Ana içeriğe atla

İş Yaşamında Kişisel Gelişim

Kişisel gelişim kitapları uzun bir süredir kitap mağazalarının reyonlarında giderek artan raf sayılarıyla kitapçıları adeta işgal eder hale geldi. Zaman yönetimi, başarılı stres yönetimi, iş insanlarının vazgeçemedikleri alışkanlıklar, v.b. başlıklar altında çok sayıda kitap görüyorum kitapçılarda. Doğrusu, fazla reklam koktuğunu düşündüğüm bu başlıkların içeriği ilgimi çekmiyordu. Fakat, hem çevremde, hem de zaman zaman oturup gazete, dergi okuduğum kafelerde bu kitapları okuyanları gördükçe, insanların bu kitaplarda ne bulduklarını merak ederek içeriklerini incelemeye başladım. Kitapçılarda gezinirken, son çıkan kitaplara bakarken arada bir kişisel gelişim başlığı altındaki kitapları da inceleyerek merakımı gidermeye çalıştım.

Kişisel gelişimle ilgili yazılan kitapların çoğu ne bir psikoloji ne de iş yönetimi kitapları. Bu konu başlıklarındaki içerikle ilgilenenler, ikisi de ayrı birer dal olan bu konularda yazılmış kitapları zaten bulabilirler. Kişisel gelişim kitapları, çok hafif bir şekilde her iki alana da dokunan içerikler taşıyorlar.

Psikoloji eğitimi almamış bir kişinin psikoloji kitabı okumasını pek tavsiye edilebilir bulmuyorum. Çünkü, insanın iç dünyası korku, endişe, cesaret, mutluluk, hüzün, coşku, v.b. duyguların yer aldığı ve bedenin çalışma prensiplerinin de işin içinde bulunduğu son derece karmaşık bir yapıya sahip. Birkaç kitap okuyarak bir insanın sorunlarına çare bulabilmesi ya da herhangi bir sorunu yoksa dahi kendini veya genel olarak insanı tanıyabilmesi mümkün değil. Herhangi bir konuda ilgi ve merak sonucunda bir kitap okuyabilirsiniz ve o konunun uzmanı olmadan kendinizde farkındalık yaratabilirsiniz. Farkındalık, konuya vakıf olduğunuz anlamına gelmez ama o konuda etrafınızda konuşulanları daha bir bilinçli dinleyebilmenizi sağlayabilir. Fakat, psikoloji kitaplarında okuduklarınızın üzerinizde doğrudan etkiler yapabilecek bir güce sahip olması ve o okunanlar üzerinden kişinin günlük hayatında farkında bile olmadan bazı davranışsal deneylere kalkışabilecek olması nedeniyle psikoloji kitaplarının okunmasını tavsiye edilebilir bulmuyorum.

Çevremdeki bazı insanların, kişisel gelişim kitapları üzerinden kendilerini ve sosyal çevreyle ilişkilerini çözümlemeye kalkıştıklarını görünce sonu gelemeyecek bir çabanın içine düştüklerini görüyorum. Bu son derece karmaşık olan alanı, ilgili bilimlerden birinin eğitimini almadan çözümleyebilmeniz olası değil. Bir insanın, kendinde beğenmediği bazı alışkanlıklarını değiştirmeye çalışması olumlu bir irade ortaya koymak olarak düşünülebilir ama birkaç psikoloji kitabı okumakla böylesi bir çabaya kalkışmak akıl alır gibi değil. İşte, kişisel gelişim kitaplarına merak saldığına tanık olduğum insanların büyük bir bölümünün beklentisi bir karakter değişimi başlatmak ve sosyal çevrelerindeki tüm unsurları çözümleyerek yönetebilir hale gelmek. Çok zor bir işi çok zayıf bir metotla deniyorlar.

Kişisel gelişim ile ilgili diğer bir ilgi alanı iş yönetimi ve alt başlıklarında ortaya çıkıyor. Bu kitaplarda anlatılanlar başka kültürlere ait kişilerce yazılmışsa, kitaplar sizin içinde bulunduğunuz kültürde uygulanabilir tavsiyelerde bulunabiliyor mu diye sormak gerekir. İş dünyasında, belli bir ölçeğin üzerine çıkmış işletmelerdeki uygulamaların ve iş yapış şekillerinin uluslararası düzeyde standartlaştığı düşünülebilir. Bu görüş belli bir noktaya kadar doğru. Fakat, Türkiye gibi uluslararası iş alemine entegrasyonu zayıf bir ülkenin işletmelerinde yapancıların yazdığı kitaplarda dile getirilen kuralların uygulanabilmesi hiç kolay değil. Yani, iş yapmanın yerel yöntemleri uluslararası yöntemlere göre çok ağır basıyor Türkiye'de. Üstelik, aynı kültürün içinde olan ama farklı iş modellerine sahip olan organizasyonlarda da aynı tavsiyelerin uygulanabilirliği olmayabilir.

İş yaşamı ya da genel yaşam koşullarıyla ilgili tavsiyeler içeren kişisel gelişim kitaplarına bakınca, "bu yazanlar insanların aklına gelmiyor mu ki acaba" diye sormuyor değilim. İş yaşamında katılmak zorunda olduğum kişisel gelişim eğitimlerden hep "neydi bu şimdi yani" diye söylenerek çıkmışımdır.

Standart bir eğitim almış herkes matematikte matrisler konusunu öğrenmiştir. Örneğin, bir zaman yönetimi eğitimi ya da kitabında yapılacak işler çok önemliden az önemliye ve acil olanlardan hiç acil olmayanlara doğru sıralanır. Matematikteki matris konusu ile iş hayatında edinilmiş çok kısa bir tecrübe biraz olsun birlikte düşünüldüğünde dahi bir kişinin işlerini önceliklendirmesi konusunda bir matris mantığında planlama yapması gerektiği sonucu ortaya çıkmaz mı? Bunu anlamak için kişisel gelişim kitapları okumak mı gerekir? Bir yöneticinin yaptığı delegasyondan sonuç almasının delege ettiği işleri daha sonra takip etmesini gerekli kıldığını öğrenmesi kitapçı reyonlarında bunu tavsiye eden bir kitap bulmasını mı gerektirir? Bir insanın işini disiplinli bir şekilde takip etmesi gerektiği daha lise yıllarında öğrenmesi gereken bir şey değil midir?

Eğitim sisteminin giderek zayıfladığı Türkiye'de insanların kişisel gelişimle ilgili desteğe ihtiyaç duymasını anlıyorum. Fakat, benim anladığım kişisel gelişim temel eğitimini aldığınız bir konunun uygulaması içinde olduğunuz bir alt alanında zaman içinde meydana gelen değişimlere uyum sağlamaya yönelik ilave teknik bilgileri kazanmaya yönelik olmalı. Yani, mesleki anlamda bir kişisel gelişimden söz ediyorum aslında. Bunun kişilik değişimi, psikoloji ya da işe sabah geldiğinizde güne ne tip işlerle başlamanız gerektiğine yönelik davranışsal tavsiyelerle ilgisi yok.

Bugüne kadar ne bir kişisel gelişim kitabının ne de eğitiminin bir faydasını gördüm. İnsanın kendi kendine akıl edebileceği şeylerin çok müthiş tavsiyelermiş gibi kitaplarla bana sunulmasına da hep bir antipatiyle yaklaştım. Mesleğin teknik detaylarında ve çeşitli nedenlerle uygulama yöntemlerinde meydana gelen değişikliklere beni adapte edecek yöntemleri tercih ettim. Öğrenmeyi öğrenmenin kişisel bir çaba olduğunu ve mutlaka kazanılması gereken bir özellik olduğunu düşündüm. Bunu bana düşündüren, bana bu mantığı aşılayan özellikle lise hocalarım oldu. Maalesef görüyorum ki, öğrenmeyi öğreten hoca sayısı ve eğitimin bu yöndeki kültürü Türkiye'de çok ama çok yıprandı. Bu gözlemimden, "benim zamanım çok iyiydi, şimdi ise çok kötü" gibi bir fikir taşıdığım düşünülmesin. Eğitimde, öğrenmeyi öğrenmeye atfedilen önemin azaldığına yönelik bir görüşümü dile getiriyorum sadece.

Eğitimle ilgili ihtiyaçlar, değişen çalışma koşulları nedeniyle çok değişti. Okullar bitirildikten sonra yine eğitime dönme ihtiyacı özellikle gelişmiş ülkelerde süratle arttı.
Bu durum, internet üzerinden alınan eğitim sertifikaları uygulamalarını da beraberinde getirdi. Çünkü, hem çalışıp hem de okula gitmek suretiyle mesleki gelişim sağlamak neredeyse imkansız ya da çok güç.

İş yaşamına atıldıktan sonra ortaya çıkan eğitim ihtiyaçlarının az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde gelişmiş ülkelere göre daha düşük düzeyde olduğu gerçeği de var. Buluş yapmak, yeni teknolojiler yaratmak, hiç yapılmamış şeyleri ilk defa yapmak gelişmiş ülkelere has kavramlar. Dolayısıyla, teknolojiyi taklit edenlerin ya da yaratmayanların geleneksel eğitim metotlarının çok ötesine geçmeleri ve eğitimi mesleki yaşam boyunca devamlı kılmaları teknolojiyi üretenlerdeki kadar elzem bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıyor.

Özetle, benim kişisel gelişim anlayışımla çevremdekilerin anladıkları biraz farklı. Fakat, başkalarının tecrübelerinden öğrenmeyi çok seviyorum. Bu nedenle, biyografi okumak hoşuma gidiyor. Esas kişisel gelişim biyografilerde. Hem de, her devirden ve meslekten insanların biyografilerinde.

Bu arada, buluş demişken, sakın ekonomistlere ya da finansçılara yeni buluş yaptırmayın. Sonra gidip finansal mühendislik falan gibi fiyakalı isimlerle buluş yapmaya kalkıp bütün dünyanın başına dert açıyorlar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo