Ana içeriğe atla

Neden Gelişmiş Ülkelerde İş Kazaları Çok Az?

Kasım 1996'da bir gün. Özel sektör yaşamımın ilk günü. Özel bir projede görevli olarak pazarlama departmanında, bir grup ürünün gelişmekte olan ülkelerdeki potansiyel satışı için stratejik planlar yapılmasına yönelik olarak pazar araştırmaları yapmak görevim. AIESEC bursu ile stajyer olarak işe başlıyorum.

İlk işe başladığım gün pazarlama grubunun aylık toplantısına denk geliyorum. Toplantı masasının etrafında 17-18 kişi var ve aynı ülkeden iki kişi dahi yok. Son derece çok uluslu bir ortam söz konusu. Toplantı, pazarlama grubunun bir toplantısı olduğu için beklentim, pazarlama organizasyonlarından ve satışlardan söz edileceği yönünde. Fakat, iş güvenliği ile ilgili konuları kapsayan bir prezantasyon ile açılıyor toplantı. Bekliyorum ki, 10-15 dakikada toparlanacak bu konular. Ama, hayır. Yaklaşık bir saat sürüyor iş güvenliğine ilişkin prezantasyon. Ohio'daki bir fabrikada 27 yıl sonra ilk kez bir kaza meydana gelmiş. İşçinin eli, kolu falan mı koptu acaba diye düşünüyorum. Meğer, burnu kanamış. Kırılması beklenen bir kazasız çalışma süresi rekoru bozulduğu için herkesin suratı asılıyor toplantıda.

Şirkette bir çalışan Londra'ya tayin ediliyor. Dört ay için sağdan direksiyonlu araç kullanma kursuna katılması şirket tarafından zorunlu tutuluyor. Üstelik, önceden Londra'da yaşamış olup, sağdan direksiyonlu araç kullanma tecrübesine sahip olsa dahi.

1996'da, cep telefonu kullanımı yeni yeni başlamış durumda. Araç kullanırken cep telefonu ile konuşulması şirket tarafından yasaklanıyor. Bu yasak, şirketin bulunduğu tüm ülkelerde söz konusu. Araç kullanırken cep telefonu kullanımı henüz çoğu ülkede resmi olarak yasaklanmış değil. Fakat şirket, yerel mevzuata bakmıyor. Kendi çalışanını korumak için, iş güvenliğine uygun gördüğü yasağı kendisi uygulamaya sokuyor. İş nedeniyle gezdiğim ülkelerdeki şirket çalışanları yasalara bakmadan, şirketin aldığı karara uyuyorlar. Çalışanlar, "aslında kanun yasaklamıyor burada ama şirket yasakladığı için araçta cep telefonu kullanamıyoruz" diyorlar. İlgiyle izliyorum bana bunu söyleyenleri. Türkiye aklıma geliyor bir an. Bizde, mevzuatta yasak olmadığı için trafik polisi ceza yazmaz nasılsa denir ve kimse takmaz böyle bir yasağı diyorum kendi kendime konuşurken.

Şirketin çeşitli fabrikalarını geziyorum. En sık gittiğim ülke Lüksemburg. Fabrikada gürültü, toz yok. Kütüphanedeymişim hissine kapılıyorum fabrikanın içindeyken. Üretim yapılan yerlerde, bir koridorda yürür gibi yürüyor insan. Sağ ve sol yanımda birbiri ardınca dizili makinalar var. Her bir makinanın biraz ötesinde yere çizilmiş kalın çizgiler var. O çizgileri aşarak makinaların olduğu bölgelere girmemiz yasak. Makinaların arasındaki yürüyüş koridoru yaklaşık dört metre genişliğinde. Sağdaki ve soldaki çizgilerin ortasında yürüyünce, her iki yönde de yaklaşık olarak ikişer metrelik mesafeler söz konusu. Ayrıca, o çizgilerle makinalar arasında da geniş sayılabilecek mesafeler söz konusu. Buna rağmen, gömleğimin ikişer düğmesi açtırılarak kravatım gömleğin içine sokturuluyor ve gömlek düğmelerim kapattırılıyor. Ceketimin düğmeleri ayrıca iliklettiriliyor. Üzerine de, yine tüm düğmeleri iliklenmek koşuluyla bir iş önlüğü veriliyor. Makinaların arasındaki koridordan yürürken, kollarımı vücudumla 45 dereceden daha fazla açı yapacak şekilde açmamam söyleniyor. Kafamda baret ve ayrıca gözlükle üretim bantlarının olduğu bölgelere girebiliyorum.

Dünya'daki her fabrikada aynı güvenlik standartları söz konusu idi. Yüksek teknoloji ürünleri üretiliyordu. Fabrika ortamları dışında da alışkanlık geliştirmek için örneğin bir merdiven çıkılacağı zaman trabzan tutmak ve merdivenlerin sağından yukarı çıkmak zorunluluktu. Eğer birkaç kişi isek, tek sıra halinde, trabzanı tutarak merdivenleri sağ taraftan çıkardık. Üstelik, ofis ortamında.

Ofis ortamında, masada bir şey yemek ya da içmek yasaktı. Ofis sandalyesinde ergonomik olmayan bir pozisyonda oturmak yasaktı. Bilgisayar ekranının gözlerden belli bir mesafede açıyla durması zorunluydu. Önceden günü ve saati belli olmayan denetimlerle denetlenir, ofis kurallarına uymuyor isek, uyarılırdık.

Teknoloji üretmek de, kullanmak da bir kültür işi. Kurallar, mevzuat mükemmel bile olsa, uygulanmayınca bir anlamı yok.

13 Şubat 1997 günü, DİTAŞ'a ait bir tankerde, Türkiye'de yangın çıktı. Yangına müdahale eden itfaiye erleri yangına değil, suya dayanıklı tulumlarla göreve gittiler ve iki itfaiye eri öldü. Çalıştığım şirketin ürettiği yangına dayanıklı ürünler bizim itfaiye teşkilatına satılmıştı. Bu ürünleri test ortamlarında görmüştüm. İnsan boyunu aşan alevlerin içine bu kıyafetlerle girilebiliyor ve insanın derisinde bir hassasiyet dahi oluşmadan alevlerin içinden çıkılabiliyordu. Bu ürünler, yangına müdahale sırasında kullanılmadığı için iki insan ölmüştü. Neden mi kullanılmamıştı? Yangına doğrudan müdahale etmeyecek üst rütbeli yöneticilere dağıtılmıştı bu tulumlar çünkü. Diğerleri depolarda duruyordu. Dağıtılmamıştı. Büyüğe saygı duyar ya bizim toplum. Dolayısıyla, en iyi malzeme en büyük rütbelilere verilir. İşlev? Boşverin. Sonuç: iki insanın ölümü!

İnsanların yaşamlarını koruma altına almak, mevzuat kadar, denetleme kadar bir vicdan ve kültür işi. Vicdanın da mevzuatı olmaz. Kültür ve vicdan, uygulamada gösterir kendini. Cezai yaptırımların ağırlığı, esasen vicdansızlar içindir. Vicdan sahiplerinin mevzuata ihtiyacı olmaz zaten. Yukarıda örneği var. Yeteri kadar net anlatabildim sanırım.

Soma'da yüreğimiz dağlandı. Maden, fabrika, inşaat, v.s. hiç fark etmez. İnsan hayatının risk altında olduğu her koşul özel ele alınır, alınmalıdır. Soma faciasından hemen sonra sorduk bu kazalar Avrupa'da neden yok ya da çok az diye. Avrupa ile ilgili kişisel tecrübelerimi yazma ihtiyacı hissettim.

Ben, ne bir iş güvenliği uzmanıyım ne de iş hukukçusu. Fakat, profesyonel yaşamımda tehlikeli iş ortamlarında bulunmuş bir kişi olarak aktarmaya değer gördüğüm tecrübelerimi kaleme aldım. Neden Avrupa'da olmuyor sorusu canlandırdı aklımda yukarıda yazdıklarımı.

"Aslında şöyle yapmak lazım, biz esasen şuna uymalıyız, şöyle yapmalıyız" gibi lafları hiç sevmiyorum. Soma'dan önce çok kez uyarılar vardı benzeri vakaların Türkiye'ye anlattığı. Olmadı. Neden? Kafa yapısı uygun değil bunları anlamaya Türk siyasetinin ve iş kültürünün. İşin bu kısmı ile ilgili saatlerce konuşulabilir ama ben susayım. Tekmeler, tokatlar konuştu ve anlattı durumu zaten. Başka ilave edecek bir şeyim yok benim.

Ekonomi felsefesine ilişkin de kısa bir not düşelim. Özelleştirmeye karşı değilim. Fakat, bazı işler özelleştirilirken ülkenin iş ahlakı, iş adaleti, özelleştirilecek işin risk unsurları özel olarak incelenir. Dondurma fabrikası değil bu. Bir maden. Yer altına inen insanlardan söz ediyoruz. Piyasa etiği kanunlarla bile tesis edilemiyorsa, bekleyeceksiniz. Özelleştirmeyeceksiniz. Ahbap çavuş ekonomisi varsa ülkenizde, dikkatli olacaksınız da, ...

Boşverin!

Arda Tunca
(İstanbul, 23.0.2014)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Marshall Lerner Koşulu ve J Eğrisi

Son aylarda, kurlardaki yükselişin ihracat üzerinde yapacağı olumlu etkiden sıkça söz ediliyor. Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısında hızla değer kaybetmesinin Türkiye’nin ihracatına çok olumlu katkı yapacağı dile getiriliyor. Kurlarda görülen yükselişlerin ihracat üzerinde olumlu etkiler yapacağı doğrudur. Ancak, ihracatın sağlayacağı kaynak girişini net olarak görebilmek için ithalat cephesine de bakmak zorundayız. Yani, ihracat artışının bir ülkenin üretim yapısı nedeniyle ithalatı ivmeleyip ivmelemediğini görmek zorundayız. Aksi takdirde, yabancı para cinsinden gelir tarafına bakarken, bu geliri elde etmenin üretim yapısı nedeniyle yol açma olasılığı olan gider tarafına bakmamış oluruz. Her ne kadar ithalat, gelişmiş ülke ekonomilerinde bir kaynak çıkışıysa da, gelişmekte olan ülkelerde büyümenin fonksiyonu olabilmektedir. Diğer bir ifadeyle, gelişmekte olan pek çok ülkenin üretim yapıları nedeniyle ithalat yapmadan büyümeye geçemediği vakalar bulunmaktadır. İhracatın ye