Ana içeriğe atla

Nedenleri ve Sonuçlarıyla Düşük Faiz Ortamı

İktisadi analizdeki “ceteris paribus” kavramını Covid-19 krizinden daha iyi hiçbir şey anlatamazdı. Ekonominin değişmeyen kuralları vardır ama bu değişmeyen kurallar belli varsayımlar altında çalışır. Varsayımlar değişir, kuralları değiştirir.

Gelişmiş ülkelerin düşük faiz ortamı, Covid-19 krizi ile ortaya çıkmadı. Düşük faiz ortamı, her ekonomik durgunluğun bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Covid-19 krizi öncesinde var olan düşük faiz ortamı, Covid-19 krizi ile beraber derinlik kazandı. Düşük faiz ortamının sonlanacağı yıllara dair öngörüler ileri kaydırıldı.

Yazının hemen başında belirtmek durumundayım ki düşük faiz ortamı gelişmekte olan ülkeler için genel bir trend oluşturmak anlamında söz konusu değil. Gelişmekte olan ülkelerin koşulları çok farklı ve küresel koşulların durgunluk gösterdiği dönemlerde yükselen faiz ortamlarında bulunabiliyorlar. Türkiye’nin Temmuz ayından bu yana içinde bulunduğu koşulları - serbest piyasa koşulları zayıflatıldıysa da - bir örnek olarak gösterebiliriz.

Tasarruf ve yatırım arasında sürdürülebilir bir denge yaratan faiz oranı doğal faiz oranıdır. Resesyon yaşayan ya da potansiyel büyüme oranı üzerine çıkarak büyüyen bir ekonominin içinde bulunduğu konjonktür sürdürülebilir değildir. Sürdürülebilirlik ifade etmeyen dönemlerin tasarruf-yatırım dengesi doğal faiz oranı sayesinde serbest piyasa koşullarında belirlenir. Serbest piyasa koşullarındaki bir ekonomide, arz ve talep denge fiyatı ile süpürüldüğü gibi, tasarruf ve yatırım da doğal faiz oranı ile süpürülür. Yani, arz ve talep ya da tasarruf ve yatırım arasında bir fazlalık ya da eksiklik kalmaz.

Resesyon ya da afet dönemleri faiz oranlarını pek çok sebeple baskılayabiliyor. Yapılan çok sayıda ekonometrik çalışma, faiz oranlarının düşük seviyelerde kalış sürelerinin afet dönemlerinde ekonominin kendi içindeki dengesizliklerden kaynaklanan durgunluk dönemlerine göre daha uzun olduğunu ortaya koyuyor.

Dünya ekonomisinin 2008’den bu yana içinde bulunduğu düşük faiz ortamı Covid-19 ile güçlenmiştir. Saptanabilen nedenlerini analiz edecek olursak, aşağıdaki paragraflarda anlatılan noktalara vurgu yapabiliriz.

Durgunluk dönemleri, merkez bankalarının faiz oranlarını düşürerek ekonomik aktiviteyi canlandırmaya çalıştıkları bir süreci beraberinde getirmektedir. Bir politika tercihi olarak para politikasının faiz oranlarını indirerek yönetilmesi durumu, değişen dünya ekonomisi işleyişinin ve yapısının bir sonucudur. Finansal piyasaların bugün var olan boyutta ekonomilere yön verme gücü olmasaydı, para politikası yerine maliye politikasının ağırlıklı olarak kullanımı söz konusu olabilecekti ki tarihte bunun örneklerine rastlanmaktadır. Dolayısıyla, her durgunluk döneminde mutlaka faiz indiriminin gerçekleşiyor olması, bir kural olmaktan çok, dünya ekonomisinin işleyişinden kaynaklanan ve doğallaşan bir politika refleksi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Durgunluğun ekonominin kendi iç dengesizliklerinden kaynaklanan (örnek: Büyük Resesyon) ya da kaynaklanmayan (örnek: Covid-19 krizi) başkaca olağanüstü gelişmelerle derinleşmesi, faiz oranlarını düşürmenin yanısıra, piyasaya likidite sunmak amacıyla kamu kesimi borçlanma araçlarının da merkez bankaları tarafından satın alınması (varlık alım programları) yollarını da açar. Büyük Resesyon ile başlayan süreçte varlık alım programları para politikalarının adeta doğal bir parçası haline gelmiştir. Likiditenin kaynağının varlık alım programları olması, kamu borçlanma araçlarının fiyatını yükseltirken, faiz oranlarını düşürmektedir. Kısaca, merkez bankalarının ekonomik aktiviteye destek olmak amacıyla uyguladıkları düşük faiz politikaları ve varlık alım programları faiz oranlarını baskılayan unsurlardır.

Durgunluk dönemleri, tasarruf eğilimini güçlendirmektedir. Aynı anda, tasarrufların güvenilir varlıklara yönelmesi motivasyonunu da artırır. Böylesi dönemlerde, kamu borçlanma araçlarının ve uluslararası düzeyde düşünecek olursak, özellikle kredibilitesi yüksek olan ülkelerin kamu borçlanma araçlarının tasarruf sahipleri tarafından ilgi görmesi doğaldır. ABD’nin kamu borçlanma araçlarına küresel düzeyde artan talep ve Fed’in bu varlıkları piyasaya likidite sağlamak amacıyla satın alması Amerikan Hükümeti’ne ait tahvil faizlerinin tarihsel olarak en düşük düzeye inmiş olmasının nedenleridir.

Resesyon ve afet dönemlerinde nakit ihtiyacı artar. Hanehalkları, istihdam kaybı yaşama olasılığına karşı bir önlem olarak nakit tutma ihtiyacı hissederler. Firmalar ise, finansal kaynakların azalması ya da yok olması olasılığına karşı likit varlıkların bilanço payını artırmaya önem gösterirler. Hem hanehalkları, hem de firmaların artan likiditesi, banka bilançolarında artan mevduat olarak karşılık bulur. Ancak, ekonomik aktivitenin yavaşladığı ve hatta durma noktasına geldiği koşullar altında bankaların aşırı ölçüde likidite elde etmesi bir sorun olarak karşılarına çıkar. Zira, mevduat hesaplarında oluşan parasal büyüklüğün bir maliyeti vardır ve bu maliyetin karşılanabilmesi için kredi mekanizmasının harekete geçirilmesi gerekmektedir.

Ekonomik aktivitenin yavaşladığı koşullarda faaliyetleri yavaşlayan firmalara kredi sunmanın bankalar açısından riskleri söz konusudur. Dolayısıyla, bankaların şişen mevduat kaynaklarını krediye çevirme iştahlarının düşük olduğu ekonomik koşullarda, bankaların faiz oranlarını düşürerek mevduattan uzaklaşmaya çalışmaları söz konusu olacaktır. Kısaca, artan likidite ihtiyacı da düşük faiz ortamının nedenlerinden biridir.

Durgunluk dönemleri, gelir dağılımı ve servet üzerinde toplumsal eşitsizlik yaratmaktadır. Durgunluğun beraberinde getirdiği koşullar, nitelikli işgücüne ihtiyacı artırmaktadır. Hem eğitim, hem tecrübe sahibi olan işgücünün iş yaşamına devam etme şansı göreceli olarak eğitim düzeyi ve tecrübesi düşük olan çalışanlara göre daha yüksektir. Bu durum, gelir dağılımı adaletsizliği yaratmaktadır ki Büyük Resesyon sonrasında önemli bir soruna dönüşmüştür. Ayrıca, tecrübe eksikliği nedeniyle genç işgücünün iş yaşamında var olma şansının azalması nesiller arasında da ekonomik eşitsizliğe neden olmaktadır.

Ekonometrik çalışmalara göre, yine durgunluk koşullarında yüksek gelir grupları, düşük gelir gruplarına göre gelirlerinin daha büyük bir yüzdesel payını tasarrufa aktarmaktadır. Durum, düşük ve yüksek gelir grupları arasındaki servet eşitsizliğinin artmasına neden olmaktadır. Düşük faiz ortamı, bir başka nedenle de servet eşitsizliğini artırmaktadır. Güvenilir varlıkların yukarıda anlatılan nedenlerle satın alınması olanağının azalması ve faiz oranlarının düşüklüğü riskli varlıklara ve konut piyasasına yönelimi artırmaktadır.

Durgunluk koşullarında, her ne kadar çok sayıda sektör olumsuz finansal koşullara sürüklenmekteyse de, özellikle yüksek gelir gruplarında hisse senedi piyasalarına olan ilgi artmaktadır. Nitekim, Covid-19 krizinin ilk günlerindeki şok etkisiyle düşen hisse senedi piyasaları, daha sonra “endeks değerleri itibarıyla” olumlu yönde gelişmeler kaydetmiştir. Yatırımcılar, artmakta olan risklere rağmen hisse senedi piyasasındaki varlıklarını büyütmektedirler. Temettü-fiyat oranlarında ortaya çıkan artış kayda değerdir. Düşük faiz ortamı, geleceğe ait nakit akışlarının iskontolanmasını daha değerli bir unsur haline dönüştürmektedir. Temettü-fiyat oranlarındaki yükselişe bu bakış açısıyla bakmak gerekmektedir. Ancak, alternatif yatırım olanaklarının daraldığı koşullarda spekülatif eğilimlerin arttığının da altını çizmek gerekmektedir. Hisse senedi piyasasında ortaya çıkan bu gelişmeler, bir başka çok önemli bir konuya işaret etmektedir: finansal piyasaların mal ve hizmet piyasalarından kopuşu.

Yüksek gelir gruplarının düşük gelir gruplarıyla ekonomik adaletsizlikte farkı açtıkları diğer bir nokta konut piyasasıdır. Düşük faiz ortamı, konut piyasasına ilgiyi artırmaktadır. Konut piyasası da finansal piyasaların bir alt segmentidir ve alternatif yatırım araçlarının azaldığı ve faizin düştüğü koşullarda uzun vadeli yatırımın bir aracı haline dönüşebilmektedir. Covid-19 ile beraber, küresel olarak konut piyasasında olağandışı bir canlanma meydana gelmiştir. Ancak, uzaktan çalışma koşullarının ortaya çıkması nedeniyle, konut alımlarını sadece finansal yatırım araçlarından birine uzun vadeli bir yatırım yapmak olarak görmemek gerekir. Covid-19 kriziyle beraber “evin tanımında bir değişiklik” de meydana gelmiştir ki bu konuya takip eden yazılarda değinilecektir.

Durgunluk dönemlerinin doğal bir sonucu, artan kamu borçluluğudur. Ekonomik aktivitedeki yavaşlama ile vergi gelirleri düşmektedir. Ekonomik aktiviteyi canlandırmak için harekete geçirilen kamu harcamaları da kamu bütçesinin performansının düşmesine neden olacaktır. Ağırlıklı ortalama itibarıyla küresel kamu borçluluğunun (toplam borçluluk değil) küresel milli gelire oranı 2019 sonunda %83 idi. 2020 sonunda en az %100 oranına ulaşabileceğini öngörmek zor olmasa gerek.

Koşullar, kamu borçlanma araçlarının miktarının artmakta olduğunu ve artacağını gösteriyor. Covid-19 salgını gibi bir felaketin yaşanmadığı koşullarda, kamu kesiminin borçlanma araçlarıyla fon piyasasına büyüyen bir aktör olarak girmesi, faiz oranlarını arttırıcı etki yapardı. Hatta, özel kesimin fon kullanım olanaklarını daraltıcı bir “dışlama etkisi (crowding-out effect)” ortaya çıkması da beklenirdi. Böylece, özel kesimin faydalanacağı finansal kaynaklardan kamu kesiminin pay almaya çalışması sonucu oluşan rekabet, fonların fiyatını, yani faizi arttırırdı. Ancak, güvenilir finansal varlıklara talebin güçlü olması nedeniyle kamu borçlanma araçlarının faizlerinin yükselmeyeceği Covid-19 krizi koşullarında çok açık olarak karşımızdadır.

Merkez bankaları, para politikalarında 2008’den bu yana son derece önemli işlevlerle ekonomilere yön verdiler. Para politikalarının uygulanış yöntemleri eleştirilere konu edilebilir. Ancak, gelinen noktada politika araçlarının tükendiği ya da faiz oranı gibi en önemli politika unsurunun %0 düzeylerinde olduğu koşullarda merkez bankalarının kullanabilecekleri geniş bir politika sahasının kalmadığı ifade edilebilir. Büyük Resesyon günlerinden itibaren gelen düşük faiz koşulları enflasyon üretememişti. Bu nedenle, merkez bankalarının faiz oranlarını yükseltme şansları olmamıştı. Bu koşullar altında Fed, %2 yerine “ortalama %2” olarak bir enflasyon hedefi koydu. Yani, ekonomik aktivitedeki canlanmayı ve dolayısıyla istihdamı enflasyonun yükselmesinin getireceği olumsuzlukların önüne koyarak, bir para politikası tercihi olarak önceliklendirdi. Ancak, 2008 sonrasında çok sık kullandığı sözlü yönlendirme (forward guidance) yöntemlerinden başka kullanacak fazla aracı kalmadı.

Önümüzdeki dönemde, maliye politikalarının kaçınılmaz olarak çok daha aktif rol aldıkları bir dünya ekonomisini konuşuyor olacağız. Düşük faiz ortamı, yıllarca devam edecek ve eğer ki gelişmiş ekonomiler bir gün enflasyon görecek olurlarsa, nedeni büyük olasılıkla para politikaları değil, maliye politikaları olacak.

Dizinin ilk yazısı Covid-19 ile Değişen Dünya ve Değişen Koşullar (https://arda-tunca.blogspot.com/2020/10/covid-19-ile-degisen-dunya-ve-degisen.html) idi. Bir sonraki yazıda üretimi ve tedarik zincirlerini ele alacağız.

 

Önemli not: Bu yazıda anlatılanları lütfen Türkiye ile kıyaslamayınız. Türkiye’nin yakın dönemde bu krize nasıl karşılık verdiğini aşağıdaki paylaşımlarda bulabilirsiniz:

https://arda-tunca.blogspot.com/2020/10/kur-ataklar-enflasyon-ve-faiz.html

https://arda-tunca.blogspot.com/2020/10/covid-19-uygulamalar-ozeti-aktif.html

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo