Ana içeriğe atla

Sıkılaşma Yaratmayan Parasal Sıkılaşma Önlemleri

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, Temmuz ayından bu yana ortalama fonlama faizini sürekli olarak artırıyor. 3 Kasım 2020 akşamı itibarıyla %13.94’e gelmiş bir oran söz konusu. Bu oran, son olarak 4 Kasım 2019 günü oluşmuş bir oran. Yani, tam bir yıl önce. 16 Temmuz 2020 günü ise, %7.34 idi. O günden bu yana 6.6 puanlık bir artış söz konusu ve TCMB’nin son dönemde ortaya koyduğu politika modeline bakarak bu artışların devam edeceğini anlamaktayız. Ortalama fonlama faizinin %7’li seviyelerde oluşturulduğu en son verilere ulaşmak istediğimizde, Ekim 2016’ya gitmemiz gerekiyor ki 2016’da, 15 Temmuz darbe girişiminin ekonomide yaşattığı olumsuz etkileri hatırlamak gerekiyor.

TCMB tarafından atılan faiz artırma adımlarının normal şartlar altında son derece önemli bir sıkılaşma ifade ettiği iddia edilebilirdi. Sıkılaşmanın vermesi gereken sonuç, kredi hacminde oluşan daralma sonucunda fiyatlar genel düzeyinin artış hızında bir yavaşlamadır. Diğer bir ifadeyle, enflasyonun düşmesidir. Ancak, TCMB’nin faiz artırımları herhangi bir parasal sıkılaşma politikasının ortaya koyması gereken sonuçları yaratmıyor. Yani, parasal sıkılaşmanın gerçekleştiğine dair herhangi bir belirti görülemiyor.

Temel işlevi parasal istikrarı sağlamak olan TCMB, parasal istikrarı sağlayamıyor.

TÜİK verilerine göre Ocak-Ekim 2020 döneminin ay bazında yıllık enflasyon oranları şöyle:

Ay                   Enflasyon (%)

Ocak              12.15

Şubat             12.37

Mart               11.86

Nisan             10.94

Mayıs             11.39

Haziran          12.62

Temmuz         11.76

Ağustos          11.77

Eylül               11.76

Ekim               11.89 

TCMB’nin 2020 yılı içindeki enflasyon raporlarında 2020 sonu için beklentilerinin önce %7.4, sonra %8.9 ve son olarak da %12.1 olarak oluştuğunu bu verilerin ışığında not etmek gerekiyor. Yani TCMB, piyasa beklentilerinden kopuk bir enflasyon beklentisini ancak 2020’nin kapanışına yakın bir tarihte yıl içinde gerçekleşen seviyelere getirebildi. Bu, TCMB’nin kredibilitesi açısından olumsuz bir durum ortaya koydu.

TCMB’nin faiz artırımlarının fiyat istikrarı adına herhangi bir sıkılaşma etkisi yapamamasının temel nedeni para politikası uygulamasının yanlış dizayn edilmiş olmasından kaynaklanıyor. Temmuz ayından bu yana 6.6 puanlık faiz artışına rağmen enflasyonun TÜİK verilerine göre ortaya koyduğu manzara yukarıdaki tabloda görülüyor. Nitekim, TCMB de Para Politikası Kurulu toplantıları sonrasında yayınladığı yazılı metinlerde enflasyona dair gelişmelerin kendi beklentileriyle paralel gitmediğini ifade ediyor.

Para politikası, merkez bankasının kendi tanımladığı ana politika kanalından çalışmıyor. TCMB, dün bankalar arası piyasadaki işlemleri sıfırlıyor, bugün swap faizlerini yükseltiyor ama Türk Lirası’na güveni Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları nezdinde dahi tesis edemiyor. Yabancı para cinsinden mevduat düzeyi tarihi olarak en yüksek seviyelerde seyrediyor. Kredibilite kaybının uluslararası yatırımcı nezdindeki yansımalarını Borsa İstanbul’dan ve bono/tahvil piyasasından yabancı yatırımcıların çıkışlarına dair veriler ve CDS primleri üzerinden takip edebiliyoruz.

Bankalar, geç likidite penceresi adı verilen ve nakit akışını yönetmekte yetersiz kalmış bankaların başvurmak zorunda kaldıkları bir kanal üzerinden fonlama yapmaya ittiriliyor. Son olarak, enflasyon raporu sunumunda TCMB’nin herhangi bir kur hedefi olmadığı yönündeki açıklamalar da önemli ölçüde kredibilite kaybı yarattı. Çünkü, TCMB’nin önemli ölçüde düşürdüğü döviz rezervlerinin hangi amaçla kullanıldığını sorgulattı.

Türkiye, uzun yıllar kısa vadeli yabancı sermaye bağımlısı olarak yaşadı. Şimdi, bunu kaybediyor ama uzun vadeli yabancı sermayeyi ülkeye çekecek hiçbir hazırlık yapılmadı. Bu nedenle, kısa vadeli yabancı sermayeyi kaybetmenin kur üzerinde yarattığı olumsuz etkiler, dışa bağımlı üretim yapısı nedeniyle maliyet enflasyonu yaratıyor. Bu nedenledir ki, kredibilitesi olmayan bir para politikası uygulamasının faizi artırmak yönündeki hamleleri talebi kısarak enflasyonu baskılayacak etkileri tetiklemiyor. Yanlış para politikası dizaynı ve yöntemleriyle faiz artırımının etkisi kuru tutamamak yönünde oluyor ve bu nedenle de enflasyonu kontrol altına aldırmıyor. Bir bakış açısıyla ülke ekonomisi boşuna kur artışının yarattığı maliyetlere ve bu durumun yol açtığı finansman maliyetleri artışlarına katlanmak zorunda kalıyor. Bu gidişat, ülke sanayiinin serbest nakit akışı yaratmasını ve bu yolla yatırım talebi yaratmasını engelliyor.

TCMB, yukarıda anlatılan ama 2018’den bu yana yoğunlaşan tarzdaki para politikası uygulamalarına yıllardır başvuruyor. Doğru zamanda atılacak küçük adımların yaratacağı düşük oranlı finansman maliyeti artışlarıyla maliyet kanalı üzerinden enflasyonu kontrol altında tutmak ve para politikasının kredibilitesini tesis etmek mümkünken, bu yolla yıllardır başvurulmuyor. Durum, geçmişte faizin inmesi gerektiği zamanlarda Türkiye’nin bu fırsatlardan yararlanamamasına da neden olmuştu.

Yıllar itibarıyla USD/TL kurunun gelişimi, bir trend niteliğinde manzarayı ortaya koyuyor:

                         USD/TL         Artış (%)

2 Ocak 2014      2.18               

2 Ocak 2015      2.35                  7.8

4 Ocak 2016      2.95                25.5

2 Ocak 2017      3.54                20.0

2 Ocak 2018      3.77                  6.5

2 Ocak 2019      5.34                41.6

2 Ocak 2020      5.96                11.6

3 Kasım 2020    8.42                41.3

Çok sayıda ekonomi tarihi çalışmaları bir ülkenin para biriminin yabancı para birimleri karşısında yılda %20 ve üzerinde değer kaybını kur krizleri başlıkları altında analiz etmekteler. Zira, kurların özellikle dışa bağımlı üretim yapılarında maliyet kanalı üzerinden etkisi büyük oluyor.

Türkiye, mevcut üretim yapısıyla kurdaki yükselişlerin bir ihracat artışı yaratmasını bekleyebilir ki ihracatta artış da gerçekleşiyor ama ihracatın tetiklediği ithalat tarafıyla ilgilenmiyor. Üstelik, mevcut küresel koşullarda, iktisat literatüründe Marshal Lerner Koşulu olarak bilinen teorik anlatıma atıfta bulunmak zorundayız ki bunu da bir sonraki yazının konusu yapalım.

ABD seçimlerinin kur üzerindeki etkisi ise yukarıda anlatılanların yanında son derece sınırlı. Seçim geçtikten sonra kurda seçimin bitmesi nedeniyle bir düşüş görmeyeceğiz. Türkiye, kendi hikayesini kendisi yaşıyor. Yukarıdaki kur tablosu, zaman zaman duraklayan artışlara işaret ediyor ama yıllar itibarıyla trend sürekli yukarıya gidişe işaret ediyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo