Ana içeriğe atla

Almanya

1977-79 arası yıllara gittim. Zira, bu iki yılın bendeki etkileri yaşamımı bugün bile etkileyecek kadar derin olmuştur.

Haziran 1977’de Lufthansa ile İstanbul’dan Münih’e uçuşumuz ve Münih’ten trenle Regensburg şehrine gidip birkaç ay sonra da Regensburg Üniversitesi kampüsüne yerleştiğimiz o günler hem güzel, hem de tatsız ve düşündürücü olaylar ve insanlar kattı hayatıma. Aynı yılın Eylül ayında Gerhardinger Schule adındaki ilkokulda bir Türk sınıfında başladı öğrenim hayatım. Herşey çok farklı ve farklı olduğu kadar da güzel ve eğlenceli idi.

1977 Türkiye’si ile 1977 Almanya’sı arasındaki gelişmişlik ve ekonomik güç farkı çok büyüktü. Bugün de çok büyük. Aradaki bu uçurumu, 6 yaşındaki bir çocuk olarak değişen oyuncaklarımın dünyasından gözleyebiliyordum. Uzaktan kumandalı arabalar, “rehnbahn” adındaki araba yarışı pisti oyunu, pilli trenler, v.s. büyülüyordu beni. İlk aylardaki tek derdim, Almanca konuşamamaktı ki birkaç ay içinde bu sorun da hallolmuştu ve herşey yolunda gidiyordu. Ancak, özellikle okul yaşamımın başlaması ile ve sosyal hayata daha fazla girmeye başladıkça bazı sorunlar baş göstermeye başladı.

Okula başladıktan birkaç ay sonra sınıf kapısının önünde ayakkabılarımızı çıkartıp sadece okulda kullandığımız bir başka ayakkabı ile derse girmeye başladığımızda ve bastıran soğukların etkisiyle ayaklarım üşüdüğünde çarptı yüzüme Alman disiplini önce. Sadece okulda giyilen ayakkabılar evde unutulduğunda da sınıfa çorapla giriliyordu.

Zamanla, diğer sınıflardaki Alman çocukları bana sataşmaya ve beni zaman zaman tartaklamaya kadar varan kavgalara girişmeye başladılar. Nedenini hiç anlamadım başta ama “Türken Raus” sloganının ne anlama geldiğini idrak ettiğimde farketmeye başladım çevremdeki dünyanın bana nasıl baktığını. Çocukluğun verdiği bir cesaret ve bana ters davranan birine aynı şekilde karşılık verme refleksiyle ben de kavgaya kavgayla karşılık verip içinde bulunduğum durumla sürekli tek başıma mücadele etmek zorunda kalıyordum. Diğer Türk çocukların hiçbiri yardımıma gelmiyordu. Hatta, Regensburg’un merkezindeki meydanlardan birinde (Dom Platz) bir festival sırasında litrelerce bira içmiş Almanlar’ın meydana kurulmuş portatif tuvaletleri nasıl kullandıklarını ve sokakları adeta bir lağım çukuruna döndürdüklerini görmüş ve bu gördüklerimi bir Alman kıza anlatmıştım. Kız da bana bütün bu pisliklerden Türkler’in sorumlu olduklarını söyleyip delirtmişti beni. Bu kızıl saçlı kızla müthiş bir kavga ettiğimi dün gibi hatırlıyorum.

Çok soğuk ve karlı bir kış günü okulumun bayan öğretmenlerinden birinin beni okul bahçesine girip binanın kapısına kadar götürmeye çalışan babama Türkler’in kullandıkları araçların daha çok karbondioksit gazı çıkardığını söyleyip okul bahçesine "Volkswagen" marka arabamızı sokmamak için direndiği de hala aklımda. Alman aileler ise arabalarını o kapının önüne kadar sokuyorlardı oysa. Sokağa çıktığımızda bebek arabasında dolaştırdığımız kardeşime önce çok sempatik tavırlarla yaklaşan Almanlar’ın Türk olduğumuzu fark ettiklerinde pek çok kez kardeşime ve bize iğrenir gibi bakıp yanımızdan uzaklaştıkları da aklımda kalan günlük hayatın manzaralarından biri.

Hastalıklı bir toplumdu 1970’lerin Alman toplumu. O yıllarda, 2. Dünya Savaşı biteli yaklaşık 35 yıl olduğunu düşünecek olursak, demek ki savaşa katılmış olan nesil 55-60 yaşlarındaydı ve toplumun içinde azımsanmayacak bir nüfusa ve etki alanına sahipti. Onların yetiştirdikleri çocukları ve torunlarıydı ailemin sokakta ve benim okulda hergün bir arada olduğumuz Almanlar.

Bu hikayenin bir de diğer bir cephesi vardı. Regensburg’ta büyükçe bir Siemens fabrikası vardı ve bu fabrikanın çalışanlarının önemli bir bölümünü Türk işçileri oluşturuyordu. “Heim” adı verilen 100 daireli büyük bir apartman bloğunda yaşıyorlar ve sadece kendi aralarında görüşüyorlardı. Alman toplumuna entegrasyonları neredeyse yok gibiydi. Bu binanın koridorları dairelerin kapılarına asılmış ipler ve iplerin üzerlerinden sarkan çamaşırlarla doluydu. Adana, Urfa, Bitlis, Sivas gibi şehirlerin sokakları Regensburg’ta bir binanın içine taşınmıştı adeta. Bu binada yaşayan Türk işçileri sürekli gece vardiyalarında çalışıyorlardı ve gündüzleri uyuyarak geçiriyorlardı. Diğer bir değişle, pek gün yüzü gördüğü yoktu bu insanların ve hem içinden geldikleri kültür, hem de çalışma saatleri koşulları itibariyle Alman toplumuna entegre olma niyet ve imkanları yoktu.

1960’larda Almanya’ya gelip hiç Almanca konuşamayan ve okula giden çocuklarının yardımıyla alışverişlerini ancak yapabilen çok sayıda Türk vardı. İşçilerin çoğu Türkiye'nin doğu ve güneydoğu bölgelerinden Almanya’ya gitmişler ve yerel kültürlerini hiçbir değişikliğe uğratmadan Alman toplumuna izole edilmiş bir sosyal yapı içinde transfer edilmişlerdi. Aynı toplumun içinde bir tarafta 1940’ların Nazi subayları, çocukları ve torunları diğer tarafta ise Adıyaman, Trabzon, Malatya, Antep’ten çıkıp İstanbul, Ankara ya da İzmir’i dahi hiç görmeden kendisini Avrupa’nın ortasında bulmuş insanlar bir arada yaşamaya çalışıyorlardı. Altı yaşında bir çocuk olarak bu toplumsal algılamaya sahip olabilmeme imkan yoktu ama Haziran 1979’da Türkiye’ye dönüşümüz yaklaştıkça ve dönüş heyecanının sabırsızlığı arttıkça “biz neden artık kendi ülkemizde yaşamıyoruz” diye sürekli hayıflandığımı hatırlıyorum. Gerçi, bu hayıflanmadan pişmanlık duyacağımı da hiç öngöremiyordum o günlerde ama o günlerin ruh hali buydu.

Almanya’nın hastalıklı ortamı zorluyordu artık beni. Yeni oyuncaklara da büyük ölçüde doymuştum artık ne de olsa. Türkiye’ye dönebilirdik artık.

Haziran 1979’da Kapıkule’ye yaklaşırken uzaktan gördüğümüz Türk Bayrağı’nın dalgalanışı karşısında annem ve babamın ülke hasretiyle gözlerinden süzülen yaşlarla Türkiye’ye girdiğimizi çok net hatırlıyorum. Bende gözyaşı yoktu ama büyük bir hayal gerçeğe dönüşmüştü.

Regensburg’ta bir gazete (Mittelbayerische Zeitung), Almanya’da yaşayan Türk çocuklarıyla ilgili 30.06.1979 tarihinde bir araştırma yapmak üzere bizim sınıfımıza gelmişti. Benimle uzun uzun konuşmuşlar, bol bol fotoğrafımı çekmişlerdi. Türkiye’yi özleyip özlemediğimi sorduklarında, o güne kadar yaşadığım tatsız olayların etkisiyle ve ertesi gün gazetede fotoğrafımın çıkacağının söylenmesi üzerine adeta tüm öfkemi kusmuştum gazetecilere. Türkiye’ye dönmek istediğimi, Almanya’da yaşamak istemediğimi, anneannem, babaannem ve dedelerimin yanına gitmek istediğimi söylemiştim röportaj sırasında. Röportajı yapan kadının ben konuştukça sürekli güldüğünü de unutmuyorum. Kadının benimle özellikle ilgilenmesinin önemli bir nedeni, “Almanya’dan birgün gideceğim” diyen tek Türk öğrencisi olmamdı.

Almanya’ya çalışmak ve para kazanmak için gitmiş ailelerin çocuklarıyla ilgili çok sayıda örnek vardı ama Alexander Von Humboldt bursu ile bir üniversitenin kampüsüne gitmiş bir ailenin çocuğu olan pek çok örnek yoktu. Bu nedenle de bir laboratuar kobayına bakar gibi bakıp incelemeye ve anlamaya çalışıyorlardı söylediklerimi. Ayrıca, Türkler ile aile olarak temasımız babamın görevi nedeniyle zayıf olduğu için benim Almanca bilgim diğer çocuklara göre daha ileri bir düzeydeydi. Biz, üniversite kampüsünde yaşamaktaydık. Hayatımdaki ilk yabancı arkadaşım da Ganalı bir zenci çocuk (Johnny) olmuştu. Diğer Türkler’e göre çok daha avantajlı koşullarda yaşıyor olmamıza rağmen içinde bulunduğumuz genel toplumsal yapı yine de pek sevimli değildi. Herşeye rağmen keyifli bir iki yıl ve katkılarını daha sonra anlayacağım bir tecrübe, geniş bir bakış açısı penceresi  sunmuştu Almanya’da yaşamak. Tabii bu yargılara, yaşadıklarımı yıllar sonra değerlendirdiğimde varmıştım.

Evet, Türkiye’ye dönmüştük ama dönüş de ayrı bir sancılı süreci beraberinde getirmişti. İstanbul’un Fatih semtinde, İskenderpaşa İlkokulu’nda başladığım 3. sınıfta kesir çizgilerini süs zannederek tüm iyi niyetimle, kesir çizgilerini özenle renklendirmeme rağmen kimseye bir türlü yaranamıyor olmamın nedenini anlamam bir yılımı almıştı ve hergün ağlayarak gidiyordum okula. Almanya’da hayat kolay değildi ama Türkiye de hiç kolay değildi. Derslerim berbat gidiyordu ve adapte olamıyordum yeni düzene. Kendi ülkemde de bir yabancıydım kısacası.

Frankfurter Allgemeine Zeitung’un kültür ve gezi sayfalarının editörlüğünü yapan Karen Krueger ile konuşuyorduk bir gün. Zaman zaman Almanya’da yaşayan Türkler ile ilgili kültür içerikli çalışmalar yaptığını söyledi. Bunun üzerine, kendi tecrübemi uzun uzun anlattım kendisine. Ayrıca, 1970’lerin dünyasında azınlığa ait bir kesimin içinde olduğum halde yasalarla korunan haklarımın olduğunu ve kendi ana dilimde eğitim yapabilme hakkına da sahip olduğumu ama hem Alman, hem de Türk toplumunun günlük hayatta birbirlerine karşı olan yaklaşımlarının entegrasyonu imkansız hale getirmiş olduğunu da konuştuk. Üstelik, yine babamın işi nedeniyle Alman cumhurbaşkanlığı sarayına kadar girip o günlerin cumhurbaşkanı Walter Scheel ile konuşma şansı olabilmiş bir Türk olarak büyük sıkıntı yaşamış olduğumu da anlattım kendisine. Sonuçta, yasaların ilkellerin ilkellik yapmasını engellemek adına önlemler içerdiğini ama toplumun kendi içindeki yaklaşımlarının ve farklı kültürlere karşı aldığı tavrın toplumsal düzenin esas belirleyicisi olduğu konusunu tartıştık.

Bu kişisel tecrübelerimin daha sonraki yıllarıma nasıl damga vurduğu da başka ve çok uzun bir yazıyı hak eder.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo