Ana içeriğe atla

Yeni Ekonomi Modeli Doğrultusunda Beklentiler

Yeni ekonomi modeli isimlendirmesiyle iktidar tarafından ortaya atılan görüşlerin temelinde Türkiye’nin üretimde dışa bağımlılıktan kurtulması amacı yatıyor. İç tasarrufların Türkiye’nin kendi ihtiyacına ve ihracata yönelik üretime yetmesi planlanıyor. Bu hedefe itiraz etmek mümkün değil. Mandacı olduğu iddia edilen iktisatçıların büyük bir bölümünün yıllardır dile getirdiği bir dönüşümün iktidar tarafından da arzu edildiği anlaşılıyor. Ancak, hedefe ulaşmanın metotlarının tartışıldığı noktada büyük bir ayrışma söz konusu.

Yeni ekonomi modeli, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) faiz indirimleri ile yatırımların finansman maliyetlerini düşürmeyi hedefliyor. Ancak, faizin düşmesi kurun yükselmesi anlamına geliyor. Çünkü, enflasyon oranının altında kalan faiz tasarruf sahibine para kazandırmıyor, tam tersine kaybettiriyor. Bu durumda, yerli ve yabancı yatırımcı Türk Lirası varlıklardan kaçmaya çalışıyor. Kaçış, yerli tasarruf sahipleri için ya yabancı paralara talep ya da hisse senedi piyasası gibi riskli bir piyasada artan spekülatif hedeflerle yatırım yapmak anlamına geliyor. Yabancı yatırımcı ise, yabancı para satın alarak Türkiye’den çıkıyor. Sonuçta, yabancı paraya talep artıyor ve kur yükseliyor.

Türk Lirası’nın değer kaybı, Türk mallarının yabancı para cinsinden değerini düşürüyor. Böylece, ihracat artıyor.

İktidar, faizi indirip kuru yükselterek ihracat artışı ile Türkiye’nin bir sanayileşme hamlesi yapacağı düşüncesinde. İktidarın sadece “kur yükselince ihracat artar” kuralına tutunmaya çalışarak bir sanayi hamlesi gerçekleştirmek istediğini anlıyoruz. Kur yükselince, her ülke ihracatta bir fiyat avantajı yakalar. Ancak, artan ihracatla sanayi hamlesi yapılmaz. Ayrıca, artan ihracata ithalat cephesinden de bakmak gerekir ki dış ticarette ekonomik bir avantajın gelişip gelişmediği anlaşılsın.

İktisat bilimi, iktisadi faaliyetin kurallarını anlatırken, bu kuralların “hangi koşullar” altında “nasıl çalıştığını” anlatır. Ekonomi politikası, bir noktada bir değişim hedeflerken, ekonominin başka noktalarında mutlaka başka dengeleri etkiliyor demektir. Ekonomi politikasında tercih yapılırken, diğer dengelerde oluşacak değişimlerin ya da bozulmaların ne ölçüde tolere edilebileceğini ülkenin ekonomik, sosyal, demografik, siyasi, psikolojik koşulları belirler. Bu nedenle, ulaşılmak istenen hedefe nasıl ulaşılacağı, ortaya konan hedeften daha da önemlidir. Usul, esastan üstündür.

İktidarın yeni ekonomi modelini sadece “kur artışı ihracatı artırır” kuralıyla çalıştıracağını iddia etmek haksızlık olur. Zira, başka yöntemlerin de hayata geçeceğini anlıyoruz. Ancak, söz konusu metotlarla mutabık kalabilmek imkansız.

İktidar, faizin enflasyonun nedeni olduğu görüşüne rağmen neden %19 olan politika faizini 23 Eylül 2021’den 18 Kasım 2021’e kadar sadece dört puan indirdi? Burada bir çelişki var. Kurdaki artış ile ihracatta uluslararası fiyat rekabeti avantajı sağlanacaksa, neden TCMB üzerinden döviz satışı başlatıldı?

Bir merkez bankasının piyasaya yabancı para cinsinden likidite sağlaması, piyasanın ihtiyaç duyduğu dövizi arz etmek için söz konusudur. Yerli para birimine güvenin yok olduğu bir ortamda kuru düşürmek ya da oynaklığını yok etmek amaçlı müdahaleler, kurda spekülatif atak yaratır. Merkez bankasının döviz rezervlerinin düşük ya da nette negatif düzeyde olması, bu ataklara davetiye çıkarır. Zira piyasa, merkez bankasının nefesinin bir noktadan sonra tükeneceğini düşünerek daha fazla yabancı para talebine geçer. Durumun, dış mihraklarla herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu konuda, çok sayıda bilimsel makale bulunmaktadır.

İktidar, halktan altı ay kadar sabırlı olmasını istiyor. Kur artışıyla beraber ihracat artışının Türkiye ekonomisinde bir yapısal dönüşüm yaratacağını iddia ediyor. Yani, enflasyon tek haneye ve hatta %5’e düşecek ve yabancı sermaye girişlerine ihtiyaç kalmayacak.

Kur spekülasyonuna yönelenler, aşırı fiyat artışı ve gereksiz stoklama yapan firmalar cezalandırılacak. TCMB’nin ihracatı desteklemeye yönelik kaynakları (reeskont kredileri) devreye sokulacak. Yapısal reform adı altında yeni kararlar açıklanacak. Yeni ekonomi modeli, ekonomik bir kurtuluş savaşı olarak görülüyor. Bu çerçevede, Milli Güvenlik Konseyi de devreye alındı.

Altı aylık geçiş sürecinde, bu süreçten hasar görenlere destekler sağlanacağını anlıyoruz. Sonrasında, bu kesimlerin desteğe ihtiyacı olmayacak. Çünkü, iktidara göre yapısal dönüşüm tamamlanış ve enflasyon düşmüş olacak.

Türkiye gibi üretimde dışa bağımlı olan bir ülkenin kur ve faiz üzerinden yapısal reform gerçekleştirmesi imkansızdır. Türkiye, ihtiyacı olan yapısal dönüşümü sanayide verim artışlarıyla, modernleşmeyle ve katma değer artışı ile gerçekleştirebilir. Bu sürece, mevduat, kredi, reel sektörde fiyatlama ve tedarik zincirlerinde sağlıklı akışı sağlayacak sürdürülebilir faiz, enflasyon ve kur istikrarı eşlik etmelidir. Sanayide dönüşümün teknolojiye dayalı olmasının getireceği sosyal sorunlar da ayrıca ele alınmalıdır.

Yatırımın tek belirleyicisi faiz değildir. Yatırım, istikrarlı makroekonomik koşullar ister. İstikrar ve öngörülebilirlik, yatırım için kardan daha önemlidir. Ekonomi politikası, istikrar ve öngörülebilirlik sağladığı ölçüde yatırım artışına destek olabilir. İstikrar ve öngörülebilirliğin sağlayacağı güven ortamı piyasa faizini zaten aşağı çekecektir.

Türkiye’nin üretim ve o üretimi finanse ediş yöntemleri ve yapısı kur oynaklıklarına karşı duyarlıdır. Türkiye, yurt dışından finansman ihtiyacı duymaktadır. Finansman, ancak enflasyonun üzerinde getiri sağlayan bir faiz oranıyla sağlanabilir. Durum, gelişmekte olan ülkelerin geneli için geçerlidir. Bu noktada, gelişmekte olan ülkelerle gelişmiş ülkeleri birbirinden ayırmak şarttır. Aksi takdirde, yanlış bir iktisadi analiz yapılmış olur. Burada, kısa vadeli sermaye bağımlılığına taraf olunduğu sonucu çıkmasın. Bu konuyu, bir başka yazıda ele alalım.

İktidarın örnek olarak gösterdiği ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkelerle Türkiye’nin enflasyon-faiz dengelerinin kıyaslanabilmesi mümkün değildir. Ancak Türkiye, gelişmekte olan diğer ülkelerle kıyaslanabilir. Dış finansman bağımlılığı, kura karşı hassasiyet gibi unsurların gelişmekte olan diğer ülkeler için de sorun teşkil ettiği onlarca yıldır görülmektedir.

Bilgi vermek amacıyla, küresel değişimleri dikkate alarak 2021 yılında, bugüne kadar faiz artıran ülkelerin bazılarını sıralayalım: Meksika, Brezilya, Rusya, Çekya, Polonya, Macaristan, Kolombiya, Romanya, Yeni Zelanda, Güney Afrika, Peru, Norveç, Şili.

Türk Lirası’nın sürekli değer kaybetmesi ve oynaklığı karşısında yurt dışından mal tedariği kontratlarında iptaller gözlemlenmektedir. Üreticiler maliyetlerini tahmin edememektedirler. Bu nedenle, yerli piyasada satış yaparken hangi vadede hangi satış fiyatını kullanacaklarını bilememekteler. İthalattaki mal alımlarını iptal etmek, bir arz sorunu olasılığına işaret etmektedir. Gelişmiş ülkelerdeki %5-6 civarındaki enflasyon oranlarının önemli sebeplerinden biri küresel tedarik zincirlerindeki kopmalar iken, Türkiye’nin bu küresel koşullara ek olarak kur oynaklığı riski yaratması mevcut enflasyon sorununu çok daha büyük boyutlara taşıyacaktır.

Artan enflasyon karşısında, yukarıda dile getirilen baskı yöntemlerinin kullanılması, iflas riskleri yaratacaktır. İktidar, hangi firmanın hangi maliyet yapısına sahip olduğunu bilemez, hangi müşteri profiline hitap ettiğini ve buna göre hangi oranda stok tutması gerektiğini, hangi bankanın hangi riskleri alabileceğini, hangi iş modellerini bilip finanse edebilme yeteneği olduğunu bilemez.

Dünyanın her yerinde iktidarların görevi, üreticinin, tüketicinin, yatırımcının, finansal sistemin istikrarlı ve öngörülebilir bir ortamda çalışmasına uygun zemin sunmaktır.

Tasarruf sahipleri, enflasyon oranının altındaki getiriye bir noktaya kadar katlanabiliyor. Bu nedenle, bankalar mevduat faizini artık indiremiyor. Aksi takdirde, bankalardan mevduat kaçışı yaşanabilir. Mevduat faizinin düşmemesi, bankaların maliyetlerinin düşememesi anlamını taşıyor. Bu nedenle, kredi faizi de düşemiyor. Dolayısıyla, TCMB’nin politika faizi ile piyasa faizi arasındaki bağ kopuyor.

Bankaların kredi verme olanaklarını belirleyen sermaye yeterlilik rasyosu, kur artışları karşısında düştü. Teknik derinliği olan bir konu. Ancak, kur artışının bankaların kredi verme olanaklarını sınırlandırdığını ifade edebileceğimiz bir durum söz konusu.

Reel sektörde fiyatlamalara müdahale baskısı bankacılıkta da faiz oranlarına müdahale etmek olarak yansırsa, çok boyutlu bilanço bozulmaları ve ekonominin aniden sert bir duruş yaşaması söz konusu olur.

Not: Bu yazı, 02.12.2021 tarihinde yazılmış ve daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo