Küreselleşmenin
son noktası diye niteleyebileceğimiz bir nokta yok. Farklı alanlarda düzeyini
tespit etmek mümkün. Bu düzeyi tespit etmek için kullanabileceğimiz çok sayıda
veri var. Ancak, seviye tespiti için kıyaslama yapmanın önemi büyük. İçinde
bulunduğumuz dönemi ve de özellikle son 25 yılda kaydettiğimiz aşamaları
kıyaslayabileceğimiz bir 19. yüzyıl sonu tecrübesi var analiz edebileceğimiz. Nitekim,
son dönemlerde okuduğum kitaplarda 19. yüzyılın sonunu ve sonrasında 2 dünya
savaşı ve bir büyük depresyonla değişen havayı ele alan tarihsel hatırlatmalara
sıkça rastlamaya başladım.
Gelir
adaletsizliği ve gelir adaletsizliğini yaratan koşulların daha sonra totaliter
rejimleri nasıl iktidara getirdiğini tarihsel süreçte analiz etmenin bugüne
dair çok sayıda tespitte bulunabilmek için faydası ve önemi büyük.
Bugünün küreselleşme süreci, son yıllarda hız kaybetmeye başladı. Hatta, bazı
verilere göre geri dahi gitti. 19. yüzyılın küreselleşme sürecinin sonlanması
ile bugünkünün yavaşlaması arasında farklılıklar var. Bugün büyük savaşların
yerini çok sayıda irili ufaklı bölgesel çatışma almış durumda. Diğer bir büyük
fark, bu defa doğunun yükselişi. 19. yüzyılın sonunda, Sanayi Devrimi
sonrasında küresel liderlik batıda idi. Fakat bugün, doğu da işin içinde.
Küresel ekonominin ağırlık merkezi önemli ölçüde doğuya doğru bir kayma
gösterdi.
Bugünün küreselleşme olgusunun nasıl sonuçlanacağı ya da küreselleşme deviniminin nasıl bir seyir izleyeceğini kitaplarda, yazılarda, konferanslarda
tartışabiliriz ama bu büyük değişimlerin ortaya koyduğu ortak bir özellik var:
bu süreçlerde belli kesimler sosyal, kültürel ve psikolojik rahatsızlıklar
hissediyorlar ve ortaya çıkan sorunlara çare aramaya başlıyorlar.
19.
yüzyılın sonlarına gidelim ve bugün sıkça konuştuğumuz gelir adaletsizliği
konusuna 19. yüzyıldan bir örnek verelim.
Charles Booth adında aileden zengin bir kapitalist 19. yüzyılın sonlarında,
Londra'da işçi sınıfının yaşam koşullarını belgelemek amacıyla bir çalışma
yapar. Londra'da yaşanan fakirliğin istatistiki fotoğrafını çeker. Sanayi
Devrimi ile başlayan ve süregelen dönemin yarattığı sosyal hasarı ölçümlemeye
çalışır. İngiltere'de dönemin başbakanı güçlü liberal politikaların sıkı
savunucusu olarak bilinen Gladstone'dur. Charles Booth'un çalışmalarını öğrenir
ve kendisini politikaya davet eder ama Booth bu teklifi reddeder. Oysa Booth,
politikaya ilgi duymaktadır.
Ailesinin işlerini babasının ölümünden sonra devir alan ve başarıyla yürüten
Charles Booth, sosyal reformların önemine ve gerekliliğine vurgu yapar.
Londra'daki işçi sınıfının yaşadığı sosyal sorunlardan yola çıkılarak bazı
sosyal içerikli politikaların uygulanması gerektiğini dile getirir. Bu
düşünceleri nedeniyle Booth'un sosyalist düşünceye kaydığı düşünülebilir.
Ancak, böyle bir sonuç ortaya çıkmaz. Hatta, kapitalist bir ailenin işlerini devam
ettiren bir patron sıfatıyla Liberal Parti'den Muhafazakar Parti'ye kayar.
Sosyal unsurları önemseyen bir iş adamı olarak Booth'un çalışmaları ve
görüşleri ilgi ve dikkat çeker. İçinde yaşadığı dönemde, içinde yaşadığı
sınıfta örneğine pek rastlanmayan bir görüş ortaya atmıştır.
Her büyük değişimin yarattığı sosyal, kültürel ve psikolojik rahatsızlıklar
çözüm önerilerini beraberinde getiriyor. Major C.H. Douglas adındaki bir
mühendisin geliştirdiği sosyal kredi kavramı, Charles Booth'un ortaya koyduğu
görüşlerin çok ötesine geçer. İngiltere'de ve Kanada'da sosyal kredi partileri
dahi kurulur.
Douglas'ın düşünceleri, 1916-1920 yılları arasında olgunlaşır. Economic
Democracy, Credit-Power and Democracy ve Social Credit adlı kitapları ile
fikirlerini ortaya koyar. Douglas, kapitalist sistemin, satın alma gücü
açısından sakatlıkları olan bir sistem olduğunu iddia eder. Üretimin farklı
aşamalarında çalışanların nihai olarak üretilen ürünleri satın alacak ekonomik
güce hiçbir zaman sahip olamadıklarını söyler. Bu nedenle, "sosyal
kredi" sisteminin geliştirilmesini önerir. Douglas'ın düşüncelerini
değerlendirirken, yaşadığı yılların ekonomik koşullarını çok iyi bilmek
gerekiyor.
1.
Dünya Savaşı patlamıştır. Dünya, kriz koşulları altındadır. Bu nedenle,
üretim kapasitelerinde atıllık söz konusudur ki Keynes de kriz halindeki
gelişmiş bir ekonominin krizden çıkışı için teori üretirken atıl kapasitelerin
var olduğu varsayımına dayanır. Yani, üretimin yapılamaması gibi bir sorun
yoktur. Zira, kurulmuş üretim kapasiteleri kriz koşulları nedeniyle atıl
durumdadır. Kriz koşullarında sorun, o kapasitelerin harekete geçirilemeyişidir.
Douglas, bireylerin ekonomik durumunda iyileşme yaratmayan üretimi
"atık" ya da "ekonomik sabotaj" olarak niteledi. Diğer bir
ifadeyle, bireylerin satın alma güçlerinin olmadığı bir üretimi yapmak zorunda
kalma durumunu anlatıyordu. Böylece, satın alınamayan bir mal için gereksiz bir
çalışma yapılmış oluyordu.
Mühendis olmanın getirdiği bir bakış açısına sahipti Douglas. Makinaların
çalışma prensipleriyle analiz ediyordu ekonomiyi. Endüstriyel sistemin amacını
sorguladı. İşsizliğin, makinaların insanın yerine geçmesinin mantıklı bir
sonucu olduğunu anlattı. Ancak, makinalaşmanın doğal bir sonucu olarak çalışma
yaşamının dışında kalanların halen endüstriyel sistemden faydalanabileceklerini
söylüyordu. Çünkü toplum, bir "kültürel mirasın" mirasçısıydı.
Para, efektif talep idi. Paranın talep edildiği bankacılık sistemi bir
"dağıtım mekanizması" idi. Bu dağıtım mekanizması, aslında üretimin
dağıtılmasıydı. Servet, bu mekanizma sayesinde oluşuyordu. Diğer bir ifadeyle
kültürel miras, üretimin dağıtılmasını sağlayan bankacılık sistemi sayesinde
oluşuyordu ve üretim sürecinde elde edilen verimdi. Kültürel miras, tarihsel
süreçte birikimli olarak oluşuyordu. Böylece, toplumda "kazanılmamış
fazlalık" yaratılmış oluyordu.
Bankacılık sisteminin üretimle ilgili katkısı ortadaydı ama eleştirilmesi
gereken iki nokta vardı. Birincisi, gücünü merkezileştirmek isteyen bir
bankacılık sisteminin varlığı idi. Bu durum, bankacılık sistemini bir hükümet
modeline dönüştürüyordu ve yüzyıllar içinde ortaya çıkmış bir olguydu bu.
İkincisi ise, bankacılık sisteminde üretilen para ile ilgili olarak bankalar
mülkiyet iddiasında bulunuyordu. Bu iddia, topluma sahip olma iddiasıyla aynı
şeydi.
Modern ekonomide para, bir değişim aracı olmanın ötesinde kredi mekanizmasının
bir parçasıydı. Dolayısıyla, Klasik İktisat'ın malların mallarla değişimi
modeli geçerli değildi.
Fabrika, sadece üretim yapılan bir organizasyon değildi. Bu organizasyonun bir
de finansal boyutu vardı. Şahıslara ücret, maaş ve temettü ödenirken, diğer
organizasyonlara hammadde için, bankacılık giderleri için ve daha başka amaçlar
için ödemeler yapılıyordu. Douglas, bireylere yapılan ödemeleri A grubu
altında, diğer organizasyonlara yapılan ödemeleri ise B grubu altında topladı.
A ve B grubu altında yapılan ödemeler satın alma gücü yaratmaktaydı. Bu
gruplandırma altındaki fikirler A+B Teoremi olarak adlandırıldı.
Üretim, tüketicinin ilgi duymayacağı ya da satın alma gücünün yeterli
olmayacağı bir süreç içindeydi. Bu nedenle, uluslararası ticarette
dengesizlikler oluşuyordu. İhracattan fazla ithalat ya da ithalattan fazla
ihracat yapan ülkelerin ortaya çıkmasının nedeniydi bu süreç. Bu sonucun uzun
dönemdeki etkisi ise ülkeler arasında ortaya çıkan ticaret savaşlarıydı. Bu
koşulları göz önüne alan John Hargrave, Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Sosyal
Kredi Partisi (kuruluş: 1920) altında, "tam istihdam talep eden bir
ülkenin aslında gerçek bir savaşı davet etmiş olduğunu" dile getiriyordu.
Yani, ticaret savaşları silahlı savaşlara dönüşecekti.
Üretim maliyeti, dolaysız işçilik, hammadde/malzeme ve genel giderlerden
oluşuyordu. Modernleşen ve endüstriyelleşen üretim tarzında hammadde ve üretim
metotlarının önemi arttığı için genel üretim giderleri/dolaysız işçilik
oranının giderek arttığı gözlemlenmekteydi. Bu oranın yükselmesi, makina ve
teknolojinin emeğin yerine geçiyor olduğunun bir göstergesiydi. A+B Teoremi'ne
göre enflasyonun temel nedeni parasal bolluk değil, endüstriyelleşme sonucu
ortaya çıkan genel gider artışıydı. Dolayısıyla enflasyon, gerçekleşen üretim sonucu
ortaya çıkan mal ve hizmetlerin satın alınabileceği satın alma gücü var olsa
bile kendini gösterecekti.
Douglas, satın alma gücü ile fiyatlar genel düzeyi arasındaki boşluğu gidermek
için "milli (ya da tüketici) temettü" mekanizması önerdi. Milli kredi
ofisi de topluma sunulacak olan ödeme miktarını belirlemekle görevli olacaktı.
Üretim teknolojisindeki gelişmeler daha az girdi ile daha fazla çıktı elde
edilmesini sağlar. Böylelikle, üretimin reel maliyeti düşmektedir. Makinanın
kullanımı ile reel maliyetler düşmekteyken yenileme, amortisman, v.b.
maliyetlerin varlığı maliyetlerin üzerinde daha fazla etkili olmaya
başlamaktadır. Yani, reel maliyete ek olarak finansal maliyetler söz konusudur.
Buna göre, belli bir zaman aralığında tüketim üretimden düşük kalmışsa üretimin
reel maliyeti finansal maliyetlerin altında kalmış demektir.
Bir malın satış fiyatı 100 TL ve tüketim/üretim rasyosu 3/4 ise, üretimin reel
maliyeti 75 TL (100x3/4) olarak belirlenecektir. 75 TL, A ve B grupları
altındaki ödemeleri ve dolayısıyla alım gücünü temsil etmektedir. Tüketici,
aradaki 25 TL'lik alım gücünü milli kredi ofisi sayesinde temin edecektir.
Böylece, piyasada "adil fiyat" oluşturulacaktır. Bu denklemde
üretimin maliyeti aynı zamanda tüketim anlamına geliyordu.
Douglas'ın A+B Teoremi akademik iktisatçılar tarafından reddedilmiştir. A ve B
grubu ödemelerinin belli bir zaman dilimi içinde bireylerin ve
organizasyonların geliri olma özelliğini yitirdiği noktasında itirazlar
gelmiştir. Ayrıca, üretimi yapılmakta olan ürünlerin üretim süreci aşamasında
yapılan B grubu ödemeleriyle mevcut ürün için alım gücünün desteklenmesi de söz
konusu olmaktadır. Douglas'ın modeli, aynı zamanda enflasyonisttir. Douglas,
Keynes tarafından da eleştirilmiştir.
Douglas'ın ortaya koyduğu modelde hem Say kanunu, hem de miktar teorisi
reddediliyordu. Say Kanunu, arzın tüm üretilen malların piyasada süpürülmesine
izin vermeyen miktarda oluştuğu iddiası nedeniyle eleştiriliyordu. Miktar
teorisi eleştirisinin temelinde ise paranın dolanım hızı kavramı vardı. Paranın
dolanım hızı, malların bir elden diğerine transfer sıklığı arttıkça artıyordu
ama satın alma gücünü artırmıyordu. Çünkü her bir mal transferi aynı zamanda
maliyet üretiyordu.
Douglas, kendisine itiraz edenlere toplumda artan borçluluğu örnek olarak
gösteriyordu. Piyasadaki mal ve hizmetlerin satın alma gücü ile satın
alınabilmesi mümkün olsaydı borçlanma ihtiyacı da olmayacaktı.
Bireyin "mutlak ekonomik güvencesi" kavramı çerçevesinde gayrimenkul
üzerindeki tüm vergilerin kaldırılması gerektiği de yine Douglas'ın fikirleri
arasındaydı. Bu görüşü, Henry George'un görüşlerinden ayrışıyordu. Douglas,
ekonomik demokrasi kavramı ile emeğin endüstrileri kontrol etmesini
önermiyordu. Sosyal kredi ile ekonomik demokrasi sağlanacaktı. Üreticinin
aristokrasi ile beraber tüketicinin demokrasisi oluşturulmalıydı.
Sosyal kredi mekanizmasında denk bütçenin var olabilmesi mümkün değildi.
Douglas bunu kabul ediyordu. Ancak, devletin bireye hizmet etmesi prensibini
benimsiyor ve tersini reddediyordu. Toplum, metafizik bir kavramdı ve
diyalektik materyalizm doğru değildi.
Charles Booth bir tespitte bulunuyor ve bir de öneri
getiriyor ama Douglas'ınki kadar derin analizleri yok. Douglas'ın derin
analizleri ise sadece içinde bulunduğu dünyayı anlamaya yetiyor ama önerileri
yanlış. Ancak, bu önerilerin İngiltere'de ve Kanada'da sosyal kredi fikrine
dayalı siyasi partilerin oluşmasına kadar vardığı düşünüldüğünde, bir dönem
içinde heyecan yaratan fikirlerin zaman içinde tarihin unutulan köşelerinde
kaldığını görebiliyoruz.
Bugünün dünya ekonomisinin büyük sorunları var. Tespitler de var, öneriler de. Kurumsal
iktisadın yerel ve küresel boyutlu çözüm arayışlarını çok önemsiyorum. 19. yüzyıldan
çok farklı olarak, çevre ile ilgili konular bugünün sorunları içinde çok önemli
bir yerde.
İktisat,
sosyal bir bilim. Bilgisayarların başında oturup grafik analizlerine “sosyal”
bir içerik katmadığınız sürece ancak sadece piyasa analisti olursunuz ama iktisatçı
olamazsınız.
Bugün,
gelir adaletsizliğini sıkça konuşuyor dünya. 19. yüzyılın sonlarında da
konuştuğu gibi. Çok şey değişiyor ama temel kavramlar ve sorunlar değişmiyor.
Yorumlar
Yorum Gönder