Dünya tarihinde hiçbir kriz, Covid-19 krizi kadar derin,
yaygın ve dünyanın tüm ülkelerinde bu kadar eş anlı bir çöküşü beraberinde
getirmemiştir. Okuduklarım, dinlediklerim beni bu sonuca ulaştırıyor.
Mart ayından bu yana yaşadıklarımız, bize 1929’un Büyük
Depresyon döneminin rakamlarına bugüne kadar hiç bakmadığımız bir bakış
açısıyla bakmamıza neden oldu. İspanyol gribinden haberdardık ama 1918-1920
arasında yaşananları bu kadar detaylı analiz etme ihtiyacı hiç hissetmemiştik.
Okuduğum bir kitapta, Karlsbad’tan İstanbul’a Viyana üzerinden dönen Atatürk’ün
İspanyol gribine yakalanıp Viyana’da mecburi olarak bir hafta yatmak zorunda
kaldığını hiç önemsemeyecektim ve unutacaktım belki de ama içinde bulunduğumuz
koşullarda çarpıcı geldi. Yani, algılarımız değişti.
Yaşadığımız onca tecrübeyi ve en önemlisi, ekonomiye
yansımalarını derleyerek bir özet haline getirme ihtiyacı hissettim. Dünyanın,
dönüm noktalarından birisine tanıklık ediyoruz. 19. yüzyılın sonlarında yaşanan
globalleşme sonrasında önce 1. Dünya Savaşı, hemen ardından İspanyol gribi,
1929’da patlayan Büyük Depresyon, sonrasında 2. Dünya Savaşı ve 1970’lere kadar
sakin sularda yüzen bir dünyanın 1990’larla yeniden hareketlenen globalleşme
adımları ve önce 2008 ve sonrasında Covid-19 ile bizi getirdiği yer, bu döneme
dair genel bir özet ortaya koymayı bir ihtiyaca dönüştürdü bende.
Bu yazı, kaç adet olacağını şu anda bilmediğim birkaç
yazının ilki. İşin sonuna geldiğimde, mutlaka eksik bıraktığım noktalar
olacaktır. Amaç, mümkün olduğunca kapsayıcı bir içerikle, her ana başlığa
dokunabilmek olacak.
2020’de dünya ekonomisi, büyük olasılıkla 2. Dünya Savaşı
döneminden bu yana en yüksek oranlı küçülmeyi yaşayacak. Küresel büyümenin %2
olduğu noktada bir resesyon söz konusudur. Negatif bir büyüme oranı ise,
ekonomik aktivitedeki yavaşlamanın boyutunun ne kadar derin olduğunu ortaya
çıkaracaktır. 2008’in ikinci yarısında ortaya çıkan Büyük Resesyon’un 2009
yılına yansıması, -%0.1’lik bir büyüme olmuştu.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verilerine göre, 2020
yılının ikinci çeyreğinde, dünya genelinde genç işgücü grubunda her 6
çalışandan biri işini kaybetti. Çalışmaya devam etme şansı bulan genç işgücünün
çalışma saatlerinin ise hemen hemen %25’i yok oldu.
Dünya Bankası’nın Haziran ayında yayınladığı bir rapora
göre, düşük ve orta gelir grubunda yer alan ülkelerin tamamı 60 yıl sonra ilk
kez küçülecek.
Çin’de ortaya çıkan salgının kısa süre içinde yayılmaya
başlamasıyla bir arz şoku yaşandı. Yani, salgının yayılmasını engellemek
amacıyla üretim kesintileri başladı. Bu kesintilere karşı atılan ilk adım,
başta Fed olmak üzere, neredeyse tüm büyük ve gelişmiş ülke merkez bankalarının
faiz indirimleri oldu. Bir arz şoku karşısında faiz indiriminin para politikası
yönetimi açısından doğru bir adım olmadığı açıktı. Ancak, zaman içinde salgın
başka bir noktaya, o an öngörülemeyen bir yere evrildi. Arz şoku, tedarik
zincirlerinin kırılması ile beraber, tedarik zincirleri yönetimi üzerine geniş
tartışmaları beraberinde getirdi ki tedarik zincirlerinin yönetimi ile ilgili
dünyanın bu döneme ait tespitleri, bu yazılar boyunca değineceğimiz köklü
üretim anlayışı değişikliklerini beraberinde getirecektir.
Salgının yayılmasıyla beraber arz yanlı bir şok, kısa bir
süre sonra bir talep şokuna da dönüştü. Tüm dünyada alınan önlemler, insanların
evlerinden çıkamamasına neden oldu. Gelişmeler, turizm başta olmak üzere,
hizmet sektörünün neredeyse tüm alt sektörlerini durdurdu. Salgın sürecinin ne
kadarlık bir zaman dilimine yayılacağının hesaplanamadığı bir ortamda – ki hala
hesaplayamıyoruz - ülkeler ekonomileri durdurmak pahasına önce ölümleri
engellemeye çalıştılar.
Arz ve talebin neredeyse eş anlı olarak sayılabilecek kadar
her ülkede, kısa bir sürede çöktüğü bir ortamda para politikasının
etkinsizleşmesi sorunu ortaya çıktı. Daha doğrusu, Büyük Resesyon döneminden
gelen sorun kronikleşti. Para politikasının en önemli politika aleti olan faiz,
hangi seviyeye indirilirse indirilsin, ekonomik aktiviteyi canlandırmak
konusunda yetersiz kaldı. Para politikalarının etkinliğini yitirmesi durumu,
Covid-19 salgını ile başlamadı ama sorun, ağırlaştı. Merkez bankalarının faiz
politikasını kullanarak ekonomik aktiviteyi canlandırma çabalarından çok,
piyasalara likidite sağlama işlevleri öne çıktı.
21. yüzyılın en büyük sorunlarından biri olarak yaşamış
olduğumuzu düşündüğümüz ve 2008 yılında başlayan Büyük Resesyon para
politikalarının ekonomileri canlandırma konusunda yetersiz kaldığına ve maliye
politikalarının daha etkin kullanımının gerekliliğine işaret etmekteydi.
Covid-19 krizi, bu tartışmaların yapıldığı bir anda maliye politikalarının
dünya ekonomi tarihinde görülmemiş boyutta kullanımını zorunlu olarak
beraberinde getirdi.
2008’de bu yana süren düşük faiz ortamı, Covid-19 krizinin
dayattığı koşullar gereği uzun yıllar para politikalarına hakim olacak gibi
görünmekte. Buna ilave olarak, dünyanın önde gelen merkez bankalarının trilyonlarca
Dolar değerinde kamu borçlanma araçlarını satın alarak piyasalara likidite
sağlama yönündeki çabaları da bilançolarını bugüne kadar görülmemiş bir boyutta
büyüttü. Büyük Resesyon ile beraber para politikalarına dair tartışmaların en
çok odaklandığı konulardan biri merkez bankalarının bilançolarını hangi vadede
hangi oranda küçültme şansına sahip olabilecekleri idi. Zira, piyasalara
salınmış olan likiditenin enflasyon yaratma etkisi üzerinden yıllardır yapılan
tartışmalar, sürekli olarak geleceğe dönük tahminlere dayalı tartışmaları
beraberinde getiriyordu. Bol likidite koşullarına rağmen gelişmiş ekonomilerde
%2 düzeyine dahi gelmekte zorlanan enflasyon, Büyük Resesyon döneminin
değiştirdiği ekonomik yapıların defalarca yeniden analiz edilmesini zorunlu
kılıyordu.
Covid-19 krizi, para politikalarının sınırlarına
olabildiğince zorlarken, maliye politikaları tarafında da çok zor denklemleri
ortaya koydu. Gelişmiş ülkelerin borçluluklarının 2019 sonunda milli gelirine
oranı %105 idi. ABD’de, yükselen işsizlik karşısında işgücüne yönelik
destekler, Almanya’da şirketlerin borçlarına verilen garantiler – ki toplam
milli gelirin hemen hemen %25’i – gibi ağır kamu açıklarına neden olacak
gelişmeler 2008’den bu yana para ve maliye politikalarının dengeli yönetiminin
nasıl olması gerektiği yönündeki tartışmaları bambaşka bir platforma ve boyuta
taşıdı. Ani bir şokla ortaya çıkan zorunluluklar benzer konuların içeriğindeki
niteliği ve niceliği değiştirdi.
Covid-19 krizine dünyanın hangi koşullarda girdiğini
görebilmek için, yakın tarihe giderek Büyük Resesyon sonrasında ortaya çıkan
gelişmelerin ana hatlarını aşağıdaki gibi maddeleyebiliriz:
1. Başta
ABD olmak üzere, gelişmiş ülkelerde düşen verimlilik.
2. Küresel
boyutta düşük faiz ortamı.
3. Teknolojik
gelişmelerin dijitalleşme yoluyla Enüstri 4.0 sürecini hızlandırmış olması.
4. Başta
FAANG (Facebook, Apple, Amazon, Netflix, Google) olmak üzere, teknoloji
şirketlerinin yönlendirdiği rekabeti ortamını zayıflatan gelişmeler.
5. Çin’in
1990’larda başlayan yükselişinin çok sayıda endüstride ve özellikle
uluslararası tedarik zincirlerinde hakim bir güce dönüşmesi.
6. Demokrasilerin
zayıflaması.
7. ABD
ile Çin arasında 2016’da Trump’ın ABD’de iktidara gelmesi ile başlayan ticaret
savaşlarının Büyük Resesyon ile zaten zayıflamaya başlamış olan globalleşmeyi durma
noktasına getirmiş olması.
Uluslararası ticaret, teknolojide gelişmeler, finans ve
ekonomi politikalarının 1990’ların globalleşme süreci sonunda, Büyük Resesyon
ile beraber yeniden şekillendiği bir ortamdaydı dünya.
Büyük Resesyon dönemi öncesine de giderek, Çin’in dünya
ekonomisinde giderek artan önemine ayrıca değinmek gerekiyor. Ucuz işgücü ile
muazzam bir fabrikaya dönüşen Çin, gelişmiş ülke ekonomilerine düşük enflasyon
ortamı sunmaktaydı. Durum, düşük faiz ortamını da beraberinde getiriyordu.
Fakat, gelişmiş ülkelerin üretim sektörlerinde istihdam kayıplarına yol
açıyordu. Çin ile beraber gelişmekte olan pek çok ülkenin giderek artan önemi,
gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere bir mal akımı yaratırken, gelişmiş
ülkelerden gelişmekte olan ülkelere ise varlık (hisse senedi, kamu ve özel
sektör bono ve tahvilleri, v.s.) alımı yönünde bir akım yaratıyordu.
2008 ile başlayan süreçte, gelişmiş ülkelerde çöken talep
nedeniyle, yukarıdaki paragrafta düşük enflasyon ve düşük faiz ortamını yaratan
unsurlara Covid-19 krizinin beraberinde getirdiği koşullar da ilave oldu.
Böylece, enflasyonun sağlıklı sayılabilecek düzeylere ulaşmakta dahi
zorlandığı, bu nedenle faizin yükselemediği ve hatta negatif düzeylerde
oluştuğu bir dünyaya Covid-19 krizinin dayattığı koşullar da eklenmiş oldu.
Bir sonraki yazıya, bu noktadan devam ediyor olacağız.
Yorumlar
Yorum Gönder