Ana içeriğe atla

İktisat ve Nobel

İktisat için verildi ama daha çok matematik ya da mühendislikle ilgili bir dalın ödülü gibi görünüyor. Bu yılın Nobel ödülünü kastediyorum. İki Stanford akademisyeni Paul Milgrom ve Robert Wilson paylaşıyor ödülü bu yıl. Oyun teorisinin (game theory) alt dallarından biri olan ihale teorisi (auction theory) beraber ele aldıkları konu.

Günlük yaşamın ekonomi ile ilgili pek çok alanında uygulanabilecek ama matematiksel soyutlama boyutuyla, metodolojisiyle başka alanlarda da kullanılabilecek formatlar içeriyor çalışma.

Oyun teorisi ile 1994 yılı Nobel ödülünü alan John Nash'i anımsatıyor Paul Milgrom ve Robert Wilson çalışmalarıyla. Russel Crow'un başrolünü oynadığı Beautiful Mind adlı filmden de hatırlayabilir konuyla doğrudan ilgisi olmayanlar Nash'i.

Oyun teorisi, doğası gereği çok değişkenli olma özelliği taşıyan sosyal gelişmeler veya ortaya çıkan yeni sosyal durumlar karşısında karar alma, birbiriyle çelişen gelişmeleri analiz etme ve bunlara dayalı olarak geliştirilen stratejilerin analizini yapmaya yarıyor. Oyun teorisinin bu analiz sahası, pek çok bilimin metodolojisinde kendine yer bulabiliyor. Sadece iktisat ile ilgili değil yani ama iktisatta geniş bir uygulama alanı buluyor.

Bir ihalede, bir belirsizliğe fiyat veriyorsunuz. Verdiğiniz fiyatın ne kadar doğru olduğundan emin değilsiniz. Diğer bir ifade ile, ihalede verdiğiniz fiyatın, ihalesine girdiğiniz malın ya da hizmetin hak ettiği değeri ifade edip etmediğini diğer fiyat verenlere göre konumlandıramıyorsunuz. Değer nedir? İktisadın en tartışmalı alanlarından biri değer teorisi. İhaleye katılanlar açısından en çekinceli nokta, ihaleyi kazanma durumunda yüksek fiyat vermiş olma hali. Buna, kazananın laneti (winner's curse) deniyor.

Bir ihalenin sonucu, mal veya hizmet için ihaleye çıkana, ihaleye katılana ve vergi mükelleflerine fayda sağlıyor olmalı. Ancak, belirsizlik faktörünün bu denklemde payı büyük. Zira, bir petrol çıkarma ihalesi söz konusu ise, ne kadarlık bir doğal kaynak için ihalenin gerçekleşiyor olduğu ve dolayısıyla arz-talep dengeleriyle oluşabilecek mal fiyatının ne olacağı önceden bilinmiyor olabilir. Benzer şekilde, bir telekom operatörü için ihale söz konusuysa, bu hizmetin kullanımının hangi boyutta yapılabileceği önceden bilinmiyor olacaktır. Dolayısıyla, ihaleye çıkan, ihaleye katılan ve vergi mükellefi için ortak fayda sağlanmasının son derece güç olduğu bir durum var ortada. Oyun teorisi ve alt dalı olarak ihale teorisi bu zor denklem için model geliştirmeye çalışıyor.

Hayatım boyunca ne bir film Oscar kazandı diye o filmi izledim, ne de bir çalışma Nobel kazandı diye kitabını okudum. Bu yazıyı yazma nedenim, konunun ilgimi çekmiş olması. Çalışmanın değersiz olduğunu düşündüğüm için değil Oscar ya da Nobel ve başka ödüllerle ilgilenmiyor olduğumu vurgulamam. Genel olarak, ödüllere hiç inanmıyorum. Reddedenlere de hayranım. Teşekkür mahiyetinde verilen belgelere karşı değilim ama.

Covid-19 krizi ile beraber üretici, tüketici, siyasetçi, sağlık mensupları gibi aklınıza gelen her tür işi yapan insanın işi çok ama çok zorlaştı. Karar almak ve alınan kararın doğruluğundan emin olmak her zaman zordur. Olanaklar bir tarafta, kısıtlar bir tarafta durur ve tüm bu olanakların ve kısıtların altında optimizasyon mantığı ile bir karar almak zorundasınızdır. İhale teorisinin ortaya koyduğu denklemler özellikle bugünün çok karmaşık dünyasına çok hitap ettiği için ilgimi çekti. Ayrıca, matematiksel çözümlemeler özel ilgi alanıma giriyor.

Gelelim iktisat ve Nobel'e. Ben ödüllere inanmıyorum dedim ama iktisada Nobel verilmesi konusunda muhalif olan çok ünlü iktisatçılar var. Ben de onlarla aynı fikirdeyim.

Nobel ödüllerinin ilk dağıtıldığı yıl 1901'dir. Fizik, kimya, tıp, edebiyat ve barış dallarındaki ödüllerle başlar. İktisadın Nobel ödülü almaya başlaması 1969 yılına denk gelir.

1976 yılının Nobel ödülü Milton Friedman'a gider ve büyük bir tartışma başlar. En yüksek ses, yine bir Nobel ödülü sahibi Gunnar Myrdal'dan gelir. Myrdal, iktisadı "yumuşak" ve çok sayıda politik ve sosyal içerikli değişkene sahip bir disiplin olarak görür ve çizgileri, kuralları çok net olmayan bir alan olarak tanımlar. 1974'te ödülü almış bir akademisyen olarak iktisadın Nobel almaması gerektiğini savunur. Kendisinin de Nobel'i almamış olması gerektiğini de ayrıca vurgular. Nobel ödülüyle gelen paraya ihtiyacı olmadığı için, parayı dağıttığını da belirtir.

1977 yılında, çok sayıda iktisatçının katıldığı bir toplantı gerçekleşir New York'ta. Myrdal, Nobel ile ilgili görüşünü kapalı kapılar ardında herkese açar. Çoğunluk, Myrdal ile hemfikirdir ama başka bir gerekçe ile. İktisadın yumuşak ve belirsizlik taşıyan yönleriyle değil, daha çok matematiksel içeriği ve kantitatif çalışmalar yönüyle ödülü aldığını ve aslında ödülün iktisada gitmediğini düşünmektedirler. Bazıları ise, işin başından beri verilmekte olan barış ödülünün neresinin yumuşak olmadığını ya da belirlilik taşıdığını söylerler.

1969'daki ilk ödülü Ragnar Frisch ve Jan Tinbergen ekonometrik ve matematiksel çalışmaları nedeniyle alırlar. 1970'deki ödülü Paul A. Samuelson, iktisadın bilimsel analiz yönünü geliştirmesi ile ilgili olarak alır ödülü. 1971'deki ödüle Simon Kuznets, iktisadi büyümenin ampirik yorumunu yapmış olmak nedeniyle layık görülür. 1972'de, sıra Kenneth J. Arrow ve John. R. Hicks'tedir. Genel denge teorisi ve refah teorisine katkıları nedeniyle verilir Nobel kendilerine. Wassily W. Leontief ise girdi-çıktı modelini geliştirmiş olması nedeniyle Nobel'in sahibidir.

1977 yılında, Myrdal'ın başlattığı tartışma yıllar boyu devam eder ama 2007'de yeniden alevlenir.

İktisadın Nobel alması ya da almaması gerekliliğinden çok, tartışmalar aslında iktisadın kendisinden kaynaklanıyor. İktisadın bilimsel bir yapıya kavuşmaya başlaması, matematiğin işin içine yoğun olarak dahil edilmesiyle mümkün oluyor. Ancak, matematiğin aşırı kullanımı, bu kez sosyal bir bilimin ve içinde insan olan bir disiplinin bu kadar sofistike formülle açıklanamayacağı görüşlerinin ortaya çıkmasına yol açıyor. Davranışsal iktisat, nöro iktisat gibi alt dallar doğuyor daha sonra. Hatta, otistik iktisat, post otistik iktisat gibi tartışma alanları açıklıyor.

İktisat, ağırlıklı olarak ekonometrinin, matematiğin, kantitatif analizlerin geniş yer bulduğu çalışmalarla alıyor ödülü. Bu yılın Nobel ödülü de, yazının başında belirttiğim üzere, "iktisada mı verildi bu ödül" sorusunu sorduruyor. İktisatla elbet ilgisi var ama temelde yatan çalışmada iktisat yok aslında.

Onlarca yıldır yapılan tartışmalar ve benim de okumalarımdan ve şahit olduğum uluslararası tartışmalardan çıkardığım bir tahminim var. Öyle sanıyorum ki, başka hiçbir bilimde ya da disiplinde metodoloji, iktisatta olduğu kadar tartışma yaratmamıştır. Varsa da ben bilmiyorum.

Felsefe bilmeden bilim olmaz. Felsefe olmadan buluş yapılamaz, yeni bir teori ortaya atılamaz. Felsefenin bilinmediği ortamda metot gelişmez. Felsefenin olmadığı bir çalışmada matematiksel soyutlama olmaz. Matematiksel soyutlama olmadan da hiçbir şey somutlanamaz. Altta derin bir felsefe duruyor. Ama, Heidegger bütün batı felsefesine temelsizdir diyor. Çünkü, daha Yunan'da işe başlanırken "varlık" tanımlanmamış. Diğer yandan, Robert Heilbroner'in modern iktisatta vizyon krizini anlattığı müthiş kitabı geliyor aklıma.

Ödüllere inanmıyorum ama bu yılın Nobel'ine konu olan çalışmanın ilgimi çekmesi ve iktisatta matematik ve metot tartışmalarını aklımda tetiklemesi bana bu yazıyı yazdırdı. İktisat Nobel alsın mı, almasın mı? Bence hiç önemi yok. John Kenneth Galbraith de almamıştı ama John Kenneth Galbraith, John Kenneth Galbraith'tir. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo