Ana içeriğe atla

Charles Booth ve Major C.H. Douglas (Sosyal Kredi Önerisi)

Küreselleşmenin son noktası diye niteleyebileceğimiz bir nokta yok. Farklı alanlarda düzeyini tespit etmek mümkün. Bu düzeyi tespit etmek için kullanabileceğimiz çok sayıda veri var. Ancak, seviye tespiti için kıyaslama yapmanın önemi büyük. İçinde bulunduğumuz dönemi ve de özellikle son 25 yılda kaydettiğimiz aşamaları kıyaslayabileceğimiz bir 19. yüzyıl sonu tecrübesi var analiz edebileceğimiz. Nitekim, son dönemlerde okuduğum kitaplarda 19. yüzyılın sonunu ve sonrasında 2 dünya savaşı ve bir büyük depresyonla değişen havayı ele alan tarihsel hatırlatmalara sıkça rastlamaya başladım.

Gelir adaletsizliği ve gelir adaletsizliğini yaratan koşulların daha sonra totaliter rejimleri nasıl iktidara getirdiğini tarihsel süreçte analiz etmenin bugüne dair çok sayıda tespitte bulunabilmek için faydası ve önemi büyük.

Bugünün küreselleşme süreci, son yıllarda hız kaybetmeye başladı. Hatta, bazı verilere göre geri dahi gitti. 19. yüzyılın küreselleşme sürecinin sonlanması ile bugünkünün yavaşlaması arasında farklılıklar var. Bugün büyük savaşların yerini çok sayıda irili ufaklı bölgesel çatışma almış durumda. Diğer bir büyük fark, bu defa doğunun yükselişi. 19. yüzyılın sonunda, Sanayi Devrimi sonrasında küresel liderlik batıda idi. Fakat bugün, doğu da işin içinde. Küresel ekonominin ağırlık merkezi önemli ölçüde doğuya doğru bir kayma gösterdi.

Bugünün küreselleşme olgusunun nasıl sonuçlanacağı ya da küreselleşme deviniminin nasıl bir seyir izleyeceğini kitaplarda, yazılarda, konferanslarda tartışabiliriz ama bu büyük değişimlerin ortaya koyduğu ortak bir özellik var: bu süreçlerde belli kesimler sosyal, kültürel ve psikolojik rahatsızlıklar hissediyorlar ve ortaya çıkan sorunlara çare aramaya başlıyorlar.

19. yüzyılın sonlarına gidelim ve bugün sıkça konuştuğumuz gelir adaletsizliği konusuna 19. yüzyıldan bir örnek verelim.

Charles Booth adında aileden zengin bir kapitalist 19. yüzyılın sonlarında, Londra'da işçi sınıfının yaşam koşullarını belgelemek amacıyla bir çalışma yapar. Londra'da yaşanan fakirliğin istatistiki fotoğrafını çeker. Sanayi Devrimi ile başlayan ve süregelen dönemin yarattığı sosyal hasarı ölçümlemeye çalışır. İngiltere'de dönemin başbakanı güçlü liberal politikaların sıkı savunucusu olarak bilinen Gladstone'dur. Charles Booth'un çalışmalarını öğrenir ve kendisini politikaya davet eder ama Booth bu teklifi reddeder. Oysa Booth, politikaya ilgi duymaktadır.

Ailesinin işlerini babasının ölümünden sonra devir alan ve başarıyla yürüten Charles Booth, sosyal reformların önemine ve gerekliliğine vurgu yapar. Londra'daki işçi sınıfının yaşadığı sosyal sorunlardan yola çıkılarak bazı sosyal içerikli politikaların uygulanması gerektiğini dile getirir. Bu düşünceleri nedeniyle Booth'un sosyalist düşünceye kaydığı düşünülebilir. Ancak, böyle bir sonuç ortaya çıkmaz. Hatta, kapitalist bir ailenin işlerini devam ettiren bir patron sıfatıyla Liberal Parti'den Muhafazakar Parti'ye kayar.

Sosyal unsurları önemseyen bir iş adamı olarak Booth'un çalışmaları ve görüşleri ilgi ve dikkat çeker. İçinde yaşadığı dönemde, içinde yaşadığı sınıfta örneğine pek rastlanmayan bir görüş ortaya atmıştır.

Her büyük değişimin yarattığı sosyal, kültürel ve psikolojik rahatsızlıklar çözüm önerilerini beraberinde getiriyor. Major C.H. Douglas adındaki bir mühendisin geliştirdiği sosyal kredi kavramı, Charles Booth'un ortaya koyduğu görüşlerin çok ötesine geçer. İngiltere'de ve Kanada'da sosyal kredi partileri dahi kurulur.

Douglas'ın düşünceleri, 1916-1920 yılları arasında olgunlaşır. Economic Democracy, Credit-Power and Democracy ve Social Credit adlı kitapları ile fikirlerini ortaya koyar. Douglas, kapitalist sistemin, satın alma gücü açısından sakatlıkları olan bir sistem olduğunu iddia eder. Üretimin farklı aşamalarında çalışanların nihai olarak üretilen ürünleri satın alacak ekonomik güce hiçbir zaman sahip olamadıklarını söyler. Bu nedenle, "sosyal kredi" sisteminin geliştirilmesini önerir. Douglas'ın düşüncelerini değerlendirirken, yaşadığı yılların ekonomik koşullarını çok iyi bilmek gerekiyor.

1. Dünya Savaşı patlamıştır. Dünya, kriz koşulları altındadır.  Bu nedenle, üretim kapasitelerinde atıllık söz konusudur ki Keynes de kriz halindeki gelişmiş bir ekonominin krizden çıkışı için teori üretirken atıl kapasitelerin var olduğu varsayımına dayanır. Yani, üretimin yapılamaması gibi bir sorun yoktur. Zira, kurulmuş üretim kapasiteleri kriz koşulları nedeniyle atıl durumdadır. Kriz koşullarında sorun, o kapasitelerin harekete geçirilemeyişidir.

Douglas, bireylerin ekonomik durumunda iyileşme yaratmayan üretimi "atık" ya da "ekonomik sabotaj" olarak niteledi. Diğer bir ifadeyle, bireylerin satın alma güçlerinin olmadığı bir üretimi yapmak zorunda kalma durumunu anlatıyordu. Böylece, satın alınamayan bir mal için gereksiz bir çalışma yapılmış oluyordu.

Mühendis olmanın getirdiği bir bakış açısına sahipti Douglas. Makinaların çalışma prensipleriyle analiz ediyordu ekonomiyi. Endüstriyel sistemin amacını sorguladı. İşsizliğin, makinaların insanın yerine geçmesinin mantıklı bir sonucu olduğunu anlattı. Ancak, makinalaşmanın doğal bir sonucu olarak çalışma yaşamının dışında kalanların halen endüstriyel sistemden faydalanabileceklerini söylüyordu. Çünkü toplum, bir "kültürel mirasın" mirasçısıydı.

Para, efektif talep idi. Paranın talep edildiği bankacılık sistemi bir "dağıtım mekanizması" idi. Bu dağıtım mekanizması, aslında üretimin dağıtılmasıydı. Servet, bu mekanizma sayesinde oluşuyordu. Diğer bir ifadeyle kültürel miras, üretimin dağıtılmasını sağlayan bankacılık sistemi sayesinde oluşuyordu ve üretim sürecinde elde edilen verimdi. Kültürel miras, tarihsel süreçte birikimli olarak oluşuyordu. Böylece, toplumda "kazanılmamış fazlalık" yaratılmış oluyordu.

Bankacılık sisteminin üretimle ilgili katkısı ortadaydı ama eleştirilmesi gereken iki nokta vardı. Birincisi, gücünü merkezileştirmek isteyen bir bankacılık sisteminin varlığı idi. Bu durum, bankacılık sistemini bir hükümet modeline dönüştürüyordu ve yüzyıllar içinde ortaya çıkmış bir olguydu bu. İkincisi ise, bankacılık sisteminde üretilen para ile ilgili olarak bankalar mülkiyet iddiasında bulunuyordu. Bu iddia, topluma sahip olma iddiasıyla aynı şeydi.

Modern ekonomide para, bir değişim aracı olmanın ötesinde kredi mekanizmasının bir parçasıydı. Dolayısıyla, Klasik İktisat'ın malların mallarla değişimi modeli geçerli değildi.

Fabrika, sadece üretim yapılan bir organizasyon değildi. Bu organizasyonun bir de finansal boyutu vardı. Şahıslara ücret, maaş ve temettü ödenirken, diğer organizasyonlara hammadde için, bankacılık giderleri için ve daha başka amaçlar için ödemeler yapılıyordu. Douglas, bireylere yapılan ödemeleri A grubu altında, diğer organizasyonlara yapılan ödemeleri ise B grubu altında topladı. A ve B grubu altında yapılan ödemeler satın alma gücü yaratmaktaydı. Bu gruplandırma altındaki fikirler A+B Teoremi olarak adlandırıldı.

Üretim, tüketicinin ilgi duymayacağı ya da satın alma gücünün yeterli olmayacağı bir süreç içindeydi. Bu nedenle, uluslararası ticarette dengesizlikler oluşuyordu. İhracattan fazla ithalat ya da ithalattan fazla ihracat yapan ülkelerin ortaya çıkmasının nedeniydi bu süreç. Bu sonucun uzun dönemdeki etkisi ise ülkeler arasında ortaya çıkan ticaret savaşlarıydı. Bu koşulları göz önüne alan John Hargrave, Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Sosyal Kredi Partisi (kuruluş: 1920) altında, "tam istihdam talep eden bir ülkenin aslında gerçek bir savaşı davet etmiş olduğunu" dile getiriyordu. Yani, ticaret savaşları silahlı savaşlara dönüşecekti.

Üretim maliyeti, dolaysız işçilik, hammadde/malzeme ve genel giderlerden oluşuyordu. Modernleşen ve endüstriyelleşen üretim tarzında hammadde ve üretim metotlarının önemi arttığı için genel üretim giderleri/dolaysız işçilik oranının giderek arttığı gözlemlenmekteydi. Bu oranın yükselmesi, makina ve teknolojinin emeğin yerine geçiyor olduğunun bir göstergesiydi. A+B Teoremi'ne göre enflasyonun temel nedeni parasal bolluk değil, endüstriyelleşme sonucu ortaya çıkan genel gider artışıydı. Dolayısıyla enflasyon, gerçekleşen üretim sonucu ortaya çıkan mal ve hizmetlerin satın alınabileceği satın alma gücü var olsa bile kendini gösterecekti.

Douglas, satın alma gücü ile fiyatlar genel düzeyi arasındaki boşluğu gidermek için "milli (ya da tüketici) temettü" mekanizması önerdi. Milli kredi ofisi de topluma sunulacak olan ödeme miktarını belirlemekle görevli olacaktı.

Üretim teknolojisindeki gelişmeler daha az girdi ile daha fazla çıktı elde edilmesini sağlar. Böylelikle, üretimin reel maliyeti düşmektedir. Makinanın kullanımı ile reel maliyetler düşmekteyken yenileme, amortisman, v.b. maliyetlerin varlığı maliyetlerin üzerinde daha fazla etkili olmaya başlamaktadır. Yani, reel maliyete ek olarak finansal maliyetler söz konusudur. Buna göre, belli bir zaman aralığında tüketim üretimden düşük kalmışsa üretimin reel maliyeti finansal maliyetlerin altında kalmış demektir.

Bir malın satış fiyatı 100 TL ve tüketim/üretim rasyosu 3/4 ise, üretimin reel maliyeti 75 TL (100x3/4) olarak belirlenecektir. 75 TL, A ve B grupları altındaki ödemeleri ve dolayısıyla alım gücünü temsil etmektedir. Tüketici, aradaki 25 TL'lik alım gücünü milli kredi ofisi sayesinde temin edecektir. Böylece, piyasada "adil fiyat" oluşturulacaktır. Bu denklemde üretimin maliyeti aynı zamanda tüketim anlamına geliyordu.

Douglas'ın A+B Teoremi akademik iktisatçılar tarafından reddedilmiştir. A ve B grubu ödemelerinin belli bir zaman dilimi içinde bireylerin ve organizasyonların geliri olma özelliğini yitirdiği noktasında itirazlar gelmiştir. Ayrıca, üretimi yapılmakta olan ürünlerin üretim süreci aşamasında yapılan B grubu ödemeleriyle mevcut ürün için alım gücünün desteklenmesi de söz konusu olmaktadır. Douglas'ın modeli, aynı zamanda enflasyonisttir. Douglas, Keynes tarafından da eleştirilmiştir.

Douglas'ın ortaya koyduğu modelde hem Say kanunu, hem de miktar teorisi reddediliyordu. Say Kanunu, arzın tüm üretilen malların piyasada süpürülmesine izin vermeyen miktarda oluştuğu iddiası nedeniyle eleştiriliyordu. Miktar teorisi eleştirisinin temelinde ise paranın dolanım hızı kavramı vardı. Paranın dolanım hızı, malların bir elden diğerine transfer sıklığı arttıkça artıyordu ama satın alma gücünü artırmıyordu. Çünkü her bir mal transferi aynı zamanda maliyet üretiyordu.

Douglas, kendisine itiraz edenlere toplumda artan borçluluğu örnek olarak gösteriyordu. Piyasadaki mal ve hizmetlerin satın alma gücü ile satın alınabilmesi mümkün olsaydı borçlanma ihtiyacı da olmayacaktı.

Bireyin "mutlak ekonomik güvencesi" kavramı çerçevesinde gayrimenkul üzerindeki tüm vergilerin kaldırılması gerektiği de yine Douglas'ın fikirleri arasındaydı. Bu görüşü, Henry George'un görüşlerinden ayrışıyordu. Douglas, ekonomik demokrasi kavramı ile emeğin endüstrileri kontrol etmesini önermiyordu. Sosyal kredi ile ekonomik demokrasi sağlanacaktı. Üreticinin aristokrasi ile beraber tüketicinin demokrasisi oluşturulmalıydı.

Sosyal kredi mekanizmasında denk bütçenin var olabilmesi mümkün değildi. Douglas bunu kabul ediyordu. Ancak, devletin bireye hizmet etmesi prensibini benimsiyor ve tersini reddediyordu. Toplum, metafizik bir kavramdı ve diyalektik materyalizm doğru değildi.

Charles Booth bir tespitte bulunuyor ve bir de öneri getiriyor ama Douglas'ınki kadar derin analizleri yok. Douglas'ın derin analizleri ise sadece içinde bulunduğu dünyayı anlamaya yetiyor ama önerileri yanlış. Ancak, bu önerilerin İngiltere'de ve Kanada'da sosyal kredi fikrine dayalı siyasi partilerin oluşmasına kadar vardığı düşünüldüğünde, bir dönem içinde heyecan yaratan fikirlerin zaman içinde tarihin unutulan köşelerinde kaldığını görebiliyoruz.

Bugünün dünya ekonomisinin büyük sorunları var. Tespitler de var, öneriler de. Kurumsal iktisadın yerel ve küresel boyutlu çözüm arayışlarını çok önemsiyorum. 19. yüzyıldan çok farklı olarak, çevre ile ilgili konular bugünün sorunları içinde çok önemli bir yerde.

İktisat, sosyal bir bilim. Bilgisayarların başında oturup grafik analizlerine “sosyal” bir içerik katmadığınız sürece ancak sadece piyasa analisti olursunuz ama iktisatçı olamazsınız.

Bugün, gelir adaletsizliğini sıkça konuşuyor dünya. 19. yüzyılın sonlarında da konuştuğu gibi. Çok şey değişiyor ama temel kavramlar ve sorunlar değişmiyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo