Askeri açıdan IŞİD ile mücadele, ekonomik açıdan ağır sorunlar. Üstelik, dünyanın önemli bir petrol ülkesi.
Dünya'nın uluslararası politikadaki hakimiyeti İngiltere'den ABD'ye geçince, Irak'ın kaderi ABD'nin ellerine teslim oldu. 2003'te Irak'ı işgal eden ABD, 2011'in sonlarında Irak'taki askeri gücünü tamamen geri çekmişti. Ancak, IŞİD'in Irak'ı işgali karşısında ABD geri dönmek durumunda kaldı.
Irak, kendi kendini yönetemiyor. Kuzey Irak yarı bağımsız bir Kürt devleti konumunda. ABD, Bush ile demokrasi götürmek için Irak'ı işgal etmişti. Gerçi Alan Greenspan, The Age of Turbulance adlı kitabının bazı satırlarında temel amacın petrolün dinamiklerini kontrol etmek olduğunu yazmıştı ama bütün küresel güçler Irak'a demokrasinin götürülüyor olduğunu pompaladılar. Bu arada, yer altında gizli nükleer silahlar bulunduğu iddiaları da palavradan ibaret çıkmıştı. Hatta, bu hikaye üzerine de filmler çekildi. Amaç, demokrasi (!).
Irak parlamentosunun milletvekilleri dünyanın en yüksek maaş veren parlamentolarından birinin milletvekilleri olma özelliğine sahipler. Yani siyaset, geçim amacıyla yürütülen bir faaliyet haline gelmiş durumda. Siyasi ahlaksızlık yüksek seviyelerde. Dolayısıyla, Irak'ın askeri, ekonomik ve siyasi sorunlarını çözebilecek bir irade bulunmuyor. Bu nedenle de sürekli olarak dış güçlerin egemenliğinde bir Irak 100 yıldır yaşamaya çalışıyor.
Gertrude Bell'in cenaze törenini balkonundan izlemişti Kral Faysal. Gertrude Bell, Bağdat'ta defnediliyor 1926'da. Burası Ortadoğu. Burada kargaşa, kan ve gözyaşı var. Burasının sınırlarını, 100 yıl önce İngiltere ve Fransa çizdi. Bugün ise ABD’nin dizayn ettiği, dengeleri değiştirdiği bir sosyoloji ve siyaset var.
Kendi ülkesinin haysiyetini düşünmeyenler demokrasiyi sevmiyorlar. Kendi egemenliklerinin yarattığı güç ile koyuyorlar kuralları. Siyasi ahlak ve toplumsal ahlak da çöküyor zamanla. Birileri gelip yönetiyor ülkeyi. Sınırları çiziyorlar, başbakanları atıyorlar, pek çok konuda uzmanlaşmış olma özelliklerini kullanarak telkinlerde (!) bulunuyorlar.
Demokrasiyi kaybetmek, toplumları boğmak ve ifade özgürlüğünü yok etmek aslında bir ülkenin ulusal egemenlikten çıkması anlamına geliyor. Zira, uluslararası ilişkiler gösteriyor ki, birileri demokrasi adı altında yardıma (!) gelmeye çalışıyor.
Atatürk'e duyduğum saygıyı bugünün ve son 100 yılın Ortadoğu'sundan daha iyi ne anlatabilir?
Çöl Kraliçesi (Queen of the Desert) filminde Gertrude Bell'in tarihsel önemi konusundaki vurgu zayıf kalmış. Nicole Kidman'ın başarılı oyunculuğunun hakkını vermek lazım ama epik biyografi türündeki filmin yönetmeni Werner Herzog, Gertrude Bell'in maceracı yönüne çok ağırlık vermiş. Dolayısıyla film, Gertrude Bell'in Ortadoğu siyaseti için önemini yeteri kadar ortaya çıkaramamış. Film, yine de izlemeye değer.
Ortadoğu, sürekli olarak sorunlu bir bölge. Böyle kalmaya da devam edecek. Ülkelerin ve insanların kendi geleceklerini kendileri belirlemeleri gerekiyor. Fakat, uluslararası ilişkilerin mantığı buna izin vermiyor. Uluslararası ilişkiler, insan adlı yaratığın mantığı ile şekillendiğine göre, insanlığın mantığı sorunlu. Gertrude Bell de bir ülkenin kendi kaderini kendisinin belirlemesine engel olan güçlerin bir temsilcisi.
Her ulus, kendi kaderini belirlemek konusunda çok istekli mi? Yani, bağımsızlık düşkünü mü? Hayır. Tuhaf ama gerçek bu! Yaşamımda, pek çok 3. dünya ülkesinden insanlarla diyaloglarımda gözlerimle, kulaklarımla ve beynimle şahit oldum ki gelişmiş ülkelerin sömürgesi olmaktan çıktıkları için kendilerini zamanında sömürenlerin ülkelerini terk etmiş olmalarına kızgın insanlar var. Sudanlı’ların önemli bir bölümü, bugün içinde bulundukları ilkel koşulları İngiltere'nin 1955'te ülkeyi terk etmesine bağlıyor ve bu nedenle İngilizler’e kızgınlar.
Gertrude Bell'in mirası bugün dahi Irak'ta hissedilebiliyor. Fakat, yakın geçmişte bugünkü Irak'ın siyasi, etnik ve coğrafi durumunu en derinden etkilemiş olan kişi hiç kuşku yok ki Saddam Hüseyin'dir.
Saddam'ın Irak'ı Sünniler için herhangi bir tehdit oluşturmayan ama Kürtler ve Şiiler için son derece ağır sosyal ve siyasi koşulların geçerli olduğu bir dönemi hakim kıldı. Irak'ın bugünkü fiili bölünmüşlüğünün temelinde Saddam'ın yarattığı ortam var. Irak, üçe bölünmüş durumda. Irak'ı oluşturan bu üç temel unsur ülkeyi yönetmenin peşinde.
2014'te başbakanlığı bırakmış olan Nuri Kamal al-Maliki'nin The New York Times'a verdiği bir röportajı okumuştum. Maliki, bu üç unsurun birbirlerine karşı olan kızgınlıklarını ve mağduriyet hislerini başbakanlık görevinde bulunduğu sırada yatıştıramadığını, buna gücünün yetmemiş olduğunu anlatıyordu. Maliki, bir Şii idi ve 1920'lerde İngilizler’e karşı gerçekleştirilen ayaklanmalarda görev almış bir dedenin torunu idi.
Irak, IŞİD'in ortaya çıkmasıyla çözümü çok daha karmaşık bir problemin içinde buldu kendini. Askeri açıdan IŞİD ile mücadele, ekonomik açıdan ağır sorunlar. Üstelik, dünyanın önemli bir petrol ülkesi.
Dünya'nın uluslararası politikadaki hakimiyeti İngiltere'den ABD'ye geçince, Irak'ın kaderi ABD'nin ellerine teslim oldu. 2003'te Irak'ı işgal eden ABD, 2011'in sonlarında Irak'taki askeri gücünü tamamen geri çekmişti. Ancak, IŞİD'in Irak'ı işgali karşısında ABD geri dönmek durumunda kaldı.
Irak, kendi kendini yönetemiyor. Kuzey Irak yarı bağımsız bir Kürt devleti konumunda. ABD, Bush ile demokrasi götürmek için Irak'ı işgal etmişti. Gerçi Alan Greenspan, The Age of Turbulance adlı kitabının bazı satırlarında temel amacın petrolün dinamiklerini kontrol etmek olduğunu yazmıştı ama bütün küresel güçler Irak'a demokrasinin götürülüyor olduğunu pompaladılar. Bu arada, yer altında gizli nükleer silahlar bulunduğu iddiaları da palavradan ibaret çıkmıştı. Hatta, bu hikaye üzerine de filmler çekildi. Amaç, demokrasi (!).
Irak parlamentosunun milletvekilleri dünyanın en yüksek maaş veren parlamentolarından birinin milletvekilleri olma özelliğine sahipler. Yani siyaset, geçim amacıyla yürütülen bir faaliyet haline gelmiş durumda. Siyasi ahlaksızlık yüksek seviyelerde. Dolayısıyla, Irak'ın askeri, ekonomik ve siyasi sorunlarını çözebilecek bir irade bulunmuyor. Bu nedenle de sürekli olarak dış güçlerin egemenliğinde bir Irak 100 yıldır yaşamaya çalışıyor.
Gertrude Bell'in cenaze törenini balkonundan izlemişti Kral Faysal. Gertrude Bell, Bağdat'ta defnediliyor 1926'da. Burası Ortadoğu. Burada kargaşa, kan ve gözyaşı var. Burasının sınırlarını, 100 yıl önce İngiltere ve Fransa çizdi. Bugün ise ABD’nin dizayn ettiği, dengeleri değiştirdiği bir sosyoloji ve siyaset var.
Kendi ülkesinin haysiyetini düşünmeyenler demokrasiyi sevmiyorlar. Kendi egemenliklerinin yarattığı güç ile koyuyorlar kuralları. Siyasi ahlak ve toplumsal ahlak da çöküyor zamanla. Birileri gelip yönetiyor ülkeyi. Sınırları çiziyorlar, başbakanları atıyorlar, pek çok konuda uzmanlaşmış olma özelliklerini kullanarak telkinlerde (!) bulunuyorlar.
Demokrasiyi kaybetmek, toplumları boğmak ve ifade özgürlüğünü yok etmek aslında bir ülkenin ulusal egemenlikten çıkması anlamına geliyor. Zira, uluslararası ilişkiler gösteriyor ki, birileri demokrasi adı altında yardıma (!) gelmeye çalışıyor.
Atatürk'e duyduğum saygıyı bugünün ve son 100 yılın Ortadoğu'sundan daha iyi ne anlatabilir?
Yorumlar
Yorum Gönder