Ana içeriğe atla

İçi Boşalan Sanat

Kültürün içi boşaldı. Kültürel kavramların neredeyse tamamı ticari meta haline dönüştürüldü. Alınıyorlar ve satılıyorlar. İnsanlar sadece eğleniyorsa, sorun yok. Üretimleri devam ediyor. İçerik, önemini kaybetti.

Duyguların, düşüncelerin yarattığı bir kavramdır kültür. İnsanın kendini ifade edişidir. Bazen müziktir, bazen resim. Bazen heykeldir, bazen şiir. Bazen de tiyatro.

Ortaokul ve lise yıllarımda iken kravat ve ceket ile gidilirdi tiyatroya. Şehir tiyatroları, devlet tiyatrosu ve bazı özel tiyatrolar sürekli merceğimdeydi. Ekim ayından itibaren her ay gazetelerden oyunları takip eder, bir ay boyunca gideceğim oyunların biletlerini her ayın başında alırdım. Böylece, bütün kış aylarım sanatla dolu geçerdi.

Üniversite yıllarımda, İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin gençlik korosunda her çarşamba akşamı ve cumartesi sabahı provalarımız olurdu. O günlerde, bütün opera temsilleri ve konserler de ücretsiz olarak girmişti hayatıma. Sanat, hayatımın önemli bir bölümünü işgal ediyordu ve bu durumdan büyük bir keyif alıyordum.

Lise yıllarımın edebiyat derslerini çok özel bir tadla anımsıyorum. Edebiyat ve matematik en sevdiğim derslerimdi. Kabataş Erkek Lisesi'nde, Oktay Tuncer ve Aysen Erensoy'un derslerindeki edebiyat konularının içinde tiyatro adeta oynanıyordu. Her şiir, her roman adeta yaşanarak sindiriliyordu.

Tiyatro, antik Yunan ile başlıyor. Amfi tiyatroların görkemli ve heybetli mimarisi antik Yunan'da tiyatronun ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu anlatıyor. Aiskylos, Sophokles ve Euripides o çağın tiyatrosunun dev isimleri. Onların eserleri Romantik Dönem Avrupa'sına ilham kaynağı oluyor. Sadece tiyatroyu değil, sanatın her dalını etkiliyor. İnsanlık, kendi medeniyetine geçmişte yaptığı katkıları zaman zaman unutabiliyor. Üstelik, birkaç yüzyıl boyunca. Muazzam bir Yunan tiyatrosunun başka bir medeniyet formatıyla yeniden insanlığın emrine girmesi uzun bir zaman alıyor.

Tiyatro, daha çok batının geliştirdiği bir kültür. Türkler’in Orta Asya'da iken gerçekleştirdikleri bazı törenler tiyatroyu andırsa da, batının yarattığı, geliştirdiği ve bugün anladığımız anlamdaki tiyatronun temelleriyle pek ilgisi yok. Geleneksel Türk tiyatrosu olarak adlandırabileceğimiz tiyatronun da beni pek tatmin edebildiğini söyleyemem. Yani, meddah, orta oyunu (halk tuluat tiyatrosu) gibi türlerin batının ürettiği tiyatro türünün yanında hem içerik, hem de görsellik açısından son derece zayıf kaldığını düşünmüşümdür hep. Bu nedenle, pek ilgimi çekmemiştir.

Sanatın ruhunda eleştirmek vardır. Tiyatronun da bir felsefesi vardır. Farklı türlerinin olması, kendi içindeki felsefi renkleri ve anlatım biçimlerini yansıtır. Bu nedenle, tiyatronun ve sanatın pekçok başka türü her toplumda başta siyasetçiler olmak üzere birilerini rahatsız edegelmiştir. Yine bu nedenledir ki, şiirler, romanlar, tiyatrolar farklı ülkelerde, farklı kültürel ve siyasi anlayışların hakim olduğu dönemlerde yasaklanabilmiştir.

Her sanat eseri çok mu önemli ve değerlidir? Elbette ki hayır. Felsefesinde özgürlük, barış, eşitlik ve adalet, demokrasi, insan hakları, doğa ve hayvan sevgisi olmayan ya da bu kavramlara karşı gelen her tiyatro veya başka bir sanat dalı önemsiz değilse de değersizdir. Önemsiz olmayabilir. Çünkü, bazı değersiz şeylerin toplumların bazı travma dönemlerinde etki gücü yüksek olabiliyor. Bu durumda, değersiz olan herhangi bir şey önemli bir noktada kendine yer bulabiliyor.

Günümüzün pop kültür hakim dünyasında kültürün içi boşaldı. Duygular, düşünceler ve bunların ifade ediliş biçimi olan sanat ticarileşti. Günümüz ifadesinden kastım, özellikle 1980'lerden sonrası. Yani, neredeyse her toplumsal kavramın ya da olayın sadece kapitalist süreçlerle anlam bulabildiği düşünülen hastalıklı dönemi kastediyorum.

Teknolojinin ve bilgi teknolojilerinin hızlı gelişimi sanata zarar vermiş ya da sanatı çökertmiş olabilir mi? Sadece ve sadece eğlence amaçlı görsel unsurların insan yaşamının her anına nüfuz ettiği bir gerçek. Ürettiğimiz sanatın yine görselliği dijital ortamda anında Dünya'nın her yerine ulaştıran araçlar nedeniyle süratle ulaşılabilir, izlenebilir hale geldiği de bir gerçek. Fakat, şiir yine şiir. Roman, yine roman. Tiyatro da yine tiyatro.

Belki, eskiden olduğu gibi takım elbiseleri çekip gitmiyoruz tiyatrolara. Konserler eskisi kadar ilgi görmeyebiliyor. Özellikle, 20'li yaşlardaki genç insanların sanatı ele alış ve algılayış biçimine bakıyorum. İzleme, takip etme ve yaratma yöntemleri değişti ama duygu ve düşünceleri ifade etmenin sanatsal formları aynı ve değişmeyecek.

Herşey ama herşey bir yana, artık bu yerküre çok kalabalık. Kalabalığın doyması için azalan kaynakların daha verimli kullanılması lazım. Daha vahşi ve daha kapitalist bir yerkürede sanat, sanat için değil, halk için yapılıyor. Yani, ne satarsa o. Formatlara takılmayalım. Peki. Ama, içerikte geçmişten kalanlarla idare edilmekte.

Geçmiş deyince, Tolstoy geliyor aklıma. Sanat Nedir adlı eseri nedeniyle Tolstoy. Sanatı, sanatçının duygularının ve düşüncelerinin izleyene, dinleyene, okuyana aktarımı olarak tanımlıyor. Ancak, 19. yüzyılın koşullarında, O da sanatın içinin boşalmasından şikayetçi. Zengin bir sınıfın eğlencesi haline dönüşen ve sanat okullarıyla da desteklenen bu süreci hiç sempatiyle karşılamıyor. Hatta, bazı büyük isimlerin eserlerine değersiz, safsata gibi ifadeler kullanıyor. Tolstoy’un yaklaşık 150 sene önce anlattıkları Adorno’nun kültür eleştirilerine kadar uzanıyor.

Ben de, kişisel gözlemlerimle sanatın kapitalist dünyada içinin boşaldığını biraz Tolstoy, biraz Adorno gözünden yorumlamaya çalışıyorum. Çok derin bir konu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo