Türkiye ekonomisinde yapılan son
reformlar Kemal Derviş'in ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı yaptığı döneme
denk gelmektedir. Ekonominin günlük siyasetin dalgalı atmosferinden
kurtulmasını sağlayan merkez bankası bağımsızlığı ve mali disiplinin sağlanabilmesi
için atılan adımlar, 2002'de iktidara gelen AKP hükümetlerince zedelenmedi ve
siyasi istikrarın da sayesinde etkinliğini korudu. Ancak, içinde bulunduğumuz
dönemde, bu reform nitelikli adımların ortaya koyduğu düzen terkedilmeye
başlandı. Üstelik, anayasaya göre tarafsız olması gereken cumhurbaşkanı
tarafından. Kişisel beklentim, ekonomi yönetiminde ve siyasi düzende
Türkiye'nin bugünkü atmosfere gireceği yönündeydi. Nitekim, tahminlerimin
gerçekleşmekte olduğunu üzüntüyle izlemekteyim.
Patron merkezli yönetim anlayışı, takım çalışmasını hiçbir şekilde teşvik
etmiyor. Bir kişinin verdiği kararlar mutlak doğru olarak profesyonel kadroya
empoze ediliyor. Böylece, farklı fikirlerin tetikleyebileceği yeni ürünlerin
ortaya çıkması, daha verimli çalışma metotlarının hayata geçirilmesi, daha iyi
finansal yönetim sağlanması, v.b. süreçler ve unsurlar devre dışı kalmış
oluyor. Bu durum, profesyonel kadro içinde yeni fikirlerin üretilmesi konusunda
motivasyonun kırılmasıyla, yeni olan hiçbir fikrin artık gündeme gelmemesi
noktasına kadar varabiliyor.
Patron merkezli karar almanın farklı dereceleri de söz konusu olabiliyor. Yani,
bazı organizasyonlarda fikirler çeşitli toplantılarda masaya getirilebiliyor
ama hep patronun dediği oluyor. Bu durumda da bir organizasyon yenilikçi olma
özelliğini kaybediyor.
Türkiye'deki şirketlerin çoğunun patron merkezli olmasının temelinde,
geleneksel iş yapma modelinin tek ve en doğru model olarak kabul edilmiş olması
yatıyor. Şirketlerin hissedarları genelde aile fertlerinden oluşuyor ve
profesyonelleşme sürecine giren aile şirketlerinin pekçoğunda "şirketin
hakimiyetinin kaybedilmesi" psikolojisi bir noktadan sonra devreye
girebiliyor. Böylece, profesyonelleşme çabaları boşa çıkıyor ve Türkiye'deki
şirketler kurumsallaşamıyor. Ayrıca firmaların çoğu neden profesyonelleşme ve
kurumsallaşma projelerinin içine girdiklerinin farkında dahi olmuyorlar.
Genellikle, yükselen ciroları yönetmenin başka türlü mümkün olmadığı fikrine
kapıldıkları ve işletme yönetimi konusunda zorlandıkları için kurumsallaşma ve
profesyonelleşme süreçlerine giriyorlar.
Kurumsallaşma ve profesyonelleşme süreçlerinde, şirket hissedarlarının
geleneksel düşünmeyi tercih etmesi ve şirketin ellerinden gidiyor olduğu
hissine kapılmalarında yanlış profesyonellerle ve danışmanlarla çalışmaları da
etkin bir rol oynayabiliyor. Çalışma hayatımda o kadar çok danışman adı altında
kişiler gördüm ki, olmayan sorunları var gibi gösterip, sonra da çözmüş gibi
yapıp aile şirketlerinin yükselen yıldızları olabiliyorlar. Ancak, bu
danışmanlık modelinin başarısızlığı ortaya çıkınca, şirket hissedarlarının
kurumsallaşma ve profesyonelleşemeye olan güvenleri sarsılıyor ve proje bir
daha gündeme getirilmemek üzere rafa kalkabiliyor.
Şeffaflık, dürüstlük ve iletişim kanallarının sonuna kadar açık olması her
organizasyonda son derece önemli. Ancak, kurumsallaşan ve profesyonelleşen bir
yapıda iletişim kanallarının nasıl çalışacağının adının konulması gerekiyor.
Zaten "şirketim elden mi gidiyor" diye ifade edebileceğimiz bir ruh
halinde olan hissedarların başarılı bir kurumsallaşma ve profesyonelleşme ile
ellerindeki hisselerin değerinin artacağını süreç boyunca iyi anlamaları
gerekiyor. Burada da görev, danışman ya da profesyonel kişilere düşüyor. Yani,
hangi komiteler ve/veya kurullar hangi sıklıkta toplanacak ve hangi konuları
konuşacak? Bu komitelerin ya da kurulların misyonu ne olacak ve katılımcıları
hangi kişiler değil, fonksiyonlar olacak? Önceden tespit edilen konuların
konuşulması için toplantılarda hangi raporlar hangi içeriklerle hazırlanacak?
Bu sorulara cevaplar bulunmazsa ve toplantılar belli bir prensibe bağlanmazsa,
hissedarlar ile profesyoneller arasında tam bir kaos oluşuyor. Zira, her
hissedarın her an aklına gelen her konuda profesyonel kadro ile konuşması,
günlük operasyonel işleyişlere yönelik olarak fikirler yürütmesi profesyonel
kadro için tam anlamıyla kafa karıştırıcı bir çalışma ortamı yaratıyor. Zira,
farklı hissedarlar, farklı konularda bambaşka fikirlerle profesyonel kadro ile
konuşunca, koordinasyon sağlanması imkansızlaşıyor. Sonuçta, şirketin, eğer
varsa, yazılı vizyonuna ve misyonuna uygun stratejiler geliştirmek mümkün
olamıyor. Ortaya çıkan başarısız süreçten ise herkes birbirini suçlar bir hale
geliyor.
Şeffaflık ve şeffaflığa dayalı iletişim kanalları kullanımının yeni ürünlerin
geliştirilmesinde, doğru insan kaynağının uygun iş profiline göre bulunmasında,
finansal verimliliğin artırılmasında, şirketin dış ilişkilerinde tutarlı bir
iletişim geliştirebilmesinde, doğru üretim modellerini doğru teknolojiler ile
geliştirebilmesinde, kısaca bir işletmenin tüm fonksiyonlarında önemi son
derece büyük. Komiteler ve kurullar ile oluşturulabilen şeffaf iletişim
kanalları sayesinde takım çalışmaları, yeni fikirlerin enine boyuna
tartışılması ve her alanda ilerleme kaydedilmesi, ülke çapında ya da
uluslararası alanda daha rekabetçi olunabilmesi gibi hem işletmelerin hem de
ülkenin kalkınmasına katkı sağlayacak unsurlar koordinasyon içinde bir araya
gelebiliyor.
Kurumsal alt yapının yeniliklere imkan tanımadığı bir organizasyonun bir
ülkenin "büyümesine" katkısı olabiliyor ama kalkınmasına katkısı
neredeyse hiç yok. Türkiye'de finans sektörü ile reel sektör arasındaki
kurumsal yapı gelişmişliği farkı, bu iki sektörün arasındaki bağın da yeterince
güçlü kurulamamasına neden oluyor. Zira, karşılıklı güvene dayanan bu ilişkide
yeteri kadar güven tesis edilemiyor. Bu iki kesim arasındaki ilişkilerin sadece
finansman maliyetlerine dayanmadığının çok iyi bilinmesi gerekiyor. Bankalarla
firmalar arasındaki ilişkileri ele aldığım bir yazımı ayrıca sunmak
isterim: http://ardatunca.blogspot.com.tr/2013/03/banka-firma-iliskileri-yonetimi.html
Türkiye, düşük katma değerli üretimden şikayetçi. Bu şikayetten kurtulmanın
yolunun ekonomide reformlardan geçtiğini biliyoruz. Fakat, bu reformlar
yapılırken - ki reform olup olmadıklarını yasal alt yapıyı görünce anlayacağız
- kurumsal alt yapımızın durumu nedir? Bu konuda, reel sektörün durumunun hiç
iç açıcı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Gözlemlerimi yukarıda yazdım.
Yeni TTK'nın ilk haliyle uygulanamaması nedeniyle kurumsal alt yapıyı ekonomik
reformların gerçekleşmesine hazırlayacak zeminin son derece zayıf kaldığı
yönündeki düşüncelerimi de dile getirdim. Pekiyi, bu durumda Türkiye daha
yüksek katma değerli üretim modellerine ne ölçüde geçebilir? Şirketleri, o
şirketlere sahip ailelerin malı gibi değil, topluma ait birer "varlık"
gibi görmeye eğilimli yeni TTK'nın bu doğrultudaki maddeleri zayıflatıldıktan
sonra "kalkınma" konusunda şirketlerin etkin rol oynamaları ne kadar
mümkün? Örneğin, 50 kişilik bir KOBİ'den yaklaşık 200 kişinin geçiminin
sağlandığını düşünürsek ve geleceğe yönelik bir reform yapmak istiyor ve
kalkınmaya ivme kazandırmak istiyorsak şirketlere hissedarların malı gibi mi
bakmak daha doğru, yoksa toplumun varlığı olarak mı?
Her toplum kendi tercihleriyle geleceğine şekil verir.
Not: Bu yazı, 02.01.2021 tarihinde yazılmış ve daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder