Ana içeriğe atla

Reel Sektörün Kurumsallaşamaması Sorunu

Türkiye ekonomisinde yapılan son reformlar Kemal Derviş'in ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı yaptığı döneme denk gelmektedir. Ekonominin günlük siyasetin dalgalı atmosferinden kurtulmasını sağlayan merkez bankası bağımsızlığı ve mali disiplinin sağlanabilmesi için atılan adımlar, 2002'de iktidara gelen AKP hükümetlerince zedelenmedi ve siyasi istikrarın da sayesinde etkinliğini korudu. Ancak, içinde bulunduğumuz dönemde, bu reform nitelikli adımların ortaya koyduğu düzen terkedilmeye başlandı. Üstelik, anayasaya göre tarafsız olması gereken cumhurbaşkanı tarafından. Kişisel beklentim, ekonomi yönetiminde ve siyasi düzende Türkiye'nin bugünkü atmosfere gireceği yönündeydi. Nitekim, tahminlerimin gerçekleşmekte olduğunu üzüntüyle izlemekteyim.

 Hükümet tarafından reform olarak sunulan 25 maddelik eylem planının reform özelliği taşıyıp taşımadığını henüz bilmiyoruz. Üç ayrı basın toplantısıyla açıklanan maddelerin özellikle ilk dokuzunun başlıkları son derece önemli. Ancak, bu başlıkların altını dolduracak yasal düzenlemeleri incelemeden reform ifadesini kullanamayız. Hükümet, siyasi rekabet içinde, ilgili yasalar çıkmadan reform ifadesine sarıldı. Fakat, tarafsız bir analizin gereği olarak henüz reform ifadesini kullanmak herşeyden önce bilimsel düşünceye aykırıdır. Ayrıca, ikinci basın toplantısındaki konu başlıkları da ilk basın toplantısına göre zayıf olmakla beraber bir reform niyetini ortaya koyuyordu ama üçüncü basın toplantısında ele alınan konular Türkiye'nin insan kaynağı gelişimine yönelik beklentilere cevap verecek bir niyet sunamadı. Eğitimdeki temel sorun temel eğitimde zira.

 Türkiye ekonomisinde son yapılan reformlar 2001 krizinden sonra ortaya çıktı. Daha sonraki yıllarda, reform nitelikli ekonomi politikaları uygulamaları görmedik. Üstelik küresel ve Türkiye ekonomisinin koşulları reform yapmaya imkan sunuyordu. Ancak, siyasette reformdan çok, kısa vadeli toplum çıkarlarına yönelik çalışmalar daha fazla oy getirdiği için reform nitelikli uygulamalar siyasi iktidar tarafından tercih edilmedi. Bugün, reform yapmanın çok zor olduğu küresel koşullardayız. Yüksek dışa bağımlılık nedeniyle Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu reformları hayata geçirebilmesi 2015 yılı ve hatta sonrasında da pek mümkün gözükmüyor. Türkiye ekonomisi tıkandı ve önünün açılması için reform şart diğer yandan da.

 Türkiye, 2001 krizinden sonra finansal sistemin ve özellikle bankacılık sektörünün işleyişinin belli prensipler üzerine oturması yolunda önemli başarılar elde etti. Fakat, reel kesimin de işleyişinin sağlıklı bir hale getirilmesi için daha sonra hiçbir şey yapmadı. Sonuçta, sanayisi son derece zayıf, üretimde katma değeri düşük, ağırlıklı olarak montaj sanayiine dayalı ve kurumsal alt yapısını kuramamış bir sanayi sektörüyle baş başa kaldı Türkiye.

 Reel sektörün kurumsallaşmasını sağlayabilecek en önemli adım, yeni Türk Ticaret Kanunu'nun (TTK) devreye alınmasıydı. Fakat, hem Türkiye'deki şirketlerin "biz bu yasanın getirdiklerine ayak uyduramayız" ifadesiyle ayak diremeleri, hem de kanuna ilişkin uygulama tebliğlerinin yeterince açık olmaması sonucunda piyasada oluşan kafa karışıklıkları yeni TTK'nın reel sektörün kurumsallaşması için son derece büyük önem arz eden maddelerinin iptal edilmesine sebep oldu. Sonuçta, hükümetin reform olarak nitelediği adımlar yeni yasalar ile reforma dönüşse bile bu reform uygulamalarının üzerine oturacağı kurumsal alt yapı sağlam olamayacak. Dolayısıyla, olası reformların uygulama verimliliğini ve etkinliği önemli ölçüde zedeleyecek. Kurumların iyi işleyemediği, patron merkezli iş yönetim anlayışının hakim olduğu bir yapıda değişimlerden söz edilebilir belki ama "ekonomik kalkınmayı" beraberinde getirecek reformlardan söz edilemez.


Patron merkezli yönetim anlayışı, takım çalışmasını hiçbir şekilde teşvik etmiyor. Bir kişinin verdiği kararlar mutlak doğru olarak profesyonel kadroya empoze ediliyor. Böylece, farklı fikirlerin tetikleyebileceği yeni ürünlerin ortaya çıkması, daha verimli çalışma metotlarının hayata geçirilmesi, daha iyi finansal yönetim sağlanması, v.b. süreçler ve unsurlar devre dışı kalmış oluyor. Bu durum, profesyonel kadro içinde yeni fikirlerin üretilmesi konusunda motivasyonun kırılmasıyla, yeni olan hiçbir fikrin artık gündeme gelmemesi noktasına kadar varabiliyor.

Patron merkezli karar almanın farklı dereceleri de söz konusu olabiliyor. Yani, bazı organizasyonlarda fikirler çeşitli toplantılarda masaya getirilebiliyor ama hep patronun dediği oluyor. Bu durumda da bir organizasyon yenilikçi olma özelliğini kaybediyor.

Türkiye'deki şirketlerin çoğunun patron merkezli olmasının temelinde, geleneksel iş yapma modelinin tek ve en doğru model olarak kabul edilmiş olması yatıyor. Şirketlerin hissedarları genelde aile fertlerinden oluşuyor ve profesyonelleşme sürecine giren aile şirketlerinin pekçoğunda "şirketin hakimiyetinin kaybedilmesi" psikolojisi bir noktadan sonra devreye girebiliyor. Böylece, profesyonelleşme çabaları boşa çıkıyor ve Türkiye'deki şirketler kurumsallaşamıyor. Ayrıca firmaların çoğu neden profesyonelleşme ve kurumsallaşma projelerinin içine girdiklerinin farkında dahi olmuyorlar. Genellikle, yükselen ciroları yönetmenin başka türlü mümkün olmadığı fikrine kapıldıkları ve işletme yönetimi konusunda zorlandıkları için kurumsallaşma ve profesyonelleşme süreçlerine giriyorlar.

Kurumsallaşma ve profesyonelleşme süreçlerinde, şirket hissedarlarının geleneksel düşünmeyi tercih etmesi ve şirketin ellerinden gidiyor olduğu hissine kapılmalarında yanlış profesyonellerle ve danışmanlarla çalışmaları da etkin bir rol oynayabiliyor. Çalışma hayatımda o kadar çok danışman adı altında kişiler gördüm ki, olmayan sorunları var gibi gösterip, sonra da çözmüş gibi yapıp aile şirketlerinin yükselen yıldızları olabiliyorlar. Ancak, bu danışmanlık modelinin başarısızlığı ortaya çıkınca, şirket hissedarlarının kurumsallaşma ve profesyonelleşemeye olan güvenleri sarsılıyor ve proje bir daha gündeme getirilmemek üzere rafa kalkabiliyor.

Şeffaflık, dürüstlük ve iletişim kanallarının sonuna kadar açık olması her organizasyonda son derece önemli. Ancak, kurumsallaşan ve profesyonelleşen bir yapıda iletişim kanallarının nasıl çalışacağının adının konulması gerekiyor. Zaten "şirketim elden mi gidiyor" diye ifade edebileceğimiz bir ruh halinde olan hissedarların başarılı bir kurumsallaşma ve profesyonelleşme ile ellerindeki hisselerin değerinin artacağını süreç boyunca iyi anlamaları gerekiyor. Burada da görev, danışman ya da profesyonel kişilere düşüyor. Yani, hangi komiteler ve/veya kurullar hangi sıklıkta toplanacak ve hangi konuları konuşacak? Bu komitelerin ya da kurulların misyonu ne olacak ve katılımcıları hangi kişiler değil, fonksiyonlar olacak? Önceden tespit edilen konuların konuşulması için toplantılarda hangi raporlar hangi içeriklerle hazırlanacak? Bu sorulara cevaplar bulunmazsa ve toplantılar belli bir prensibe bağlanmazsa, hissedarlar ile profesyoneller arasında tam bir kaos oluşuyor. Zira, her hissedarın her an aklına gelen her konuda profesyonel kadro ile konuşması, günlük operasyonel işleyişlere yönelik olarak fikirler yürütmesi profesyonel kadro için tam anlamıyla kafa karıştırıcı bir çalışma ortamı yaratıyor. Zira, farklı hissedarlar, farklı konularda bambaşka fikirlerle profesyonel kadro ile konuşunca, koordinasyon sağlanması imkansızlaşıyor. Sonuçta, şirketin, eğer varsa, yazılı vizyonuna ve misyonuna uygun stratejiler geliştirmek mümkün olamıyor. Ortaya çıkan başarısız süreçten ise herkes birbirini suçlar bir hale geliyor.

Şeffaflık ve şeffaflığa dayalı iletişim kanalları kullanımının yeni ürünlerin geliştirilmesinde, doğru insan kaynağının uygun iş profiline göre bulunmasında, finansal verimliliğin artırılmasında, şirketin dış ilişkilerinde tutarlı bir iletişim geliştirebilmesinde, doğru üretim modellerini doğru teknolojiler ile geliştirebilmesinde, kısaca bir işletmenin tüm fonksiyonlarında önemi son derece büyük. Komiteler ve kurullar ile oluşturulabilen şeffaf iletişim kanalları sayesinde takım çalışmaları, yeni fikirlerin enine boyuna tartışılması ve her alanda ilerleme kaydedilmesi, ülke çapında ya da uluslararası alanda daha rekabetçi olunabilmesi gibi hem işletmelerin hem de ülkenin kalkınmasına katkı sağlayacak unsurlar koordinasyon içinde bir araya  gelebiliyor.

Kurumsal alt yapının yeniliklere imkan tanımadığı bir organizasyonun bir ülkenin "büyümesine" katkısı olabiliyor ama kalkınmasına katkısı neredeyse hiç yok. Türkiye'de finans sektörü ile reel sektör arasındaki kurumsal yapı gelişmişliği farkı, bu iki sektörün arasındaki bağın da yeterince güçlü kurulamamasına neden oluyor. Zira, karşılıklı güvene dayanan bu ilişkide yeteri kadar güven tesis edilemiyor. Bu iki kesim arasındaki ilişkilerin sadece finansman maliyetlerine dayanmadığının çok iyi bilinmesi gerekiyor. Bankalarla firmalar arasındaki ilişkileri ele aldığım bir yazımı ayrıca sunmak isterim: http://ardatunca.blogspot.com.tr/2013/03/banka-firma-iliskileri-yonetimi.html

Türkiye, düşük katma değerli üretimden şikayetçi. Bu şikayetten kurtulmanın yolunun ekonomide reformlardan geçtiğini biliyoruz. Fakat, bu reformlar yapılırken - ki reform olup olmadıklarını yasal alt yapıyı görünce anlayacağız - kurumsal alt yapımızın durumu nedir? Bu konuda, reel sektörün durumunun hiç iç açıcı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Gözlemlerimi yukarıda yazdım. Yeni TTK'nın ilk haliyle uygulanamaması nedeniyle kurumsal alt yapıyı ekonomik reformların gerçekleşmesine hazırlayacak zeminin son derece zayıf kaldığı yönündeki düşüncelerimi de dile getirdim. Pekiyi, bu durumda Türkiye daha yüksek katma değerli üretim modellerine ne ölçüde geçebilir? Şirketleri, o şirketlere sahip ailelerin malı gibi değil, topluma ait birer "varlık" gibi görmeye eğilimli yeni TTK'nın bu doğrultudaki maddeleri zayıflatıldıktan sonra "kalkınma" konusunda şirketlerin etkin rol oynamaları ne kadar mümkün? Örneğin, 50 kişilik bir KOBİ'den yaklaşık 200 kişinin geçiminin sağlandığını düşünürsek ve geleceğe yönelik bir reform yapmak istiyor ve kalkınmaya ivme kazandırmak istiyorsak şirketlere hissedarların malı gibi mi bakmak daha doğru, yoksa toplumun varlığı olarak mı?

Her toplum kendi tercihleriyle geleceğine şekil verir.

Not: Bu yazı, 02.01.2021 tarihinde yazılmış ve daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo