Ana içeriğe atla

1980’lerin Değişim Rüzgârlarının Adı: Mihail Gorbaçov

1960’ların sonlarında ve 1970’lerin başlarında doğan ve ekonomi ve siyaset ile ilgilenenler için önemli bir isimdi Gorbaçov. Bu neslin üniversiteyi bitirenleri hayata atılırken “Winds of Change” şarkısını dinlemekte, Berlin Duvarı’nın yıkıldığına tanıklık etmekte, haritaların değiştiğini izlemekteydi. Dünya büyük bir süratle değişiyordu.

1922 doğumlu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (SSCB) son başkanı Gorbaçov 6 yıl 9 ay süren başkanlık görevinden 25 Aralık 1991’de istifa ederken, dünya tarihinin bir devrini kapatıyordu ama aynı zamanda bir yenisini açıyordu. İstifasıyla beraber SSCB adında bir ülke kalmıyor ve SSCB’nin dağılmasıyla 15 tane yeni ülke kuruluyordu. 1952’de ABD’nin Moskova büyükelçiliğine atanmış George Kennan’a göre tarihin en büyük kansız devrimi gerçekleşmişti. Bu devrim, Soğuk Savaş yıllarına da nokta koyuyordu.

1985’te SSCB’nin başına geçen Gorbaçov, son derece olumsuz ekonomik koşullarda olan bir ülke devralmıştı. Ekonomi durma noktasında idi ve yolsuzluk büyük bir sorundu. Halk, ihtiyaç duyduğu tüketim mallarına ulaşamaz haldeydi. Toplumsal yaşamın her alanını Komünist Parti’nin kontrol ettiği bir ülke vardı. Gorbaçov, reform taraftarıydı. Hiçbir şeyin eskisi gibi devam etme şansı yoktu.

Ekonomide yeniden yapılanma ve siyasette ve kamusal alanda şeffaflaşmanın gerekliliğine inanıyordu. Düşüncelerini iki kavram üzerine oturttu ve değişim rüzgârlarına yelken açtı: Perestroika ve Glasnost.

Perestroika, yeniden yapılanma anlamına geliyordu. Glasnost ise açılma. Perestroika ekonomik değişimi, Glasnost demokratikleşmeyi temsil ediyordu.

Gorbaçov, SSCB’nin içinde bulunduğu tıkanmışlığı görüyor ve reform amaçları taşıyordu ama nasıl reformlar? Amacı, SSCB’nin komünist temellerine ilişkin reform düzenlemeleri mi yapmaktı, yoksa batı tarzı bir serbest piyasa ekonomisine geçmek mi? Komünist temellere ilişkin reform düzenlemeleri yapmaya girişirken yaşanan gelişmelerle süreç kontrolünden mi çıkmıştı? Öyleyse, neden? SSCB, bu kontrolden çıkma hali nedeniyle mi dağılmıştı? Gorbaçov, komünist rejim içinde reform yapmaya çalışırken, fikirleri zamanla serbest piyasa ekonomisinin uygulanmasının gerektiği yönünde mi değişmişti?

Yukarıdaki soruların çok sayıda yorumlu cevabı bulunuyor. Yıllar içinde, sorulara cevap arayan çok sayıda politika analizi yazısı yazıldı. Bu yazıda, bu cevapları tartışma olanağımız bulunmuyor. Ancak, Gorbaçov’un görevinin başlangıcındaki amacının demode kalmış bir sistemi reformlarla ayağa kaldırmak olduğunu biliyoruz. Bunu yaparken mutsuz ettiği kesimlerin baskısı sonucu istifa etmek zorunda kaldıysa da, sadece neredeyse 7 yıllık iktidarıyla tarihe damgasını vurdu. Reform amaçlayan Gorbaçov’un SSCB’ye son vermek gibi bir niyeti yoktu. Ancak tarihin akışı SSCB’nin dağılması ile sonuçlandı. SSCB sonrasında kurulan Rusya, serbest piyasa ekonomisi ile yoluna devam etti.

Bugün yaşanan Rusya-Ukrayna savaşının nedenlerinden birinin de Gorbaçov olduğu düşünülebilir. Putin, SSCB’nin yıkılmasından ve Rusya’nın NATO ile çevrelenmesinden Gorbaçov’u sorumlu tutuyor. Putin’e göre SSCB’nin dağılması 20. yüzyılın en büyük jeopolitik faciasıydı ve milyonlarca Rus için gerçek bir trajediydi.

Gorbaçov politik hükümlüleri serbest bırakmış, yasaklanmış kitapların ve filmlerin okunabilmesini, izlenebilmesini mümkün kılmıştı. Kendi döneminde ABD başkanı olan Reagan ile silah kontrollerine ilişkin antlaşma imzalamıştı. Yolsuzlukların üzerine giderek çok sayıda bürokratı yerinden etmişti. SSCB’nin Afganistan’ı işgalini eleştirdiği için 1980’de sürgüne gönderilen Andrei D. Sakharov’u serbest bırakmıştı. SSCB’yi Afganistan’dan çekmişti. Putin’in Rusya’sı ise demokrasiden, şeffaflıktan kopmuş durumda. Putin’in Rusya’sının batı ile ilişkileri Soğuk Savaş yıllarındakinden dahi daha kötü.

Gorbaçov, 1990’da Nobel Barış Ödülü’nün sahibi oldu. Ödülden kazandığı parayla Novaya Gazeta adlı bir gazete yayınlamaya başladı.

Perestroika ve Glasnost ile başlayan dalga Polonya, Çekoslovakya, Demokratik Almanya, Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Arnavutluk’a da sıçrayarak Demir Perde’yi ortadan kaldırdı.

Gorbaçov SSCB’yi yıkmak istemedi. Üzerinde hala tartışmalar var ama bugüne kadar okuduklarım ve tanıklık ettiklerim Gorbaçov’un başlangıçta komünist bir rejimi sağlamlaştırmak için yeniden yapılanma ve açılma sağlamaya yönelik planlar yapmış olduğu tezini güçlü kılıyor. Ancak, ekonomide attığı bazı adımların katı komünist rejimi piyasa yönünde yumuşattığı gerçeği de var. Buna rağmen ekonomide başarılı olamadı. İstifasına neden olan süreç, halk nezdinde ekonomiyi ayağa kaldıramaması ile gelişti.

Gözden kaçırmamak gerekir ki, Gorbaçov’un Perestroika ve Glasnost ile açılım sağlamaya çalıştığı dönemde, karşı cephede de kendisini yenilemekte olan bir kapitalizm vardı. Kapitalist dünya, 1970’lerin başında Bretton Woods düzeninden çıkmıştı ve ABD başkanı Reagan ve İngiltere başbakanı Thetcher önderliğinde şekil ve içerik değiştiriyordu. Diğer bir ifadeyle, Gorbaçov’un SSCB’ye yaşattığı etkili ve köklü değişimin bir başka türü kapitalist dünyada yaşanmaktaydı. Gorbaçov’un başlattığı reform hareketinin kontrolü dışına çıkmasında ve tüm Demir Perde ülkelerine yayılmasında kapitalizmin içinde bulunduğu değişim süreci de önemli ölçüde etkili oldu. Demir Perde’nin çökmesiyle yeni açılacak pazarların sağlayacağı yüksek kar marjları kapitalizmin yaşadığı değişimi ivmelendirecekti.

Benim de içinde yer aldığım nesil yukarıda anlatılan değişimlerin başlangıcında hayata atıldı. Dünya bir kardeşlik gezegenine dönüşecekti. Bir yandan ulus-devlet kavramının yok olacağı ve ulusların çökeceğinden ve insanlığın kapitalizm dışında bir başka sistemi denemeyeceğinden söz ediliyordu. Diğer yandan, medeniyetler çatışması kavramı ortaya atılıyordu. Bu satırların yazarı, o yıllarda Türkiye’nin bu medeniyetler çatışmasının bir parçası olacağını düşünmekteydi. Çünkü Türkiye, din tandanslı ve akıldan yoksun bir milliyetçiliğin pençelerinde sıkışmaya doğru ilerlemekteydi.

Geçilen süreçleri başta kapitalizm kazanıyor gibi gözüktü. Ancak, bugün insanlık bir buhrandan geçiyor. Süreçler, ülkeler arasında ve ülkeler içinde sınıfsal eşitsizlikleri beraberinde getirdi. 1929’un Büyük Depresyon’undan sonraki en büyük kriz olan 2008’in Büyük Resesyon’u Gorbaçov’un reformlarının kontrolünden çıkmasına neden olan kapitalist dalganın bir sonucu oldu. Demokrasiler hasar aldı. Eşitsizlikler, ekonomik zorluklar otokratik rejimlere yol verdi. Oysa, şekil ve içerik değiştiren kapitalizmin insan doğasına uygunluğundan söz edilmekteydi. Ancak, bu süreç o kadar hatalı yönetildi ki, insanlık bugün buhrandan geçecek noktaya geldi.

1990’larda yaşanan değişimleri yukarıda adı geçen ülkelerin çoğunda yerinde gördüm. Birçoğunu da değişimin akla dahi gelmediği günlerde, 1970’lerde gördüm. Değişim içinde gördüğüm bu ülkeler kapitalizme açılırken, hangi sanayilerde hangi tedarik zincirlerinin nasıl kurulabileceğini anlamaya çalıştığım bir işim vardı. Lise yıllarımdan itibaren heyecanla izlediğim 32. Gün programlarında anlatılanların tam ortasındaydım. Bir yerlerde bu düzenin de tıkanacağına dair şüphelerimle ve onlarca soru ile tarihe tanıklık etmenin keyfini yaşıyordum. 2020’ler çok uzaktı zira. Bu nedenle biraz keyif alabilirdim. İklim krizi de bağıra çağıra geliyordu. Bunu da iş yaşamının içinde görmekteydim. Avrupa Birliği’nin hızla büyümesi ve özellikle Euro Bölgesi’nin iktisat teorisine aykırı bir şekilde kurgulanması şüpheleri ve soru işaretlerini artırıyordu. Kapitalizm, yeni pazarları kimseye kaptırmamalıydı.

Gorbaçov veda etti. Bir tarih göç etti. Benim neslim için anlamı büyük ve derin bir lider figürüydü. Şöyle yapsaydı, böyle olurdu gibi analizler yerine, ne olduysa onu anlamaya çalışmak ve geleceğe bakmak bana daha anlamlı geliyor.

Hoşça kal gençlik.

Not: Bu yazı, 01.09.2022 tarihinde yazılmış ve daha sonra PolitikYol sitesinde yayınlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo