Ana içeriğe atla

Neoklasik Okul - 1: İktisadın Artan Bilimselliği

Günümüzde, global ekonomik mimarinin ortaya koyduğu çok sayıda sorunun temelinde 1980'lerde ateşlenen ve yaygınlaşan neoliberal görüşlerin olduğu düşüncesi geniş ve derin bir gündem oluşturmaktadır.

Bu yazının konusu olan neoklasik okulun neoliberal politikalar üzerindeki etkisi büyük ve önemlidir. Ancak, bu etkinin Neoklasikler'in ekonomiye bakış açısından mı kaynaklandığı, yoksa 1980'lerin ortamına hizmet edebilecek yönde mi kullanılmaya çalışıldığı tartışma konusudur.

1776'da, A. Smith'in Ulusların Zenginliği adlı eseri ile doğduğu kabul edilen iktisat bilimi, klasikler adı verilen bir iktisadi akım ile bilimsel anlamda başlamıştı. Klasikler, bölüşüm konusunu ele alırken, üretim faktörlerinin tanımını yapmıştı. Yani, emek, girişimci, sermaye ve doğal kaynağın değerinin nasıl belirlendiği konusunda fikirlerini kendi teorileri (Klasik Teori) çerçevesinde dile getirmişlerdi.

A. Smith, ilk sanayi devriminin koşulları altında gelişen serbest piyasa ortamını ele almış ve görünmez eli tanımlamıştı. İlk yazıda da belirttiğim gibi, 1. Sanayi Devrimi ile el ele gelişen serbest piyasa ortamı işçi sınıfının haklarının elinden alındığı bir süreci beraberinde getirmişti. Bunun üzerine, işçi sınıfının haklarını konu ederek Marx ve Engels, 1848 yılında Komünist Manifesto'yu yayınlamışlardı. Ancak, işçi sınıfının durumunda önemli bir değişiklik olmamıştı.

Klasik İktisat, üretim faktörleri içinde, emeğin fiyatı olan ücretin ancak geçimlik bir seviyede belirlenebileceğini anlatmıştı. Ücret, sadece temel ihtiyaçların giderilmesini sağlayabilecek seviyede idi. Neoklasikler ise - ki diğer bir isimlendirmeyle marjinalistler - marjinal fayda kavramı çerçevesinde değerin belirlenebileceğini ve bölüşümün de marjinal fayda ile sağlanan katma değer ile orantılı olarak gerçekleşeceğini anlatıyorlardı. Neoklasikler, 1870-1920 arasında iktisada katkılarını sundular.

Neoklasik İktisat, temel felsefi görüşünü klasik okuldan alıyordu. Yani, serbest piyasa kavramına bağlıydı. Kendisine çizdiği rotanın temel felsefesi Klasik İktisat'ınkinden farklı değildi. Ancak, 19. y.y.'nin sonlarına yaklaşılırken ortaya çıkan ekonomik koşullar nedeniyle yeni gelişmeleri ve bakış açılarını teorik bir zeminde ele almak gerekiyordu. Özellikle İngiltere'de yaşanmakta olan gelişmeler ve etkileri, neoklasik okulun fikirlerini besliyordu.

19. y.y.'nin son çeyreği içinde iktisat, diğer bilimlerden bağımsız bir bilim halini almaya başlamıştı. Belirli konularda uzmanlık özelliği taşıyan ve araştırma sonuçlarının yer aldığı bazı yayınlar çıkmaya başlıyordu. Quarterly Journal of Economics 1866'da, The Economic Journal 1890'da, The Journal of Political Economy 1892'de basılmaya başlamıştı.

19. y.y. içinde sadece iktisat değil, genel olarak bilimle ilgili kavramlar da değişikliğe uğruyordu. 1830'lara kadar bilim, doğa felsefesi olarak adlandırılırken, artık "bilim" olarak adlandırılıyordu. Artık, felsefeden güçlü temellerini almasına rağmen, başlı başına bir başlık haline geliyordu. Bilim insanı ifadesini de ilk kez William Whewell 1833'te kullanıyordu.

Smith ve Malthus'un çalışmaları üzerinde Newton'un çalışmalarının çok önemli etkileri olmuştu. Fizik, kendi içinde büyük devrimlere sahne olmuş ve bir bilim olarak iktisadın analiz yöntemlerine esin kaynağı olmuştu. Darwin'in evrimi anlattığı The Origin of Species (1859) adlı eseri de iktisatçıları etkilemişti. 1900 yılına doğru iktisat, "iktisat" olarak adlandırılmaya başlanmış ve o güne kadar anıldığı gibi "politik iktisat" ifadesinden sıyrılmıştı.

Neoklasik İktisat'ın iktisat teorisine katkı sunduğu yılların temel ekonomik özelliklerini aşağıdaki maddelerde özetleyebiliriz(1):

  1. Endüstriyelleşmiş ve endüstriyelleşen sektörlerin genişlemiş bir coğrafya tabanına yayılması suretiyle yaratılan uluslararası bir ekonomik ortam söz konusu oldu. 2. Sanayi Devrimi'nin de yarattığı etkilerle, özellikle emtia ürünlerinin uluslararası ticaret hacmi 1880-1913 arasında üçe katlandı. Yani, bir küreselleşme hareketi yaşanıyordu.
  2. Uluslararası ekonomik ortamın daha geniş bir tabana yayılması sonucunda uluslararası ticarete katılan ülkelerin artmasıyla İngiltere, yegane endüstriyelleşmiş ülke olma özelliğini kaybetti. Endüstri, madencilik (inşaat sektörü de dahil) sektörlerinde endüstriyelleşmenin başını çeken dört ülkenin toplam üretimdeki payları 1913 itibariyle şöyleydi: ABD (%46), Almanya (%23.5), İngiltere (%19.5) ve Fransa (%11). 1860 yılı itibariyle, Asya, Afrika ve Latin Amerika'dan yapılan ihracatın hemen hemen %50'si sadece İngiltere'ye yapılırken, 1900 yılına gelinirken oran %25 civarına düşmüştü. Endüstriyel gelişmelerle İngiltere'nin ticaret hacmindeki payı düşerken, ticaretin finansmanı ve lojistiğinde ise lider ülke konumuna yükseliyordu. Diğer bir ifadeyle, daha geniş bir tabana yayılan uluslararası ticaret nedeniyle ortaya çıkan yeni hizmet ihtiyaçlarını karşılamak gibi bir fırsatı değerlendirmişti.
  3. Teknolojik gelişmeler büyük adımlarla yol almaktaydı. Telefon, telgraf, fonograf, sinema, otomotiv, havacılık, ilaç gibi sektörlerde önemli buluşlar yapıldı. Örneğin, aspirin 1899'da, elektrik süpürgesi 1908'de bulundu. 2. Sanayi Devrimi, birincisinin yerine geçmiyor, birincinin bulduklarını güçlendiriyordu. Böylelikle, seri imalat yapılabilir bir durum yaratılıyordu.
  4. Endüstriyelleşme, genişleyen uluslararası ticaret tabanı ve seri imalat, işletme organizasyonlarının gözden geçirilmesini gerekli kılıyordu. Bu nedenle, işletme yönetiminde bilimsel metodların kullanımı gibi bir kavram gelişiyor ve uygulama alanı buluyordu.
  5. Endüstriyelleşmenin ve seri imalatın getirdiği olanaklarla artan nüfusun, artan şehirleşme oranının ve artan reel gelirlerin etkisiyle tüketim malları piyasasının miktar ve kalite olarak geliştiği bir sürece girildi. Özellikle gıda ve giyim sektörlerinde büyük bir değişim ve dönüşüm meydana geldi. Örneğin, çayın belli ölçekteki paketlerde satışı 1884'te İngiltere'de başladı. Sir Thomas Lipton'un çay satan mağaza sayısı 1870'ten 1899'a kadar geçen sürede sıfırdan beşyüze yükseldi.
  6. Yukarıdaki maddelerde anlatılan gelişmelerin etkisiyle, tarım ve sanayiden sonra hizmet sektöründe de baştan aşağı bir dönüşüm meydana geldi. Diğer bir ifadeyle, büyük bir hızla büyüyen bir beyaz yakalı çalışan sınıfı oluştu. Örneğin, İngiltere'de, ticaret sektöründe hizmet veren kişi sayısı 1851'de 91.000 iken, 1881'de 360.000 ve 1911'de 900.000 kişi oldu.
  7. Siyaset ve ekonomi birbirine geçmişe göre daha fazla yaklaşıyordu. Devletin ekonomi politikalarındaki ağırlığı ve etkisi artıyordu. Bu durum, 1870'li yıllardan itibaren A. Smith'in görünmez elinin ve serbest piyasa koşullarının ne kadar geçerli olduğunun sorgulanmasına neden olmaya başlamıştı. Kapitalizm, ağır bir eleştiri altındaydı. Kısaca, bu büyük değişimin ve dönüşümün arkasında devlet politikaları ve uluslararası ilişkilerin yönetimi vardı. Ancak herşey serbest piyasa ekonomisini hakim kılma felsefesi doğrultusunda yapılmaktaydı.

Şunu da özellikle belirtmek gerekir ki, özellikle İngiltere'nin başını çektiği endüstriyelleşme süreci sömürgeler üzerinden ucuz kaynak yaratılması politikasının önemli ölçüde üzerine oturuyordu. Ayrıca, 1860'lardan itibaren İngiltere'de işçi birliklerinin örgütlenmeleri yasaklandı ve böylece ücret artışları engellendi. Oysa, mal ve hizmet fiyatlarının belirlenmesinde oligopolistik ve tekelci eğilimler söz konusuydu. İşgücü piyasası, kendi lehine çalışabilecek imkanları yaratamayacak bir noktadaydı. Yani, serbest piyasa uygulaması, Klasikler'in anlattığı şekliyle uygulamada değildi(2).

Neoklasik Okul üyelerinin ortaklaşa buluştuğu teorik nokta, marjinalist değer ve bölüşüm teorisinin yaratılmasıdır. Yani, Klasik İktisat'ın toplumsal sınıflaşma anlayışı yerine toplum, çok sayıda firmadan ve bireyden oluşan bir topluluk olarak görülür. Klasik İktisat'ın nesnel toplumsal sınıf analizi, Neoklasik Okul'da insan-insan ilişkilerine dayanan öznel sınıf analizine dönüşür. Fayda kavramı ön plana alınır. Dolayısıyla, psikolojik etkiler de analize dahil olur. Değer, emek ve emek-zaman ile değil, marjinal katkı ile belirlenmektedir.

1870-1914 yılları arasında, emperyalist bir genişleme söz konusu olmuştur ve serbest piyasa sistemi emperyalist bir teori olmakla suçlanmaktadır. Bu şartlar altında dahi Neoklasikler, serbest dış ticareti savunmuşlardır. Çünkü, savunmakta oldukları kapitalist gelişimin serbest dış ticaretten önemli ölçüde beslenmesi söz konusudur(3).

Neoklasik Okul, matematiği iktisadın içine sokmak konusunda önemli çalışmalar yaptı. Klasikler'in uzun dönemli gelişmelerinden daha dar kapsamlı konularda ve çok daha spesifik konularda detaylı analizler yaptılar. Bireysel davranış modelleri ağırlık kazandı.

Neoklasikler arasında özellikle İngiliz William Stanley Jevons (1835-1882) ve Fransız Walras (1834-1910) iktisadın bilimselleşmesi konusunda istatistiğe ve matematiğe ağırlık verdiler. Çalışmaları, iktisadın bilimsel anlamda politikadan bağımsız bir dal olmasına katkı sağladı. Oysa Klasik İktisat, iktisadı bilimsel araştırma anlamında politikadan ayrı bir noktada konumlandırmamıştı(4).

Jevons, bir meteorolojistti. 1874'te, bilimin prensiplerini anlattığı The Principles of Science adında bir eser vermişti. İktisadın, "miktar" kavramı ile ilgilenmesi nedeniyle üzerinde durduğu mirasta matematiğin olduğunu düşünüyordu. Ayrıca, iktisat için bir veri yetersizliği sorunu olmadığını ama iktisatçıların matematiksel veriyi kullanmayı bilmediklerini dile getiriyordu. Yaptığı çalışmalarla "fayda" kavramını tanımlamaya girişti. Faydanın tanımı için memnuniyet ve memnuniyetsizlik kavramları devreye gireceği için psikolojiden de yararlanması gerekiyordu. The Theory of Political Economy adlı eserinde, davranışsal tepkiler çerçevesinde fayda kavramını anlatıyordu. Jevons'un düşünsel yapısında, Bentham'ın fayda teorisi önemli bir temel oluşturuyordu.

Walras da iktisadın bilimsel özelliklerini artırma çabası içindeydi. Walras da Jevons gibi tüketici davranışlarını ve serbest piyasa koşullarında fiyatın nasıl belirlendiğini anlatmaya çalışıyordu. Fakat, Jevons gibi "faydacı" bir yaklaşımı benimsemiyordu. Walras, Bentham yerine Say ve Condillac'tan esinlenerek piyasada "değeri" oluşturan temel unsurun "kıt olma hali" olduğunu düşünmekteydi. Jevons, değer teorisine katkılarını iki bireyin arasındaki mübadele çerçevesinde fayda yaklaşımı ile açıklarken, Walras organize olmuş bir piyasa yapısı cephesinden konuya yaklaşıyordu. Serbest piyasa şartları altında, herkesin malını hangi miktarda ve hangi fiyatta alacağı ve satacağı belirleniyordu. Böylece, her mal için alım ve satım miktarı belli bir fiyat seviyesinde eşitleniyordu. Bu eşitlenme noktasının adı denge (equilibrium) idi. Walras'ın bu çalışmaları, arz-talep eğrisinin ortaya çıkmasını sağlıyordu. Yani, iktisat eğitiminin daha ilk derslerinde kullanılmaya başlanan ve öğrencilere öğretilen arz-talep eğrilerinin mucidi Walras idi.

Walras, çok sayıdaki mal piyasasında oluşan ayrı ayrı dengelerin eş anlı bir genel denge ifade ettiğini matematiksel metotdlarla ortaya koyuyor ve bir piyasada oluşan dengenin diğer piyasalar üzerinde de etkili olduğunu dile getiriyordu. Böylece, sürdürülebilir bir denge kavramı üzerinde duruyor ve daha sonraki yıllarda yapılacak çok sayıda çalışmanın alt yapısını oluşturmuş oluyordu. Buradan, girişimcinin üretim için sürekli kar arayışı cercevesinde yeni kaynakların kullanımına yönelerek, karın sıfırlandığı noktaya kadar bu arayışını sürdüreceğini anlatmıştı. Genel denge kavramı çerçevesinde, kredi konusunu da ele almış ve faiz oranının nasıl belirlendiğini de analiz ederek Neoklasiklerin para teorisine katkılarını da orta koymuştu.

Walras'ın en önemli teorilerinden biri, artan rant gelirlerinin vergilendirilmesi önerisi noktasında olmuştu. Ricardo'nun rant teorisine benzer bir yaklaşımla, milli gelir içinde rant gelirlerinin payının artacağını ve bu gelirin vergilendirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu öneriyi, ekonomik adalet kavramı çerçevesinde tartışmaktaydı. İşçinin ücretinin vergilendirilmesini adil bulmuyordu.

Jevons, 1865'te The Coal Question adlı eseriyle İngiltere'nin tükenen kömür yatakları nedeniyle büyümenin duracağını söylüyordu. Bu sonuca varmak için istatistiki serilerden yararlanıyordu. Kömür ile ilgili vardığı sonuçlar doğru çıkmamıştı. 1860'da ise, Kaliforniya'da bulunan altın yataklarının fiyatlar üzerindeki etkilerini yine istatistiki yöntemlerle analiz ediyordu. Bu çalışmaların önemli katkısı, fiyat dalgalanmaları analizleri sayesinde konjonktürel dalgalanmalar teorisi üzerine oluyordu.

Jevons ve Walras, marjinal fayda ve fiyatların belirlenmesi üzerine yaptıkları çalışmalar sırasında birbirlerinden habersizdiler. Kimsenin dikkatini de çekmiş değillerdi. Birbirlerini, 1870'lerin ortalarında keşfettiler. İktisada matematiksel katkılar sunmak konusunda birbirleriyle işbirliği yapma kararı aldılar. İkisi de sosyal reformisttiler. Walras, özellikle rant vergisi konusundaki görüşleriyle kendisini sosyalist olarak dahi adlandırmıştı. Jevons, faydacı yaklaşımlarıyla Walras'a göre J. S. Mill'e daha yakın duruyordu.

Neoklasik İktisat, İngiltere ve Fransa dışında özellikle Avusturya tarafında Carl Menger ile gelişiyordu. Menger, Jevons ve Walras gibi iktisadı bilimsel hale getirmek gibi bir amaç taşımıyordu. 1871'de, Grundsaetze der Volkswirtschafslehre (Principles of Economics) adlı eseri Alman ekolünden Rau, Hermann ve Roscher'in etkisi altında yazmıştı. Alman ekolü, eski tarihçi akımın başını çeken Wilhelm Roscher ve yeni tarihçi akımın başını çeken Gustav Schmoller ile ilerlemeler kaydetmişti(5). Alman ekolü de Fransız Condillac'tan büyük ölçüde esinlenmişti.

Menger, değerin marjinalite ile belirlendiğini iddia etmişti. Yani, her ilave bir ticari malın tüketicisi üzerinde yarattığı memnuniyetin seviyesi ile değerin ortaya çıktığını iddia ediyordu. Menger, herhangi bir ürünün ticari mal özelliği taşıması için öncelikle bir ihtiyacın var olması gerektiğini dile getirdi. Ardından, ürünün sahip olduğu özelliklerin ihtiyaç ile arasında bir bağlantı kurabilecek durumda olmasını ve insanların bu bağlantıdan haberdar olmaları gerektiğini anlattı. Son olarak, ürünün ihtiyacı tatmin etmeye yönelebilecek koşula sahip olması gerektiğini belirtti. Bu şartların hepsinin eş anlı olarak sağlanması durumunda ortaya ticari bir mal çıkıyordu.

Menger, ticari malların bir hiyerarşisini çizdi. İnsanın ihtiyaçlarını doğrudan tatmin eden temel ürünleri listenin altında hayal etti. Örneğin ekmek, bu kategorideydi. Bir ihtiyacın tatmin edilmesine doğrudan hizmet ediyordu. Demir ise listenin temel olmayan ürünler kategorisinde yer alıyor ve listenin üst sıralarında yer buluyordu. Çünkü, bir ihtiyacın tatmininde çok dolaylı faydaları vardı. Menger, bu kategorizasyon ile azalan marjinal fayda kavramına ulaştı. Bir ürün tüketildikçe, her ilave tüketilen birimin bir ihtiyacı tatmin etmek konusundaki faydası düşmekteydi. Menger'e göre değer, mübadele ya da fiyat ile belirlenmiyordu. Fiyat, mübadele esnasında ortaya çıkıyor ve ihtiyaca bağlı olarak oluşan değerin bir sonucu oluyordu.

Jevons, Walras ve Menger, fiyatın marjinal fayda ile belirlendiği konusunda hemfikirdiler ve Ricardo'nun ve Marx'ın işgücünün değerine ilişkin teorilerine karşıydılar. Menger, Walras'ta olduğu gibi faydayı maksimize etmeye çalışan bireylerin oluşturduğu piyasaların denge noktasında olduğu fikrinde değildi. Çünkü, bireyler piyasada sahip oldukları alternatiflerin farkında değildi. Fakat, alternatiflerin arayışı içindeydiler ve dolayısıyla rekabet, dinamik bir kavramdı. Oysa Jevons ve Walras'ta rekabet Smith'te olduğu gibi statik bir kavramdı.

Menger'in önemli tespitlerinden biri de ekonomik kurumlarla ilgili idi. Kurumların ortaya çıkışı planlanmış değildi. Piyasa koşullarında, bireylerin ihtiyaçların tatmini arayışı ile ortaya koydukları davranışların farklı modelleri farklı kurumların oluşumuna şekil vermekteydi.

Neoklasik İktisat'ın ortaya çıkış süreci içinde tarihsel ve teorik iktisat kavramları da kendilerine hayat buldu. Menger, bu ayrımı çok keskin bir biçimde yapmaktaydı. Menger, matematiksel iktisat kavramına da karşı çıkıyordu. Zira, matematiğin miktarlar arasındaki ilişkileri açıklayabileceğini ve ekonominin sosyal kavramları çerçevesinde matematiksel iktisadın ekonominin can alıcı noktalarına hitap edemeyeceğini dile getiriyordu.

Neoklasik İktisat'ın temellerini ve ortaya çıkış sürecini bu yazıda ele aldım. Devamını bir sonraki yazıya bırakıyorum. Neoklasik İktisat, iktisadın bilimselleştirilme ve Smith ile başlayan ve devam eden sürecin çok daha sofistike bir hale getirilme sürecidir. İktisat, iktisadı Klasikler'in politika ile iç içe ele aldığı çalışmalardan koparak başlı başına bir bilim haline Neoklasikler ile beraber gelmiştir. Matematiğin iktisatta kullanımı söz konusu olmuştur. Neoklasik İktisat'ın ortaya çıkardığı bazı kavramların iktisadi analizde bir işe yarayıp yaramadığı da zamanla sorgulanmıştır ki bence bazı analizler gerçekten herhangi bir ihtiyaca hizmet etmemektedir. Fakat, bir bilimin gelişme sürecinde beyin jimnastiği niteliğinde çalışmaların ortaya çıkabileceğini doğal karşılamak gerekiyor.

Matematiğin iktisatta kullanımının derecesi de on yıllar sonra sorgulanır hale gelmiştir. Neoklasikler ile başlayan sürece 1. Dünya Savaşı ve ardından 1929 Buhranı ile Keynes nokta koymak zorunda kalacak ama 1960'lardan itibaren bence amacından sapan bir şekilde matematik iktisadı işgal edecektir. Bu metoda birileri karşı çıkacak ve matematiğin bu kadar yoğun kullanımıyla Menger'in yukarıdaki yorumlarına benzer yorumlarla bu yeni iktisada "otistik" nitelemesinde bulunacaklardır.

Bir sonraki yazıya Alfred Marshall ile devam edeceğim ve oradan ABD'ye, Irving Fisher, John Bates Clark ve Veblen'e uzanacağım.


Not: Dizinin önceki yazılarının bağlantılarını aşağıda sırasıyla paylaşıyorum.

Görünmez El: Merkantilizmden Sanayileşmeye Geçiş (arda-tunca.blogspot.com)

Globalleşen Dünyanın Ortasında 1873 Krizi (arda-tunca.blogspot.com)

---------------------------------------------- 

(1) Hobsbawm, Eric; "The Age of Empire", Weidenfeld & Nicolson Ltd., 1987, sayfa 50-55.
(2) Kazgan, Gülten; "Liberalizmden Neoliberalizme - Neoliberalizmin Getirisi ve Götürüsü", Remzi Kitabevi, Nisan 2016 (1. baskı), sayfa 41-42.
(3) Kazgan, Gülten; "İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi", Remzi Kitabevi, Mayıs 1993 (6. basım), sayfa 112. 
(4) Neoklasik İktisat'ın, iktisadı bilimsel anlamda politikadan bağımsız bir noktaya taşımasıyla iktisadın ve politikanın arasındaki ilişkilerin zaman zaman artan ve azalan ilişkileri birbirine karıştırılmamalıdır. Yukarıdaki tespitte kastedilen, iktisadın bağımsız bir bilim olma yolunda aldığı mesafedir.
(5) Backhouse, Roger E.; "The Penguin History of Economics", Penguin Books Ltd., 2002, sayfa 173.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo