Ana içeriğe atla

Fenomen Yaratma Kültürü

Ukalalık, biraz birşey bilince herşey hakkında fikir yürütebilmek gücü hissetmek, her ağzına mikrofon uzatılınca her konuda ahkam kesmek ve arada da çevreye hiç ukala değilmiş izlenimi vermek için "bakın, bu konuyu bilmiyorum" demek psikolojik bir bozukluk mudur yoksa bir toplumsal kültür mü?

Türkiye’de insanlar, nükleer fizikten ekonomiye, futboldan siyasete kadar her konuda bir izleyici, bilenleri takip eden meraklı insanlar olmaktan çıkıp, bir otorite gibi konuşma yetisini kendilerinde görüyorlar. Aynı kişiyi bir gün eğitimini aldığı konuda görüş beyan ederken, başka bir gün hiç uzmanlığı olmayan bir konuda ahkam keserken izleyebiliyorsunuz. Amaç, fenomen olmak, popülerizm kazanmak, tribünlere oynamak, gerine gerine sokaklarda dolaşmak. Meşhur olmayı kariyer hedefi olarak koymak, bir konuda çok iyi olmak suretiyle zaman içinde tanınır hale gelmekten daha cazip geliyor herhalde.

Okul yıllarımda da çokça rastladım fenomen olma meraklılarına. Ünvanı profesör olduğu için taşıdığı niteliklerin değil, ünvanın arkasına sığınıp yaşamayı tercih eden ve çok ciddi psikolojik sorunları olduğunu düşündüğüm ya da birileri adına bazı misyonları yerine getirmeye çalıştığına tanık olduğum bilim simsarlarına rastladım. Adları bende kalsın.

Gazete köşelerinden her konuda bir fikir yürüten, televizyonlarda atıp tutan ama okulunda derslerine dahi girmeyen, derse girdiğinde de öğrencilerine ukalalık taslayan, öğrencisini küçük görüp kompleks tatmin eden sevimsiz insanlardı bunlar. Hepsinden tek tek nefret ettim. Hayatta biraz yol alıp kendileriyle yeniden karşılaştığımda, eski tavırlarıyla bağdaştıramadığım tavırlarıyla karşılaştım bunların. Oysa, tutarlı davranmak adına eski sevimsiz tavırlarını devam ettirmelerini daha şahsiyetli bulurdum.

Batı ülkelerinde, dünyaca ünlü bir profesörün, uzmanlık alanında çok önemli projelere imza atmış çok bilgili kişilerin ne kadar önemli olduklarını kendileriyle ancak konuşmaya başladığınızda anlarsınız. Üzerlerinde sıradan kıyafetlerle dolaşır bu insanlar. Topluma ve çevrelerine saygılıdırlar. Çok şey bildikleri için daha öğrenecek çok şeyleri olduğunu çok iyi bilirler. Yaşı ilerlemiş olanlar da dahil. Bu kültür, ilerlemeyi ve gelişmeyi sürekli kılar. Bu anlayışın ve kültürün toplumdaki yaygınlığı ve özümsenmiş olması kurumsallaşmayı beraberinde getirir. Nitelikli bir kurumsallaşma, ileri gitmenin, yenilenmenin istikrarını sağlar. Sonuçta, devasa üniversiteler, şirketler, sanat kurumları yaratılırken, fenomenler yaratan kültürler saçma sapan, ilkel, ipe sapa gelmez konulara vakit harcar. VIP bölümlü camiler ve hastaneler, ortalıkta "sen benim kim olduğumu biliyor musun" diye bağıran magandalar, trafikte polis kornasıyla ve çakarlarıyla dolaşan abuk zenginler, polisleri sıraya dizen milletvekili yakınları bu yoz kültürün bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Yurtdışında öğrenci olduğum bir dönemde, Indiana Üniversitesi'nin bir mezunlar gecesine katılmıştım San Francisco'da. Ne kadar büyük bir servete ve her kazandığı parayı büyük projeler üreterek, hayata sıfırdan başlayarak ve katma değer yaratarak sahip olduğunu sonradan öğrendiğim bir iş adamıyla yan yana düşmüştüm yemekte. Hem okuyup hem de bir kafede çalıştığımı kendisine söylediğimde, okurken bana destek olacak çok güzel bir işim olduğunu ve ileride güzel fırsatların beni beklediğini söylemişti. Cesaret bulmuştum adamın sözlerinden. Az gelişmiş toplumlarda ise, bir hamburgercide çalışan bir öğrenci, çalıştığı yere arkadaşları geldiğinde utanır ve bu yüzden okulda bazı sosyal ortamlara girmekte zorlanır.

Kültür çok önemli. O kadar önemli ki, ülkelerin kaderini belirliyor. Her yozluk sadece siyasetin içinde üretilmiyor. Toplum ve siyaset birbirlerinin karşılıklı yansıması.

Bu arada, fenomen olduğunu zannedenlerin sığlıklarını görmek için herhalde bir görüş belirtmeye dahi gerek yok. Fenomen yaratan toplumlar, demokraside de geri kalıyorlar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo