Ana içeriğe atla

Yanlış Faiz Politikasına Alternatif Yöntemlerin Maliyeti: Kredi Genişlemesi ve Enflasyon

Ekonomideki gelişmeleri yoğun olarak makroekonominin bakış açılarıyla analiz etmekteyiz. Makroekonomik düzeyde alınan kararların mikroekonomide yansımaları oluyor. Makroekonomik düzeydeki kararlar mikroekonomik düzeyde bazı kararları tetikliyor ve mikroekonomik düzeydeki kararlar dönüp makroekonomik düzeyde bazı sonuçlar ortaya koyuyor. Bu yazı, bu döngüyü Türkiye’de son dönemlerde alınan makroekonomik kararlar çerçevesinde özetlemeye çalışacaktır.

Türkiye’nin enflasyonu düşürecek bir faiz politikası bulunmuyor. Artık enflasyon ile faiz arasındaki ilişkinin iktisat teorisinde nasıl anlatıldığını yeniden anlatmanın anlamı yok.

Faiz politikasını doğru kullanmadan, faiz dışındaki araçlarla piyasaya müdahale etmenin son aylarda makro cephede ortaya koyduğu sonuçların mikro gerekçelerine, yani firmalar düzeyindeki nedenlerine göz atalım.

Firmaların Gelir Tabloları Üzerinden Enflasyon-Faiz İlişkisi

Enflasyonu dikkate almayan faiz uygulamasının başka bazı uygulamalarla birleşince hangi sonuçlara hangi nedenlerle yol açtığını bir firmanın gelir tablosu (kar-zarar tablosu) üzerinden analiz edelim. “Enflasyon ile faizin uyumsuzluğu enflasyonist etkiler yaratıyor” ifadesini bir firmanın gelir tablosu ile kredi mekanizmasını ilişkilendirerek anlamlandırmaya çalışalım.

Öncelikle, bir firmanın gelir tablosunun ana kalemlerine göz atalım.

Satışlar

Satışların maliyeti

Brüt kar/zarar

Faaliyet giderleri

Faaliyet karı/zararı

Olağan gelirler ve giderler

Olağandışı gelirler ve giderler

Finansman giderleri

Vergi öncesi kar/zarar

Vergi giderleri

Net kar/zarar

 

Türkiye’nin Nisan 2022 itibarıyla yıllık tüketici enflasyon oranı %69.97. Bu demektir ki, herhangi bir işletme sattığı ürünlere yıllık %69.97 oranında zam yapabiliyor. Bu zam tüketiciye yansıyor. Zira, nihai tüketiciye yönelik satış yapan bir firma için gelir tablosunun satışlar kalemi, o firmanın tüketiciye sattığı ürünlerden elde ettiği hasılatı ifade ediyor.

Bir firma için sattığı ürünlerin maliyeti de var. Üretici enflasyonu yine Nisan 2022 itibarıyla %121.82 düzeyinde. Yani bir firma, satışların maliyeti kaleminden yılda %121.82 oranında bir maliyet artışına katlanmak zorunda kalıyor.

Bir firma faaliyetlerini devam ettirebilmek, yani üretim yapmak ve ürettiği ürünleri satabilmek için hammadde ve ara malı almak zorunda. Hammaddeyi ve ara malını belli bir düzeyde stoklamak zorunda ki üretimini aksatmadan devam ettirebilsin ve ürünlerini satabilsin. Bu kural, ekonominin içinde bulunduğu her koşulda geçerli. Ancak, ekonomik dengelerdeki değişim, stok yapma ihtiyacını doğal olarak artırabiliyor ya da azaltabiliyor.

Bir firmanın maliyetleri %121.82 oranında artıyorsa, neden satış fiyatlarını da aynı oranda değil de %69.97 oranında artırıyor? Çünkü, enflasyonun yükselmesiyle toplumun satın alma gücü düşüyor. Toplumda ücretler ve maaşlar enflasyonla aynı oranda artmıyor. Dolayısıyla, her mal ve hizmetin piyasasındaki arz-talep dengeleri Türkiye ortalamasında firmalar için ortalama %69.97 oranında fiyat artışına izin veriyor. Yani, firmaların üstlendiği satışların maliyetindeki %121.82’lik fiyat artışının tüketiciye yansıması %69.97’lik fiyat artışı oranında olabiliyor.

Gelir tablosunun içinde finansman giderleri kalemi de var. Bu kalem, krediler için ödenen faizi temsil ediyor. Finansman giderleri kalemi, son dönemlerde kabaca %20’lik bir maliyet yaratıyor. Çünkü, firmalar bankalardan kredileri bugünlerde yıllık %20 seviyelerinde bir faiz oranı ile kullanıyorlar.

Bir firma, gelir tablosunun satışlar kaleminde yıllık %69.97 ile fiyat artışı ile hasılat yaratıyor ve yıllık %121.82’lik bir maliyet artışı ile karşı karşıya kalıyorsa, yıllık %20’lik bir maliyetle kredi kullanmayı cazip buluyor. Bu oranlara bakınca, kredi kullanmanın cazibesi matematiksel olarak ortaya çıkıyor.

Firmaların Stok Biriktirme Eğiliminin Ekonomik Gerekçesi Nedir? Firmaları Stokçulukla Suçlamanın Ekonomik Gerekçesi Var mıdır?

%69.97, %121.82 ve %20 oranlarının geçerli olduğu bir gelir tablosunda, en hızlı artış oranına sahip olan kalem, %121.82 ile satılan malların maliyeti. Maliyetlerdeki hızlı artış, üretim yapabilmek için firmaların süratle hammadde ve ara malı tedarik etme isteğini artırıyor. Fiyatlar daha fazla yükselmeden hammadde ve ara malı stoğunu artırma eğilimi güçleniyor.

Satışlar ve maliyetler kalemleri enflasyonla ilgili. Finansman giderleri kalemi ise faizle ilgili. Bir üst paragrafta anlatılan koşullarda, firmaların stokçu olmakla suçlanmasının bir anlamı var mıdır? Gelir tablosunun enflasyonla ilgili kalemleri ile faiz ile ilgili kalemi arasındaki oran kopukluğu stok yapma gereksinimini ekonomik bir gerekçeyle artırmıyor mu?

“Makroekonomik analizde enflasyon ile faiz arasındaki kopukluğun yarattığı piyasa dengesizliği” gibi bir ifadenin gelir tablosu üzerinden analizinde karşımıza çıkan sonuçların bir kısmı bunlar.

Sorulara devam edelim. Faiz oranı %69.97’e yakın olsaydı kredi kullanmak cazip olur muydu? Bu durumda, kredi hacmi genişlemesi gerçekleşir miydi?

Faizin enflasyonla uyumsuzluğunu mikro düzeyde (firma düzeyinde) analiz ettiğimizde, faizin enflasyondan kopmasının kredi hacmini neden genişlettiğini görebiliyoruz.

Kredi hacmi genişlemesinin yukarıda anlatılanlar çerçevesindeki gerekçesi TL’nin değer kaybına karşı korunmaya çalışmak. Teknik ifadeyle, finansal önlem almaya çalışmak.

Bir firma, faaliyetini devam ettirmek için hammadde ve ara malı almak zorunda. Enflasyonun hızla artırdığı maliyetlerin sonucu daha fazla stok tutma ihtiyacı. O halde, bunun anlamı talepte artış değil mi? Talep, hammadde ve ara malı almak zorunda olan firmaların hammadde ve ara malı arz edenlere yönelmesiyle de oluşmuyor mu? Bu durumda, fiyatlar yükselmez mi? Dolayısıyla, kredi hacminin genişlemesiyle ortaya çıkan talep artışı sadece tüketicinin bankalardan kredi almasıyla değil, iş dünyasının kendi içindeki alışverişinden de kaynaklanmıyor mu? Böylece, maliyetleri artan firmalar tüketiciye arz ettikleri mal ve hizmetlerine de zam yapmıyorlar mı? Yani, yukarıda anlatılan %69.97 ve %121.82 ilişkisi çalışmıyor mu? Yanlış faiz politikasıyla yaratılan stok miktarı artırma eğilimini zabıta ile durdurmak mümkün olabilir mi?

Enflasyon, çarkların giderek daha hızlı dönmesine neden oluyor ve kontrol edilmediği sürece kendini besleyen bir mekanizmaya dönüşüyor.

Yanlış Faiz Politikası ile Yaratılan Alternatif Yöntemler

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) 22 Nisan 2022 tarihli verilerine göre, 31 Aralık 2021’den 22 Nisan 2022’ye kadar Türkiye’de yıllıklandırılmış kredi hacmi genişlemesi %58.23 düzeyinde. Bu, tarihi bir yükselişe işaret ediyor. Bu sonucun firmalar düzeyindeki nedeni yukarıdaki satırlardadır.

Yukarıda anlatılan mekanizmanın enflasyonist sonuçları ortaya çıkınca, son dönemlerde hükümet kredi genişlemesinin önüne geçmeye çalışıldığını düşündüren bazı önlemler duyurmaya başladı. Birincisi, bankaların verdikleri kredilere karşılık uygulamak oldu. İkincisi ise, sermaye yeterlilik kriterini sıkılaştırmaya çalışmak oldu.

Zorunlu Karşılıklarda Değişiklik

Bankalar, topladıkları mevduatın belli bir oranını merkez bankasına yatırmak zorundalar. Buna, zorunlu karşılık deniyor. Zorunlu karşılık uygulaması, para politikasının unsurlarından biridir. Uygulama, dünya genelinde geçerlidir. Sadece Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’na (TCMB) mahsus değildir.

Bankalar, topladıkları mevduatı kredi vermek için kullanırlar. Ancak, mevduatın TCMB’ye yatırmak zorunda oldukları kısmı kadar kredi verme imkânından faydalanamamış olurlar.

TCMB, mevduatın kendisine çektiği kısmı için bankalara bir faiz öder ama bu faiz, piyasadaki kredi faizi ile aynı düzeyde olmaz. Bu nedenle, mevduatın TCMB’ye yatırılan kısmı bankalar için aslında alternatif bir maliyettir. Söz konusu karşılık miktarı kadar kredi faizi ile para kazanacakları yerde, daha düşük bir faizle merkez bankasından getiri elde ederler. Ancak bankalar, bu alternatif maliyeti kredi oranlarına yansıtırlar. Dolayısıyla, zorunlu karşılık oranını değiştiren merkez bankaları zorunlu karşılıklar üzerinden dolaylı olarak kredi faizlerini de etkilemiş olurlar.

Zorunlu karşılık politikası uygulanarak kredi hacmi daraltılmak istenirse, zorunlu karşılık oranı yükseltilir. Yani, bankaların topladıkları mevduatın daha büyük bir kısmını merkez bankasına yatırması söz konusu olur. Kredi hacmi genişletilmek istenirse, zorunlu karşılık oranı düşürülür. Böylece bankalar topladıkları mevduatın daha küçük bir kısmını merkez bankasına yatırmak zorunda kalırlar. Bu, bankaların daha fazla kredi kullandırabilecekleri anlamına gelir.

Geçtiğimiz günlerde TCMB, mevduat dışında, kredilere de zorunlu karşılık uygulamaya başladı. Mevduat üzerinden karşılık uygulamak gibi merkez bankacılığının önemli bir teknik kuralını Türk tipi bir uygulama ile kredilere de uygulamaya başladı. Aynı mevduattaki gibi, kredilerdeki zorunlu karşılık uygulaması da bankalar için alternatif maliyet artırıcı bir unsurdur. Ancak, bu uygulama ile kredi genişlemesinin önüne geçmek mümkün değil. Neden? Yine bir firmanın gelir tablosuna dönelim.

Yukarıda anlatıldığı üzere, satışlar kaleminin %69.97, maliyetlerin %121.82 oranında arttığı gelir tablosunda finansman maliyetlerinin %20 seviyesinde olması kredi kullanmayı cazip kılıyordu. Kredilere getirilen zorunlu karşılık uygulaması ile diyelim ki finansman maliyetleri kalemindeki oran, yani kredi faizi %25 oldu. Bu durumda, satışlar %69.97 artıyor, maliyetler %121.82 artıyor ama finansman giderleri %25’te ise, kredi kullanmak halen cazip değil mi? Hala enflasyon (%69.97 ve %121.82) ve faiz (%25) birbirinden kopuk değil mi? Kredi kullanımını motive eden unsurların bu yöntemlerle önüne geçmek mümkün mü? Ayrıca, bankaların zorunlu karşılıklar üzerinden maliyetlerini artırmak ve böylece dolaylı olarak kredi faizlerini artırmak faizi artırmış olmak değil mi?

Bilgi notu: söz konusu zorunlu karşılık uygulaması sonrasında bankadan bankaya değişmek üzere piyasada kredi faizleri 1-3 puan arasında yükseldi. Yani, piyasada faiz arttı. Ancak haber, basında zorunlu karşılık oranları artışı olarak geçtiği için kredi faizinin arttığı toplum tarafından anlaşılamadı. Zira, bunlar son derece teknik olan ve iktisatçılar için de topluma anlatması çok zor konular.

Sermaye Yeterlilik Kriterinde Değişiklik

29 Nisan 2022’de BDDK tarafından KOBİ tanımı değiştirildi. Cirosu, yani yukarıdaki gelir tablosu kalemleri içinde satışlar kalemi yılda 250 milyon TL’ye kadar olan firmalar KOBİ tanımına dahil edildi.

Sermaye yeterlilik rasyosu hesabında, bazı kredi türleri hariç tutularak ticari kredilere uygulanacak risk ağırlığı %200’e çıkarıldı. Bu, ne anlama geliyor?

Bankalar, sahip oldukları sermayeyi kredi olarak kullandırırlar. Yani, yukarıda anlatılan mevduat nasıl bir kaynaksa, sermaye de kredi vermek için bir kaynaktır.

Sermaye, bir bankanın hissedarlarının kurdukları bankaya koydukları paradır. Bu sermayenin bankaların verdikleri krediler için yeterli olup olmadığı bir hayli karmaşık hesaplamalarla ortaya çıkar.

Bir bankanın kullandırdığı her kredi bir risktir. Kredinin geri ödenip ödenemeyeceği bilinmez. Ancak, bazı krediler diğerlerine göre daha fazla risklidir, bazıları ise daha az risklidir. Bir bankanın sermaye yeterlilik rasyosu, farklı krediler için belirlenen risk ağırlıklarına göre hesaplanır.

Krediyi kullanan firma finansal olarak ne kadar güçlü ise, ürünleri piyasada ne kadar güçlü talep görüyor ise, o firmanın risk hesaplamasında ağırlığı o kadar düşüktür. Bir banka, ne kadar çok riskli müşteriye kredi vermişse, verdiği kredileri tahsil etmesi o kadar güç olacaktır. Yani, riskli kredilerin geri ödenememesi durumunda bankanın sermayesi faaliyetlerini devam ettirmesine izin vermeyecektir. Zira, sermayesi kalmayacak ya da ağır hasar görecektir.

BDDK, bazı nakdi nitelikli ticari kredilerin risk ağırlığını artırdı ve %200 yaptı. Yani, bu firmaların sermaye yeterlilik hesabında “daha yüksek riskli” statüsünde hesaplamaya dahil edilmesine neden olan bir uygulamaya geçti. Böylece, sermaye yeterlilik rasyosu hesabında bankaların krediye yönlendirme olanağı olan kaynaklarının belli bir ölçüde önünü kesmeye çalışmış oldu. Yani, kredi hacmi genişlemesini engelleyecek bir başka yöntem geliştirmeye çalıştı.

Sermaye yeterlilik rasyosunun kredi hacmindeki genişlemeyi önleyici olarak kullanılmasının 2 etkisi olabilir. Bankalar, bazı firmalara kredi vermeye sermayeleri bu karmaşık hesaplamalar sonucu yetmeyeceği için kredi vermemeyi tercih edebilecektir. O halde, kredi vermemek, kredi arzının azalması demek değil midir? Bu durumda, kredinin fiyatı olan faiz yükselmeyecek midir? Yani, faiz yine artmış olmuyor mu?

Sermaye yeterlilik rasyosuna yönelik düzenleme sonrasında faiz ne kadar yükselecek? Yine gelir tablosuna dönelim. Bir firmanın yukarıda anlatılan %69.97, %121.82 ve %20 dengesinde enflasyon ve faiz arasındaki kopukluğu giderecek bir noktaya ulaşacak mı?

TCMB faizi kullanılmadan faizi artıran önlemler “faizi düşürdük” açıklamaları çerçevesinde birer uygulama çelişkisi değil mi? Paranın kullanım maliyeti (yani, kredi faizi) %69.97’ye yaklaşmadan kredi kullanmak nasıl cazip olmaktan çıkabilir?

Tasarruf ve Ticarette Para Birimi Tercihleri: Dolarizasyon Neden Önlenemiyor?

Gelir tablosu üzerinden, bir firmanın neden kredi kullanmayı cazip bulduğu matematiksel olarak ortada. Hükümetin bir başka önemli konu başlığı daha var: dolarizasyon.

Dolarizasyon, bankalarda tutulan mevduatın önemli bir kısmının yabancı para (YP) cinsinden tutulması ve yurt içinde gerçekleşen ticaretin önemli bir kısmının YP ile gerçekleşmesi anlamına geliyor.

Dolarizasyonu engellemek için kur korumalı mevduat adında (KKM) bir ürün geliştirildi. Neden?

Tasarruf sahipleri %69.97’lik bir enflasyon ile yaşarken düşürülen faiz nedeniyle enflasyonun üzerinde getiri elde edemiyorlar. Bu nedenle hükümet, “yabancı paralarda oluşacak değer yükselişlerini ben karşılayacağım” dedi. Bu durumda, tasarruf sahiplerinin sahip oldukları tasarrufların satın alma gücünün erimemesi için kurda önemli artışlar meydana gelmesi gerekiyor. Bu mekanizmada tasarruf sahibinin enflasyon kadar getiri elde edebilmesi mümkün değil. Zira, bu ürünün güncel faizi %17. Oysa, tüketicinin maruz kaldığı enflasyon oranı %69.97.

KKM ile Getiri Elde Etmek İçin Kurun Yükselmesini İstemek Gerekiyor. Olası Sonuç: Vergi Oranı Artışı!

KKM’de tasarrufunu değerlendiren bir tasarruf sahibi, USD/TL kurunun 14.80 olduğu bir günde KKM hesabı açtırmış olsun. Bu kişinin %69.97’lik getiri elde edebilmesi için USD/TL kurunun 17.38’e çıkmasını arzu etmesi gerekiyor.

Kurun 17.38’e çıkması, Türkiye için yükselen enflasyon anlamına geliyor. Bu tasarruf sahibinin ücretine ya da maaşına yükselen enflasyon kadar artış beklemesi mümkün mü? Ayrıca, kurun 17.38’e çıkması ile elde edeceği getiri devletin hazinesinden ödenecek. Hazine, oluşan açığı nasıl kapatacak? Yöntemlerden biri vergi oranlarını artırmak ya da topluma yeni vergiler salmak.

İlerleyen dönemlerde devletin vergi oranlarını artırması ya da yeni vergiler salması halinde, bu verginin kendi payına düşen kısmını KKM hesabı açtıran tasarruf sahibi ödemeyecek mi? Getiri elde etmek için kur artışı beklemenin daha sonraki dönemlerde kendisine dolaylı olarak vereceği ekonomik hasarın farkında mı?

Devlet, bütçe açıklarını büyüttüğünde vergiyle kapatamadığı açığı artan borçlanma ile kapatmaya çalışır. Bu durumda, sermaye piyasasında özel sektörün karşısına rakip olarak çıkar.

Özel sektör, borsada hisse senedi ihraç ederek, bono ya da tahvil ihraç ederek ya da bankalardan kredi kullanarak finansal kaynak yaratır. Devletin borçlanma ihtiyacı arttığında, özel sektörün kullanabileceği bu kaynakların bir kısmı devlete yönelir. Devlet, kaynakları kendisine çekebilmek için cazip bir faiz sunmak zorundadır. Dolayısıyla, KKM ile oluşturulan mekanizmanın yarattığı açıkların ilerleyen dönemlerde piyasada faizi artırıcı etkileri olabilecektir.

İktisatta, devletin fon piyasasına artan oranda girip özel sektörün bu piyasadan kullanacağı fonlanma olanaklarını daraltmasına dışlama etkisi denir. Yani devlet, özel sektörü fon piyasasının dışına itmektedir.

TL ile Ödemeler Neden Enflasyonist Etki Yaratabilir?

Son dönemlerde, ticari hayatta ödemelerin TL ile yapılmasını öngören bir düzenleme getirildi. Aslında, düzenlemenin temeli çok eskilere gidiyor ve son olarak 2018’deki kur krizinde de bu konuda bazı önemli düzenlemeler yapılmıştı. Ancak, o düzenlemeler dolarizasyonun önüne geçememişti. 2018’deki kur krizi başlarken $150-160 milyara arasında gezinen Türkiye’deki yerleşiklerin YP mevduat toplamı tüm önlem olarak düşünülen düzenlemelere rağmen bugünlerde $216 milyar düzeyinde.

Yeni düzenlemeye göre menkul varlıkların ticaretinde ödemeler TL ile yapılacak. Piyasanın doğal dengelerinde nakit akışını TL ile yapması sağlıklı bir ekonomik işleyiş için gereklidir. Ancak, TL ile ödeme yapılmasının doğal dengelerini tesis etmeden yapılan yasal düzenlemeler değil ticarette TL’yi hakim kılmak, kredi genişlemesini de özendiren bir gelişme. Neden?

TL, içinde bulunduğu yüksek enflasyon koşulları nedeniyle tasarrufta da, ticarette de tercih edilmiyor. Elinde TL bulunduran, bir an önce elindeki TL’yi bir başka varlığa çevirmeye çalışıyor. Firmalar, yukarıda da anlatıldığı üzere fiyat artışı nedeniyle maliyet daha fazla artmadan depoya stok koymaya çalışıyor. Çünkü, maliyetleri yıllık %121.82 oranı ile artıyor.

Tasarruf sahibi, çaresizlik nedeniyle artan spekülasyon saikiyle borsaya sarılıyor, altın alıyor, döviz alıyor, kripto paralara yöneliyor. Birikimi yüksek düzeyde olanlar gayrimenkule yöneliyor. Çünkü, parasını TL’de tutarak enflasyona karşı satın alma gücü kaybına uğruyor. Değeri sürekli eriyen bir varlığı, bir parayı kim elinde tutmak ister? Yani, herkes elindeki TL’den kurtulmak, TL’yi elinden çıkarmak istiyor.

İktisatta bir kural vardır: kötü para, iyi parayı kovar. Buna, Gresham Kanunu adı verilir. Buradaki kötü para TL. Piyasanın doğal dengelerinde TL ile tasarruf yapmak, ticaret yapmak cazip olmayınca, mevzuat yolu ile piyasaya baskı kurarak TL kullanımını zorlamak iktisadi mantık çerçevesinde kimseyi TL kullanmaya ikna edemiyor. Bu durumda, piyasada vadeler kısalıyor. Neden?

Vade Kısalmasının Yarattığı Kredi Talebi

Bir firmanın 5.000 TL alacağı olduğunu düşünün. Malını ya da hizmetini satan bir firma, TL’deki enflasyonun %69.97 olduğu koşullarda, bu alacağı 30 günde mi almayı tercih eder, yoksa 120 günde mi? 30 günde almak isteyeceği için, enflasyonun düşürülemediği koşullarda ve ödemelerin TL ile yapılmasının mevzuat ile zorlandığı koşullarda piyasadaki ticaretin vadesi de kısalıyor.

Vadenin kısalması, paranın dolanım hızını artırıyor. Kısa vadedeki işletme sermayesi finansmanı ihtiyacı artıyor. İşletme sermayesi finansmanını, teknik konulardan uzak olanlar için alacakların ve stokların finanse edilmesi olarak özetleyelim.

TL’den uzaklaşmak amacıyla firmalar ne gibi davranışlar geliştiriyorlar? Cevap: daha fazla mal ve hizmet satmaya çalışmak suretiyle kısa vadeli alacak yaratmak istiyorlar. Gerçekleşen tahsilatları, enflasyon daha fazla yükselmeden hammadde ve ara malı stoklarına yönlendiriyorlar. Tahsilatın yetmediği kısmı maliyeti %20 civarında olan kredi ile kapatarak %121.82 ile artan maliyetlerin önüne geçmeye çalışıyorlar. Yani, %20 ile (yine gelir tablosu mantığında) kredi kullanımını özendiren ek bir mekanizma yaratılmış oluyor. Artan kredi kullanma isteği enflasyonu bir kez daha yükseltecek bir süreci besliyor.

Kredi hacminin gelir tablosu çerçevesinde anlatılan gerekçelerle genişlediği, faiz dışındaki yöntemlerin enflasyonu düşüremediği koşullar altında sürekli şişen rakamlar ile kredi ihtiyacı büyüyor. Bu şartlarda, ekonomik temellerle hiçbir ilgisi olmayan ve sadece matematiksel bir kavram olan “baz etkisi” dışında enflasyonu düşürebilecek ne kalıyor geriye?

Türkiye’de firmaların uzun vadeli satışlarla esas faaliyet gelirleri dışında finansal gelir elde etmeye çalışması da eleştirilmesi gereken bir başka noktadır. Ürünlerin rekabeti yerine finansal gücün rekabeti ile sağlıksız bir yapının varlığı da ayrıca ele alınması gereken bir konudur. Gündemdeki diğer problemler bu gibi yapısal problemleri konuşmaya izin vermiyor.

Piyasa Koşullarında Olası Ani Faiz Artışının Olası Sonuçları

Tüm alternatif yolların sonu yukarıda anlatıldığı üzere “bir şekilde” faiz artışına çıkıyor. TCMB faizi artırmasa dahi. O halde, onca hasar neden göze alınıyor? Bunun yegâne açıklaması şu: faize karşı olan seçmene hitap etmek. Ancak seçmen, faizin artmış ve artacak olduğunun farkında değil. Bunca teknik konunun topluma anlatımı hiç kolay değil. Toplum, sonuçları alışveriş esnasında yaşıyor ama yaşadığı sonuçların nedenlerini anlamakta zorlanıyor.

Ekonomi adındaki kavram var olduğu sürece faiz de var olmak zorunda. Faizin ortadan kalkması için “borç” ve “ticarette vade” kavramının ortadan kalkması gerekiyor. Mümkün mü? Katılım bankalarının uyguladıkları oranların piyasa faizleri ile paralel hareket etmesi, bu bankaların uyguladıkları oranların faiz dışında bir kavram olduğunu anlatmıyor.

Türkiye, yaklaşık 10 yıldır enflasyon ve faiz arasındaki ilişkiyi tartışıyor. Ancak, bu tartışmanın boyut değiştirmesi Mart 2021’de ortaya çıktı. Ekim 2020-Mart 2021 döneminde para politikası bir miktar doğru bir noktaya ilerlerken, Mart 2021’de, dönemin merkez bankası başkanının görevden alınmasıyla başka bir evreye atlandı.

10 yıllık bir tartışma ve özellikle 2017’de başlayan piyasaya sürekli kredi enjeksiyonu süreci Türk özel sektörünü giderek krediye daha bağımlı bir hale getirdi. Özel sektörün giderek daha büyük bir bölümü, kredisiz yaşayamayacak hale geldi.

Şimdi, bu özel sektör firmalarının gelir tablolarının finansman giderleri kaleminin %20’lik oran yerine bir anda %50’lik ya da %60’lık bir oranla çalıştığını düşünün.

Genişlemiş kredi hacmi ne demek? Firmaların ve hane halkının daha fazla borçlanmış olması demek. Buradaki ani bir oran artışı, şişmiş kredi hacmini ve son yıllarda, KGF, nefes kredisi, aktif rasyosu, v.b. uygulamalarla kredi müptelası haline gelmiş firmaları ve hane halkını ne hale getirir? Enflasyon ile faiz arasındaki makasın açılmasının ve piyasa koşullarında bir anda faizi yukarı çekmesinin ağır ağır gelinen bu noktadan sonra ekonomiyi ne hale getirebileceğini düşünebiliyor musunuz?

Mikro Davranışın Makro Nedenleri ve Sonuçları

Eylül 2021’den Aralık 2021’e kadar Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) politika faizini 4 tane Para Piyasası Kurulu (PPK) toplantısı ile %19’dan %14’e kadar indirdi. Oysa, Mart 2021’de politika faizinin 200 baz puan artırılması ile enflasyondaki yükseliş ivme kaybetmişti. Eylül 2021’de başlayan faiz indirimleri ile ise yükseliş yönünde yüksek bir ivme kazandı.

Yıl

Ay

TÜFE (Yılık-%)

Yİ-ÜFE (Yılık-%)

Politika Faizi (%)

2021

Ocak

14.97

26.16

17.00

2021

Şubat

15.61

27.10

17.00

2021

Mart

16.19

31.20

19.00

2021

Nisan

17.14

35.17

19.00

2021

Mayıs

16.59

38.33

19.00

2021

Haziran

17.53

42.89

19.00

2021

Temmuz

18.95

44.92

19.00

2021

Ağustos

19.25

45.52

19.00

2021

Eylül

19.58

43.96

18.00

2021

Ekim

19.89

46.31

16.00

2021

Kasım

21.31

54.62

15.00

2021

Aralık

36.08

79.89

14.00

2022

Ocak

48.69

93.53

14.00

2022

Şubat

54.44

105.01

14.00

2022

Mart

61.14

114.97

14.00

2022

Nisan

69.97

121.82

14.00

Kaynak: TÜİK, TCMB

Enflasyonun doğru faiz politikası ile yönetilememesi enflasyonu düşürme amaçlı çok sayıda uygulamanın hükümet tarafından hayata geçirilmesine neden oldu.

Hükümetin politika faizini düşürürken enflasyonu kontrol edebilmesi mümkün değildi. Nitekim, faiz ile ilgili olmayan uygulamaların hayata geçirilme nedeni enflasyonun kontrolden çıkmış olması.

TL’nin negatif reel faize sahip olması nedeniyle TL cinsinden tasarruf yapmanın herhangi bir cazibesi bulunmuyor. Zira, yüksek enflasyon nedeniyle TL’nin satın alma gücü sürekli olarak zayıflarken mevduat faizlerinin %17 civarında olması tasarrufları reel (nominal faizden beklenen enflasyonun düşülmesi) olarak eritiyor. Enflasyon yükseldikçe TL’nin satın alma gücündeki zayıflama hız kazanıyor. Politika faizinin indirilmeye başlandığı Eylül 2021’den sonra %19.25’ten Nisan 2022 itibarıyla %69.97’ye yükselen tüketici enflasyonu söz konusu.

Faize alternatif olarak görülen ve geliştirilen yöntemler kredi hacminin genişlemesine neden oluyor. Enflasyonun düşmesi için kredi hacmi genişlemesinin durması gerekiyor. Ancak, faiz dışındaki yöntemler kredi genişlemesini durdurmuyor. Tersine, kredi genişlemesini teşvik ediyor.

Firma bazında (mikro bazda) anlatılan nedenlerin makro sonuçları aşağıdaki tablolarda ortaya çıkıyor.

Milyar TL

31/12/2020

%

31/12/2021

%

Değişim (%)

Krediler

3,575

%

4,901

%

37.09

TP

2,352

66

2,832

58

20.41

YP

1,223

34

2,069

42

69.17

Mevduat

3,455

%

5,303

%

53.49

TP

1,546

45

1,880

35

21.60

YP

1,909

55

3,423

65

79.31

Kaynak: BDDK

2021 boyunca TL cinsinden krediler %20.41 oranında genişlemişken, 31 Aralık2021 - 22 Nisan 2022 döneminde yıllık bazda %58.23 oranında genişlemiş. Kredi genişlemesinin kazandığı ivme, olağandışı boyutlarda. Firma bazında, gelir tablosu üzerinden anlatılan gelişmelerin sonucu bu!

Kredi genişlemesi, enflasyonun yükselişine işaret ediyor. Faiz dışındaki yöntemlerle kredi genişlemesini durdurmaya çalışmanın sonucu da faizi artırıcı gelişmeler. Üstelik, enflasyonu düşürmüyor. O halde, neden iktisadın kuralları kullanılmıyor? Tıpta, fizikte, kimyada, biyolojide nasıl kurallar varsa, iktisatta da kurallar var.

Milyar TL

31/12/2021

%

14/02/2022

%

22/04/2022

%

Yıllıklandırılmış Değişimi (%)

Krediler

4,901

%

5,030

%

5,581

%

44.60

TP

2,832

58

2,920

58

3,338

60

58.23

YP

2,069

42

2,110

42

2,243

40

27.41

Mevduat

5,303

%

6,131

%

6,112

%

49.04

TP

1,880

35

2,208

36

2,625

43

129.14

YP

3,423

65

3,923

64

3,487

57

6.09

KKM

 

 

369

%

782

%

Hazine

 

 

184

50

782

100

TCMB

 

 

185

50

0

0

KKM/Top. Mevduat (%)

 

 

6.02

12.79

KKM/TP Mevduat (%)

 

 

16.71

29.79

Kaynak: BDDK

Türkiye’de, toplam mevduatın %12.79’u KKM’den oluşuyor. Toplam TL mevduatın ise %29.79’u KKM’den oluşuyor. TL mevduat, 31 Aralık 2021 - 22 Nisan 2022 döneminde yıllık bazda %129.14 oranında artış kaydetmiş. Ancak, bu sert yükseliş oranına rağmen toplam mevduat içinde TL mevduatın payı %35’ten %43’e çıkabilmiş. KKM’nin ilerleyen dönemlerde toplumun refahı için ne anlama geldiği yukarıda anlatıldı.

YP mevduatın toplam mevduat içindeki payı ise yine aynı dönemde %65’ten %57’ye ancak düşmüş. Yani, yüksek dolarizasyon sorunu devam ediyor.

Hemen hemen Aralık 2021 başlarında toplumdan 6 ay süre istenmişti. Bu sürenin sonunda dolarizasyon sorunu bitecek ve enflasyon düşecekti. İlerleyen süreçte değişen tek şey zaman. Verilerin ortaya koyduğu üzere, sorunlar büyüyerek devam ediyor.

Not: Bu yazı, 05.05.2022 tarihinde yazılmış ve daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo