Ana içeriğe atla

Piyasa Dinamiğini Kaybeden Fiyatlar

Türkiye, serbest piyasa ekonomisi kurallarının dışına çıkılması durumunda piyasanın kendi doğal dengelerinden nasıl uzaklaşabileceğine dair bir vaka çalışması özelliğine sahip. Türkiye’de iktisat teorisi adeta bir stres testinden geçiyor.

Serbest piyasa ekonomisi kurallarının dışına çıkıldığı piyasayı bu yazıda kredi ve mevduat piyasası olarak kastetmekteyim. Durumun çok yakın bir geçmişte ortaya çıkmadığını özellikle belirtmek gerekiyor. Süreç, son 5 yılı yoğun ama kabaca 10 yıllık bir zamana yayılıyor.

Piyasa dinamiklerini göz ardı eden uygulamaların temelinde TCMB’nin bağımsızlığının yok olması yatıyor. TCMB, üzerindeki siyasi baskı nedeniyle faizi artırma yönünde kullanamıyor. Çok mecbur kaldığında, her bedeli göze alarak faizi artırıyor. İktisadi açıdan sorun faizin artırılamaması değil. Sorun, faizin “enflasyonu dikkate almadan” yönetiliyor olması. Enflasyon, faizin inmesine izin veriyorsa, enflasyondaki düşüş temposu dikkate alınmıyor ve zamansız faiz indirimleri söz konusu oluyor. Ancak, faizin artırılması gerekiyorsa, enflasyondaki yükseliş temposu yine dikkate alınmıyor. Ancak, sonunda şartların getirdiği bir zorunlulukla şok nitelikli faiz artırımları söz konusu oluyor. Böylece, enflasyon ile hasar görmüş olan ekonomi artan finansman maliyetleriyle de ayrıca baş etmek zorunda kalıyor.

TCMB’nin doğru politikaları üretemediği koşullar altında, alternatif yöntemler devreye sokulmaya çalışılıyor. Alternatif yöntemlerin para politikasının yerine geçebilmesi mümkün değil. Kredi ve mevduat piyasasındaki piyasa dışı durumu anlamak için geçmiş yılların alternatif yöntemlerine göz atmak gerekiyor.

2016’da Kredi Garanti Fonu (KGF) devreye alındı. TCMB üzerindeki baskı 2010’ların başından itibaren artarak oluşuyordu. Süreç içinde, siyasette yaşanan dengesizliklerin de dönem dönem ekonomiyi etkilediği de açık. Ancak, her koşulda ekonomi politikaları kurallar dahilinde ve etkinlik gözetilerek çalıştırılmalıdır. Siyaset müessesesi siyasi olumsuzlukları yanlış ekonomi politikalarının sebebi olarak gösteremez. Siyasi gelişmelerin elbette ki ekonomi üzerinde etkileri güçlü. Ancak bu etkileri ekonomiden uzaklaştıracak önlemleri almak ve devlet mekanizmasını doğru çalıştırmak hükümetin işi. Yani, Gezi Parkı Olayları (2013) da, 15 Temmuz (2016) da kötüleşen ekonominin bahanesi değil. Nasıl ki 11 Eylül (2001) de ABD de bir bahane olamadıysa. Kaldı ki, bazı siyasi nitelikli gelişmelerin Türkiye ekonomisinin performansı üzerindeki etkilerinin üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen ekonominin kişisel gelire katkı sunabilir hale gelememiş olduğu TÜİK kaynaklı verilerle ispatlıdır.

2016’da ilk olarak ortaya çıkan ve daha sonraki dönemlerde de şirketlere likidite sağlamak amacıyla kullandırılan KGF kredileri popülist nitelikliydi. Nakit akışında zorlanan şirketlere ek borçlanma olanağı getirmeyi amaçlıyordu. TCMB’nin açık piyasa işlemleri ile piyasanın likiditesini yönetmesi ya da faiz tarafında enflasyonla uyumlu politikaları kullanması gibi piyasa dinamikleri içinde yönetilebilecek süreçler yerine şirketlere başta devlet bankaları eliyle olmak üzere ilave borçlanma olanağı getirildi. İlerleyen dönemlerde, söz konusu kredilerin önemli bir bölümünün amaca uygun olarak kullanılmadığı da gözlemlendi.

Türk özel sektörü kurumsallıkta az gelişmiş bir noktadadır. KGF, bir destek olma özelliği vurgulanarak çıkarıldı. Ancak, para politikası doğru işlemediği için bozulan dengeler KGF kredileri dağıtılması gibi sürdürülebilirliği olmayan yöntemlerle sağlanmaya çalışıldı.

Ekonominin kendi dengeleri içinde ve arkasında tutarlı makroekonomik politikaların var olduğu bir yapıyla yönetilmesi esastır. Süreklilik, bunu gerektirir. Sağlıklı mali yapıda olan ve iyi yönetilen şirketlerin ayakta durabildiği piyasa ekonomisi felsefesi yerine palyatif çözümler kısa soluklu olur. Niyet edilen sonuçları da üretemez. Hele ki, ekonominin arkasında duran makroekonomik politikalarda ağır hatalar varsa. Önemli olan, piyasa dinamikleri içinde mali yapısı güçlü kuruluşlar yaratmak ve bu kuruluşların faaliyetlerini eşit rekabet koşullarında destekleyen makroekonomik politikaları uygulamaktır. KGF, piyasanın bu anlamdaki doğal dengelerini bozdu. Ayrıca, iyi yönetilen şirketlerle kötü yönetilen şirketler arasında haksız rekabet oluşmasına neden oldu.

Yanlış para politikası uygulamaları ve bunun bir sonucu olarak kredi piyasasında piyasa dengelerini bozan ve siyasetin de bozulan havasıyla risk üretme/yaratma potansiyeli artan Türkiye ekonomisi önemli ölçüde performans zayıflığı ortaya koymaya başladı. Kendi dinamikleriyle büyüme potansiyeli yaratamayan, kişisel geliri düşen bir ekonomi çıktı ortaya. Düşen ekonomik performans, siyasetin popülist reflekslerini güçlendirmeye başladı ve 2018 yılının kur krizi meydana geldi.

2018’de yaşanan kur ataklarına karşı da yine piyasa dışı “önlemler(!)” kullanıldı. KGF kredileri yine devreye sokuldu. Kamu bankaları aracılığı ile nefes kredileri adı altında başka destek kredileri de devreye alındı. Ancak, önlem olarak atılan her adımın ardında bir borçlanma mekanizmasının devreye sokulması söz konusu idi.

Kredi, hane halkına ya da firmalara gelir üretmek anlamı taşımaz. Ancak siyaset, kredi ile gelir yaratıldığı iddiası ile temel iktisadi tanımlamalar ile ilgili toplumsal algıyı bozuyor. Kredi, borçlanmaktır ve vadesi geldiğinde geri ödenir. Kredinin geri ödenebilmesi için gelir gerekir. Ekonominin gelir yaratma potansiyeli zayıflarken artan borçlar borç yapılandırma çalışmalarını gündeme getirdi. Gelir üretiminin zayıflaması, borcun borçla çevrilmesi gibi finansal açıdan son derece riskli bir manzara ortaya koydu. Bugün, bankacılık sistemi içinde var olan takipteki alacak tutarı, ilgili alacakların karşılığının ayrılması süresi sürekli uzatıldığı için net olarak görülememektedir. Söz konusu borcun içinde yanlış politikaların yarattığı kur artışlarının yabancı para cinsinden borç miktarını artırmış olması önemli bir role sahiptir.

2018’in kur krizi sonrasında oluşan enflasyon hız kaybederken, TCMB’nin üzerindeki siyasi baskıyla faizin enflasyonun düşüşünden daha hızlı aşağı çekilmesi ekonomiyi artan risklere artan oranda açık hale getirdi.

2020’nin başlarında Kovid-19 krizinin dünya ölçeğinde yayılması ekonominin önceki dönemlerde üstlendiği yüklere yenilerinin eklenmesini kaçınılmaz hale getiriyordu. Ancak, yine piyasa dışı yöntemlerle. Bu kez, bankaların risk yönetim prensiplerini ve kredi vermek konusundaki karar süreçlerini bir kenara koyan aktif rasyosu adlı uygulama ile. Uygulama, bankaları mali analiz ve risk yönetimi prensiplerine uygun olmayan kredileri vermeye zorlamaktaydı. Diğer bir ifadeyle, bankaların kredi komiteleri, kredi analiz süreçleri, risk yönetimi prensipleri ağır etkinlik kaybına uğruyordu.

TCMB’nin sektörel ayrımlara giderek zorunlu karşılık oranlarını belirlemesi de piyasanın rekabet koşullarına diğer bir açıdan doğrudan müdahale özelliği taşıyordu. Zorunlu karşılıklara ilişkin sektörel ayrım, bankaların kredi tercihlerini serbestçe yapabilmelerine engel olan bir yöntem olarak sistemin karşısına çıktı. Aktif rasyosu ile aynı dönemde uygulanması ise bankacılık sektörünün tercihlerinde çok ağır bir baskı olarak yer aldı.

Tüm bu piyasa dışı yöntemler kullanılırken kamu bankalarının ön saflarda yer almaya zorlanması özel bankaların rekabet gücünü olumsuz etkileyen, diğer bir ifadeyle bankalar arasında da haksız rekabete yol açan bir unsur oldu. Nitekim, kamu bankalarının bankacılık sistemindeki ağırlığı önemli ölçüde arttı ve özel bankalarınkiyle eş düzeylere ulaştı.

Kamu bankalarının kaynaklarını hükümetin popülist politikalarına uygun olarak dağıtıyor olması kamu bankalarının arasındaki uzmanlık sahalarının yok olmasına da sebep oldu. Oysa, söz konusu bankaların bazı belli misyonları bulunmaktaydı. Aralarındaki ihtisas farklılaşmasının sınırları neredeyse yok oldu.

Yukarıdaki satırlarda dile getirilen yıllar ve süreçler içinde hükümetin bankacılık sistemi üzerinde sürekli kredi verdirmek yönünde sözlü baskılar kurması ve hatta bankaların kullandıracakları kredilere ilişkin fiyat baskıları yapmaları yine piyasa dışına çıkan ve risk yönetimi, mali analiz, risk-kar optimizasyonu gibi yönetim unsurlarını devre dışı bırakan uygulamalardı.

Hemen hemen 2010’un başından bu yana hayata geçirilen uygulamaların bozduğu bir piyasa var bugün. Kurumların politika üretme özelliğini kaybettiği yerde bir yönetim krizi var demektir. Türkiye, bir yönetim krizi içinde. Bu krizin piyasa dışı uygulamalarla ortaya çıkardığı dengesizliklere maruz kalmakta.

Her ekonomide, kurumların kredibilitelerini belirleyen kriterler vardır. Bu kriterler, kurumların fonlanma maliyetlerini ve vadelerini etkiler. Her kurumun sahip olduğu maliyetlenme yapısı, faaliyetleri dahilinde rakipleriyle segment farkı yaratır. Yani, bir kurumun hitap ettiği müşteri kitlesiyle başka kurumların hitap ettikleri müşteri kitleleri farklılaşır ve zaman içinde gelenekselleşir. Türk bankacılık sisteminde de piyasa dinamiklerinde gelenekselleşmiş fiyatlama seviyeleri ve bankaların kendilerine belirledikleri vizyon ve misyon çerçevesinde faaliyetleri söz konusu idi.

Yukarıda anlatılan süreçler içinde ortaya çıkan dengesizlikler bankacılık sisteminde fiyatlama dengesizlikleri yarattı. Durum, düzeyi farklılaşsa da süreklilik arz eden bir hale geldi.

Dengesizliklerin temelinde TCMB’nin bağımsızlığını kaybetmesi nedeniyle politika üretememesinin piyasa beklentilerinde yarattığı belirsizlik var. Bunun üzerine, bu yazıda anlatılan yöntemlerin yıllar içinde uygulanmasının yarattığı diğer zorluklar da geldi. Sonuç, tüm iş planlarının kısa vadeye sıkışmasına neden oluyor. Böylece, orta ve uzun vadeli plan yapabilmek imkansızlaşıyor. Durum, fiyatlamalara yansıyor.

Politika faizinin %19 olduğu bir ortamda mevduat da %19’a çok yakın seviyelerde seyrediyor. Yani, maliyet ve satış fiyatı birbirine çok yakın. Bu yakınlık, yukarıda anlatılanların banka bilançolarında yarattığı sıkışmanın bir sonucu. Sıkışma, verilen krediler için taşınmakta olan maliyetlerin yönetimi ile ilgili. Zira, faiz cephesi tam anlamıyla belirsizlik altında.

İktisat bilimi, finansal yönetim teknikleri, mantık ve matematiğin yerini bir yönetim krizi aldığı için dedikodular üzerinden tahmin yürüterek bilanço yönetmeye çalışan bir piyasa var. Belirsizlik, bankaların kendi aralarındaki segment farklılıklarını fiyatlamalarda ortadan kaldırdı. Hatta, büyük ölçekli bankalara özellikle yüklenen maliyetler nedeniyle küçük ölçekli ve büyük ölçekli bankalar arasındaki fiyat segmentasyonları ortadan kalktı. Fiyat segmentasyonunun ortadan kalkması bankaların müşterisi konumundaki reel sektör için de kafa karıştırıcı bir hal aldı.

Bankaların, böylesine belirsiz bir ortamda vade fiyatlamalarındaki fiyat farklılıkları da ortadan kalktı. Gecelik mevduat ve kredi ile 3 ya da 6 ay arasındaki mevduat ve kredi oranları vadeye göre fiyatlama mantığının dışına çıkmış durumda.

Beklentiler, elbette ki piyasa dengeleri çevesinde de zaman zaman vade fiyatlamalarında yakınlaşmalar, uzaklaşmalar yaratabilir. Ancak, bugünkü “sıkışma” yönetim krizine ve piyasa dengesizliklerine işaret ediyor. Faiz oranlarındaki dengesizlikler, bankaları başka isimler altında gelir kaynakları yaratmaya itiyor. Çok benzer bir sıkışma aktif rasyosunun en sert kriterle uygulandığı 2020 yılı içinde de yaşanmış ve ardından faizler adeta patlamıştı. Benzer bir durumun oluşup oluşmayacağı para politikasına bağlı.

Alternatif yöntemlerin piyasa kurallarını hiçe sayması, bu yöntemlerin muhatabı olan kurumlarda ekonomik verim düşüşü ve aralarında haksız rekabet yarattı. Verim düşüşünün ve haksız rekabetin bertaraf edilmesi için bu kurumların hayata geçirdikleri uygulamalar geleneksel maliyet yapılarını, rakipleriyle aralarındaki kategori farklılıklarını ve sahip oldukları piyasa segmentlerini piyasa dinamikleri dışında suni olarak bozdu.

Kurumlar, piyasa dinamikleri çerçevesinde kaynak yapılarını, rakipleriyle aralarındaki kategori farklılıklarını, segmentlerini değiştirebilirler. Ancak, bunun suni olarak gerçekleşmesi ile ani olarak yaşanan gelişmeler, hem kurumların fiyatlama davranışlarında, hem müşterilerinin, hem de kreditörlerinin yaklaşımlarında belirsizlik yarattı.

Fed, 22 Eylül 2021 tarihli toplantısı sonrasında aylık $120 milyarlık varlık alım programının yavaşlama tarihinin yakın olduğunun sinyalini verdi. Anlamı, Amerikan Doları için değerlenme ve ABD’nin kendi enflasyonunu gelişmekte olan ülkelere ihraç edecek olmasıdır. Bu koşullar, gelişmekte olan ülkelerde faizi yukarı yönlü baskılarken, bir ülke var ki tüm dünyanın bildiği iktisadı stres testinden geçiriyor: Türkiye.

İktisadı stres testine tabi tutan ülkenin merkez bankası 23 Eylül 2021 günü faiz kararı açıklayacak. İçinde bulunduğu yönetim krizinden dolayı faiz kararının ne olacağı bilinmiyor. Bu yazıda anlatılan alternatif yöntemlerin bozduğu fiyatlamaların hangi yöne seyredeceği konusunda büyük belirsizlik söz konusu. Kartların yakında yeniden dağılacağını görmemek mümkün değil.

Kaynakça

Kredi Piyasası Gelişmeleri (arda-tunca.blogspot.com)

Covid-19 Uygulamaları Özeti: Aktif Rasyosu ve Diğer Düzenlemelerin Türk Lirası Üzerindeki Etkileri (arda-tunca.blogspot.com)

PPK’nın Faiz Kararı – 22 Ekim 2020 (arda-tunca.blogspot.com)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo