Ana içeriğe atla

Küresel Ekonomik Düzenin Geleceği

20. yüzyılın ilk yarısını iki dünya savaşı ve 1929’daki Büyük Depresyon ile geçiren dünya, 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin liderliğinde ortak siyasi ve ekonomik değerler yaratmaya çalışıyordu. Bu değerlerin ana hatları şunlardı:

1.     İnsan haklarının evrenselliği.

2.     Hukukun üstünlüğü.

3.     Serbest piyasa ekonomisi modelinin uygulanması.

4.     Devletin sosyal ve politik yaşama belli koşullar dışında müdahale etmemesi.

2. Dünya Savaşı sonrasında, ABD’nin küresel siyaset ve ekonomi üzerindeki etkileri derin oldu. ABD, dünyanın önemli bir bölümünde hegemonya oluşturdu.

Demir Perde’nin yıkılmasıyla, yukarıda sıralanan değerlerin tüm dünyanın taviz vermeden sahip çıkacağı değerler olacağı öngörüldü. Küresel siyasetin ve ekonominin bugün aldığı şekil nedeniyle bu öngörünün gerçekleşmediğini gözlemlemekteyiz.

ABD’nin küresel siyasi ve ekonomik dengeleri etkileme gücü göreceli olarak zayıfladı. Bu zayıflama, Rusya’nın değil, Çin’in yükselişi ile gerçekleşti.

Xi Jinping, ülkesinin küresel etki alanını genişletmekte kendisinden önceki liderlere göre daha otoriter ve sert bir tavır içinde. Çin’in ekonomi yönetimi felsefesini ABD’nin karşısına sert olarak koyuyor ve küresel siyasetin ve ekonominin merkezine ABD yerine Çin’i yerleştirmeye çalışıyor.

Xi Jinping, doğunun yükseldiğini, batının düşüşte olduğunu ifade ediyor. Pax Americana döneminin sona erdiğini dile getiriyor.

Çin, ABD’nin değerlerinin karşısına şu değerlerle çıkıyor:

1.     Devletin sosyal yaşam üzerinde kontrolünün olması.

2.     Uluslararası alanda sınırlı özgürlüklerin olması.

3.     Serbest piyasayı regüle etmenin ötesinde kısıtlayan uygulamaların olması.

4.     Bilgi akışı üzerinde devletin kontrolünün olması.

Bu sıralamadaki felsefenin gerektirdiği uygulamalar Çin’in içinde geçerli. Ancak amaç, küresel kapitalizmin geleceğine de bu felsefi temellerde yön verebilmek. Uluslararası ilişkiler ve askeri güç de bu amaca hizmet ediyor.

Tayvan, Çin tarafından kendi toprağı olarak görülüyor. Yıllardır, Tayvan’ı kendisine dahil etmek için çabaları var. 1997’de Hong Kong’un Çin’e dahil olmasıyla uygulanan tek ülke ve iki sistem modeli artık kabul görmüyor. 2020’de çıkarılan milli güvenlik yasası ile bu modele son verildi. Güney Çin Denizi’nde baskınlık mücadelesi söz konusu.

Çin, Kuşak ve Yol Projesi’ni (Belt and Road Initiative) 2013’te hayat geçirerek kendi iş yapma kültürünü, düşünme yöntemlerini ve kapitalist sistemi algılayış şeklini eski İpek Yolu üzerindeki ülkelere benimsetmeye çalıştı. Bu ülkelerde, alt yapı yatırımları gerçekleştiriyor. Afrika kıtası, 2000’lerin başlarından bu yana Çin’in özel ilgi alanında bulunuyor.

ABD de Afrika’da yaygın olarak bulunuyor. Ancak, Çin’in Afrika’ya özel ilgi göstermesinin sebepleri var:

1.     Altyapı eksikliklerini gidererek göreceli olarak bakir olan kıtada yüksek marjinal getiri elde etmek ve kendi ekonomi yönetimi kültürünü hakim kılmak.

2.     Yarattığı ticaret yollarını güvende tutabilmek. Çin’in kendi ekonomisini ayakta tutmak için büyük ölçekli ithalat ve ihracat yapması gerekiyor.

3.     ABD’nin askeri gücünü ve dikkatini Çin topraklarından uzak tutmak.

Çin, 2016’da Cibuti’de bir deniz kuvvetleri üssü inşa etti. Pantagon’un raporlarına göre, 13 Afrika ülkesinde de yeni üsler devreye girecek.

Çin, 2. Dünya Savaşı sonrasında küresel baş aktör olan ABD’nin yerini almaya çalışırken şu önemli özelliklere sahip:

1.     Dünya ülkelerinin en büyük ticari partneri. Dünya, Kovid-19 salgınının ilk günlerinde Çin’de arz mekanizması çökünce, Çin’in tedarik zincirlerine aşırı ölçüde bağımlılığın risklerini fark etti.

2.     Dünyanın en büyük kreditörü.

3.     Dünyanın en yüksek nüfuslu ülkesi ve askeri gücü.

4.     Dünyanın inovasyon merkezi.

5.     2030’a kadar dünyanın en büyük ekonomisine sahip olması bekleniyor.

Çin-ABD ilişkileri, Trump döneminde sertleşmişti. Ancak, Biden yönetimindeki ABD’nin Çin politikasının da yumuşak olduğu söylenemez. 1940’ta Fransa’nın düşmesi ve 1941’de Pearl Harbour saldırısı, ABD’nin izolasyon politikalarını sonlandırmıştı. Çin’in yükselişi ise 1978’teki reformlar ve ardından Demir Perde’nin yıkılması ile başladı.

Ekonomi, uluslararası ilişkiler ve askeri stratejiler küresel güç olmak ya da hegemonya oluşturmak amacı doğrultusunda birbirleriyle iç içe giriyorlar.

Soğuk Savaş döneminde, birbiriyle zıt ekonomik sistemler vardı. Kapitalizmin temsilcisi olarak ABD tüm dünyaya yayılırken, SSCB kendi içine kapalıydı. Çin ise, kapitalist sistemin içinde kalarak ama tek parti düzenli otokratik bir rejimle yaklaşık 30 yıllık küreselleşme rüzgarını arkasına alarak çeşitli coğrafyalara yayıldı. Küreselleşmeden güç almış olarak ama ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyanın her yerinde yaymaya çalıştığı ekonomik ve toplumsal düzen anlayışının da karşısında durarak.

Küreselleşmenin bugün geldiği noktadan geri dönüş en azından bugün için söz konusu gözükmüyor. Bu nedenle, ABD ile SSCB’nin yaşadığı tecrit edilmiş sistemlerin dünyasından çok daha karmaşık ve yönetmesi zor bir ABD-Çin hegemonya mücadelesi söz konusu.

Çin ile arasındaki ilkesel farklılıklara rağmen ABD’nin firmaları Çin’de sürekli yatırım yapıyor. Çin’i bu kadar cazip kılan, muazzam ölçeği ve bu ölçeğin yarattığı piyasa derinliği. İki ülkenin karşılıklı doğrudan yatırımlarının büyüklüğü 2020 sonunda $162 milyar idi. Bu rakamın $124 milyarlık kısmı ABD’den Çin’e yönelik.

ABD ile Çin arasındaki ticaretin büyüklüğü yine 2020 sonunda $615 milyar idi. İki ülke için de önemi büyük olan Güney Çin Denizi üzerinde gerçekleşen ticaretin yıllık büyüklüğü yaklaşık $3.4 trilyon.

ABD’nin karşısında Çin kadar olmasa da Rusya da var. Tayvan konusu son derece sıcak iken, Rusya’nın Ukrayna sınırına askeri güç yığmasını da Çin ve Rusya arasında ABD'ye karşı stratejik bir birliktelik olarak değerlendirmek gerekiyor. Roma İmparatorluğu’ndan bu yana dünyaya ABD kadar yayılmış bir ülke gelmemişti. Çin ve Rusya, 1940’lardan bugüne kadar oluşan bir gücü kırmanın peşindeler.

ABD, kendi değerlerine bağlı olan ülkeleri kendi safında sıkılaştırmaya çalışıyor. Geçtiğimiz günlerde, Demokrasi İçin Zirve (Summit for Democracy) başlığı altında sanal ortamda toplantılar gerçekleşti. Biden, Çin’in ve Rusya’nın otokratik yönetimleri karşısında, özgürlük ve demokrasiye sahip çıkmak isteyen ülkelerle bir araya geldi.

ABD, demokrasiyi ve özgürlüğü başka ülkelere ihraç etmeye çalışırken, o ülkelerde kaosun yaşandığı da geçmişte görüldü. Temel amaç, tabii ki ABD’nin uluslararası çıkarlarını korumak ve hegemonya oluşturmak. 1980 tarihli Carter Doktrini, Arap Baharı, var olmayan nükleer silahlar bahane edilerek Irak’a girilmesi bu amaçların somut örnekleri.

ABD’nin ortaya koyduğu felsefeye sahip çıkmakta bir yanlışlık yok. Çin ve Rusya’nın otokratik rejimleriyle ancak özgürlükler kısıtlanabilir.

ABD-Çin-Rusya eksenli küresel mücadelenin dünyanın diğer ülkeleri için de önemi büyük. Dünya sahnesinde şahsiyetli, tutarlı, güçlü ve ekonomik açıdan bağımsız olabilmek için her ülkenin demokrasiye öncelikle kendi içinde sahip çıkması gerekiyor. Demokrasinin verdiği gücün ekonomik bağımsızlığa ve güce dönüşmesi, akla ve bilime dayalı iktisadi stratejilerin oluşturulabilmesine bağlı. Bunları başaran ülkelerin ABD’nin demokrasi ihracına maruz kalması ve ABD’nin hegemonyasından etkilenmesi de söz konusu değil. Başarılı ülkeler, hegemonya altına girmek yerine işbirliği yapar.

Gelişen ağır koşullar, sosyal devlete vurguyu artırıyor olacak. Bunun, bu yazının sınırlarını çok aşan çok sayıda karmaşık içerikli nedeni bulunuyor. Önümüzdeki on yıllar için hazırlığı bugünden yapmanın önemi giderek artıyor. Bu yazıda anlatılan mücadelenin kazananları ve kaybedenleri olacak. Ancak, hiçbir kazanç ya da kayıp kalıcı değil. Tarihsel süreç, bize bu değerli ve ders çıkarılması gereken bilgiyi sunuyor.

Kaynaklar:

Xi Jinping’s New World Order | Foreign Affairs

China says it is more democratic than America | The Economist

China's Public Diplomacy | Merics

If the United States pulls back, the world will become more dangerous | The Economist

Not: Bu yazı, 16.12.2021 tarihinde yazılmış ve daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo