Dış mihraklar söylemine tutunmak, Türkiye’de
siyasetin popülizme başvurulduğunda sıkça kullandığı yöntemlerden biridir. Bugünkü
iktidarın kimlik siyaseti çerçevesinde bu yöntemin seçmen nezdinde işe yaradığı
görülüyor.
Son yılların kur krizleri toplumsal dikkati ekonomi
politikalarına yoğunlaştırıyor. Uluslararası politikada, başta ABD olmak üzere
herhangi bir ülkeyle yaşanan bir gerilim, dış mihraklar söyleminin bir ispatı
olarak iktidar tarafından kullanılıyor.
Dış mihrak olarak görülenler, kurun yükselmesinde
kısmi olarak pay sahibi olan uluslararası sermaye sahipleri. Yabancı para
talebi yaratarak kuru yükselten diğer bir kesim de Türk vatandaşları. Zira,
Türk Lirası’na güven duymuyorlar. Tasarrufunu yabancı para mevduatta
değerlendirenlerin arasında dış mihraklar söylemini benimseyip iktidarın
seçmeni olanlar elbette ki var.
Konuyu, siyasetin popülizminden kurtararak tarihsel
ve bilimsel bir perspektiften ele alalım.
Dünya, 2. Dünya Savaşı’ndan (1939-1945) ağır
bir ekonomik hasarla çıkmıştı. Savaşa girmeyen ülkeler için de ekonomik
zorluklar büyüktü. Dünya ekonomisini yeniden inşa etmek gerekiyordu. Bu amaçla,
bazı uluslararası kuruluşların yaratılması gerektiği düşünüldü.
1-22 Temmuz 1944 tarihleri arasında ABD’nin New
Hampshire eyaletinin Bretton Woods kasabasında bir konferans düzenlendi. Bu
konferansın kararları, 1970’lerin başlarına kadar dünya ekonomisine yön verdi. IMF
ve Dünya Bankası, Bretton Woods kararları ile kuruldu.
Savaş, Avrupa’da çıkmıştı ama ABD’nin katılması
Aralık 1941 idi. Savaş sonrasında ABD, küresel güç olmak yolunda çok önemli bir
ivme yakaladı. Avrupa’nın yeniden imarında önemli bir rol oynadı. Almanya’nın
anayasasını dahi yazdı.
ABD’nin artan küresel nüfuzu ile Bretton
Woods’ta alınan kararlar arasında bir paralellik bulunuyordu. IMF ve Dünya
Bankası üyeliği olan ülkelerin kurları ABD Doları’na endekslenmişti. ABD
Doları’nın değeri ise, altın ile arasındaki sabit bir fiyata bağlanarak altın
döviz standardı oluşturuluyordu. ABD Doları, dünya ekonomisinin parasal düzeninde
belirleyici bir role ulaşıyordu.
1970’lerin başlarında, dünya ekonomisi yeni bir
durum ile karşılaştı. O güne kadar, ekonomik aktivitenin canlılığı enflasyonda
yükselişe neden oluyordu. Ekonomik aktivitenin canlılığı, işsizliğin düşük
olması demekti. İşsizlik ile enflasyon arasında ters yönlü bir ilişki vardı.
1970’lerin başlarında ortaya çıkan gelişmeler
ile ekonomik aktivitede durgunluk ve dolayısıyla işsizlik ve enflasyon ilk kez
aynı anda görülüyordu. İktisadın o güne kadar tespit etmediği bu yeni durumun
adı enflasyon içinde durgunluk, yani stagflasyondu ve Bretton Woods düzeninin
terk edilmesi zorunluluğunu beraberinde getiriyordu.
Bretton Woods düzeninde finansal piyasalar
bugünkü yapı ve uluslararası yaygınlık düzeyinden çok uzaktı. Finansal
baskılama adı verilen yöntemler uygulanıyordu. Dünya genelinde faiz oranları
beklenen enflasyon oranının altında idi. Yani, “reel faiz negatif” düzeydeydi.
Savaştan sonra, ekonomilerin toparlanması gerekiyordu.
Borcun maliyetinin, yani faiz oranının olabildiğince düşük tutulması
gerekiyordu. Finansal baskılama yöntemleri, faize tavan uygulanması, kamu
kesimine kaynak aktarılmasına yönelik düzenlemeler, finans sektöründe yatırım
yapılmasının bazı durumlarda engellenmesi gibi önlemler içeriyordu.
Faize tavan uygulanmasının bugün neden itiraz
oluşturduğuna dair soru işareti olabilir. Kapalı ekonomilerin olduğu bir
dünyada, faiz tavanı uygulaması sorun yaratmıyordu. Bugün olduğu gibi uluslararası
sermaye hareketleri serbest değildi.
Bretton Woods’un 1970’lerin başında çökmesi
üzerine, 1973’te finansal baskılama yöntemlerinin yerini alması gerektiği
düşünülen finansal serbestleşme (liberalizasyon) fikirleri ortaya atıldı. İktisat
yazınında McKinnon-Shaw yaklaşımı olarak anılan bir tez gelişti.
Tez, 1970’lerin başında ortaya çıkan durgunluğu
giderecek bir faiz politikası önerisi getiriyordu. Finansal baskılama
uygulamalarının terk edilmesiyle, faiz oranı piyasa koşullarında
belirlenecekti. Faiz, beklenen enflasyonun üzerine çıkacaktı. Negatif olan reel
faiz, pozitif bir düzeye çıkacaktı. Çünkü, tasarruf sahipleri enflasyonun üzerinde
getiri talep edecekti. “Pozitif reel faiz” ile beklenen sonuçlar sıralanıyordu.
Pozitif reel faiz ile tasarruflar artacak,
tüketim azalacak, sermaye birikimi artacak ve kaynakların etkin dağılımı söz
konusu olacaktı.
1973’te ortaya atılan finansal serbestleşme
tezi, 1980’lerin liberalleşme havası, duvarların yıkılması, komünist ve
sosyalist rejimlerin yok olması ve küreselleşme olgusunun gelişmesi ile
uygulama buldu. Sürecin küresel politik liderliğini dönemin ABD başkanı Reagan
ve İngiltere başbakanı Thatcher yaptı. Türkiye’de ise, bu yeni anlayışın uygulayıcısı
başbakan Özal oldu.
Finansal serbestleşme, sermaye ihtiyacı olan ve
reel faizin pozitif olduğu ülkelere tasarruf akışı sağlayacaktı. Tasarruflar,
gittikleri ülkede sermaye birikimi yaratacak ve büyüme sağlanacaktı.
Finansal baskılama, gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerde (GOÜ) uygulama bulmuştu. Ülkeler arasında farklılık gösteren
baskılama yöntemleri uygulansa da, uluslararası sermayenin sınırlar ötesine
yönelmesi söz konusu değildi. Sermaye kontrolleri ve kontrollü kur rejimleri
söz konusu idi. Bugün sermaye kontrolleri yok ve kur rejimleri kontrollü değil,
serbest.
GOÜ’lerin dış tasarrufları kendilerine çekerek
büyüme yaratacakları düşünülürken, teorinin beklemediği bazı süreçler çalışmaya
başladı.
Teorinin anlattığı yabancı sermaye, finansal
piyasalarda var olan ve portföy yatırımı olarak adlandırılan yabancı sermaye
idi. Finansal serbestleşmeye konu olan sermaye, kısa vadeli idi. Portföy
yatırımları, üretim kapasitelerinin yaratıldığı ve doğrudan yatırım olarak
adlandırılan uzun vadeli yabancı sermaye değildi.
Finansal serbestleşme ile ilgili çok sayıda
bilimsel makale üretildi ve GOÜ’ler üzerindeki etkileri analiz edildi. Kısa
vadeli sermayenin GOÜ’lere hızlı giriş ve çıkışlarının yüksek oynaklığa neden
olabildiği tespit edildi. GOÜ’lerde fiziki sermayenin ve nitelikli insan
kaynağının yetersizliği, bu sermeyenin verimli kullanılamamasına da yol açıyordu.
Kısa vadeli sermaye, uzun vadeli fiziki yatırımları finanse edemeyeceği için,
bazı GOÜ’lerde tüketimin finanse edilmesine neden oldu. Kısa vadeli sermaye ile
uzun vadeli yatırımları finanse etmeyi tercih edenler için çok yüksek riskler söz
konusuydu. Bu ülkelerde, ekonomi dışında oluşabilen riskler de kısa vadeli
sermayenin bir anda o ülkeden çıkmasına yol açabiliyordu. Dolayısıyla, uzun
vadeli yatırımların kısa vadeli sermaye ile finansmanı, kısa vadeli sermayeye
bağımlı hale gelmek anlamını taşıyordu.
Bu yazı, dış mihraklar olarak adlandırılan kısa
vadeli yabancı sermayenin tarihsel süreçte ve küresel boyutta nasıl etkin
konuma geldiğini özetlemeyi amaçlamıştır. Küresel finansal sistemin kendi
içinde yarattığı kırılganlıklar 2008’de Büyük Resesyon ile kendini gösterdi.
GOÜ’ler üzerinde yarattığı olumsuz etkiler ise birkaç on yıldır gözlemleniyor.
Türkiye de kısa vadeli sermaye bağımlılığına
yakalanmış ülkelerden biridir. Uluslararası ilişkiler ülkelerin çıkarları için
oluşturdukları stratejilere dayanır.
Ortada küresel boyutlu bir sorun varken ve bu
soruna çözüm bulmak gerekiyorken, neden Türkiye bu sorunu çözmek için gerekli
ekonomi politikalarını bugüne kadar üretmedi? Neden dış mihraklar söylemine
tutunmak tercih ediliyor ve konunun tarihsel ve küresel boyutu ve çözümün ne
olduğu seçmene anlatılarak Türkiye için bir kalkınma projesi üretilmiyor?
Neredeyse yirmi yıllık bir iktidarın bir
kalkınma projesi üretmeye fazlasıyla zamanı oldu. 2002 ile başlayan dönemin
büyüme hikayesi çok büyük ölçüde kısa vadeli sermayeye dayandırıldı ve mevcut
iktidar o dönemin ekonomik gelişmelerini bir başarı hikayesi olarak seçmene
anlatmayı tercih etti. Yoksa, kısa vadeli yabancı sermaye o tarihlerde dış
mihrak değil miydi?
GOÜ statüsünde olup, bu küresel boyutlu sorun
karşısında doğru analizler ve tespitler yaparak, akılcı stratejiler geliştirip kalkınma
hamlesi yapmış ülkeler de var. Bu konuda, Güldem Atabay’ın aşağıdaki ““Gerçekler-101”:
Güney Kore ihracata dayalı dünya devi bir ekonomi nasıl oldu?” başlıklı yazısını
okumanızı öneririm.
Eğer ki ülkenin insan sermayesine yatırım
yapmıyorsanız, demokrasiyi ve ifade özgürlüğünün gelişmesinden
hoşlanmıyorsanız, bilimsel düşünmeyi terk etmişseniz, ekonomide verimi,
yenilikçiliği, dönüşümü önceliklendirmiyorsanız, uluslararası ilişkilerde tutarlı
ve ülkenin çıkarlarını gözetecek stratejileriniz yoksa, başarısız bir ekonomik
tablo karşısında odağı değiştirecek tek nokta kalır: dış mihraklar.
Kaynaklar:
Finansal
Serbestleşme ve Gelişmekte Olan Ülkeler (arda-tunca.blogspot.com)
Finansal
Serbestleşme: McKinnon-Shaw Yaklaşımı (arda-tunca.blogspot.com)
Finansal
Baskılama (Financial Repression) (arda-tunca.blogspot.com)
Bretton
Woods: 2. Dünya Savaşı Sonrası Uluslararası Ekonomik Düzen
(arda-tunca.blogspot.com)
Not: Bu yazı, 10.12.2021 tarihinde yazılmış ve
daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder