Ana içeriğe atla

Demir Ökçe

1984 yılının yaz aylarıydı Jack London'un Demir Ökçe'sini (The Iron Heel) okuduğumda. Kitabın içindeki konular öylesine ilgimi çekmiş ve işçi sınıfının işveren sınıfı ile mücadelesine odaklanmama sebep olmuştu ki, üzerinde derin derin düşüneceğim konular açılmıştı kafamda.

Romanda okuduğum sınıf mücadelesinin aslında asla çözülemeyecek bir çelişki olduğu kanaatine vardığımı çok iyi hatırlıyorum. Fakat, kitabın içindekiler beni sadece bir roman olmanın çok ötesinde etkilemişti. 13 yaşında olmanın verdiği tecrübesizlikler ve henüz kafamda hiç yer edememiş bazı kavramlar nedeniyle babama ve anneme evde sıkça sorular sorup durduğumu hatırlıyorum. Ancak, sorduğum en can alıcı soru, kitapta anlatılanlarla ilgilenmek için hangi mesleği seçmem gerektiği olmuştu.

O zamanlar, İstanbul Teknik Üniversitesi İşletme Fakültesi'nde öğretim üyesi olan babam en iyi kaynağımdı. İlk iktisat dersimi, bir yemek sofrasında iken kendisinden aldığımı çok iyi hatırlıyorum. O anda bana son derece soyut gelen kavramları anlamaya çalıştığım ama bir türlü işin içinden çıkamadığım da hafızamda yer etmiş durumda. Uzunca bir zaman bu konulara odaklandığım ve sosyal siyaset ile ilgili konularda her gördüğüm kitabı, gazete makalesini okumaya kalkıştığım da yine hafızamda.

1980'lerin ortalarında, 12 Eylül ihtilalini görmüş, o yıllarda trafiğe açık olan İstiklal Caddesi'ne Tünel tarafından girerken önümüzde patlayan bombalı pankartın korkusunu yaşamış, Gorbachev'in SSCB'de yaratacağı kuvvetle muhtemel değişiklikleri aile içindeki tartışmalardan dinlemiş olarak sosyal konulara artan bir ilgimin olduğuna inanmaya başlamış ve Demir Ökçe ile başlayan maceram, iktisat okumaya karar vermemle sonuçlanmıştı. Ardından Upton Sinclair'in Chicago Mezbahaları (The Jungle), ilerleyen yıllarda Glasnost ve Perestroika üzerine okuduğum kitaplar belli bir formasyona ulaştırmıştı beni.

Kararı vermemde hiç kimsenin etkisi olmamıştı. Babam da iktisat okuyarak çok da doğru bir iş yapmayacağımı, mühendislik okuyup işletme masteri yapmamın çok daha faydalı olacağını söylemekteydi. Bu fikir bir ara aklımı çok kurcaladı ama sonuç değişmedi. Böylece, her ikimiz de Kabataş Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu olarak buluverdik kendimizi. Üstelik, böyle bir sonuç oluşmaması için babamın tüm çabalarına rağmen.

Ben iktisat okudum. Çocukluğum sürekli üniversite kampüslerinde geçtiği için, akademik bakış açılarından oluşan bir damar da belirdi zaman içinde beynimin bir yerlerinde. Annemin hukuk bürosuna da çok giderdim ama o ortamdan hiç etkilenmedim. İşin içinde matematik ve edebiyat yoksa ben de yokum diyordum. Oysa hukuk, içinde matematiksel bir kurgu olmasına rağmen matematiğin kendisini yaşatmıyordu ve bu yönüyle bana cazip gelmiyordu. Ayrıca, içinde izale-i şuyu, zilyedlik, ecrimisil, Sicilli Kavanin gibi kelimeler geçen bir işi yapmak istemiyordum. Adliyelerde sıra sıra dosyalar ve o dosyaların arasında sigara içen kalem memurlarını gördükçe hukuk okumaktan kesinlikle kaçmam gerektiği fikrine kapılmıştım. Yanıldığım fikirlere de sahip olduğumu tespit etmeme rağmen, hiçbir zaman pişman olmadım bu kararımdan.

Üniversite yıllarında, İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nde koristlik yaparken konservatuar okumak da düştü bir ara aklıma ama aileden hiç kimse profesyonel olarak sanatla ilgilenmemiş olduğu için destek alamam ileride diye düşündüm. Konservatuar fikrinden vaz geçtim. Bu fikrimin de son derece yanlış olduğunu düşündüm sonradan ama yine de çok daraldığım zamanlardaki ruh halimin anlık tezahürleri dışında pişmanlık hissine kapılmadım.

Şimdi, yukarıda yazdıklarım birer anı olarak kaldı. Bugün, bazen yemek sofrasında, bazen kahve ya da içki içerken sohbete dalıyoruz babamla. Konumuz hep ekonomi olmuyor tabii ki ama ekonomiye sıkça giriyoruz haliyle. Çok küçük yaşlarımda, babamın ne yaptığını merak edip dizlerinin üzerine oturur, yazıp çizdiklerini anlamaya çalışırdım. Önünde sıra sıra kitaplar, sadece çalışma lambasının ışığı, masasının üzerindeki asma kütüphanesi, cigarası ve kendimin hallerini hatırlıyorum o zamanlardan.

Demir Ökçe unutulur gibi değil yaşamımda.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Marshall Lerner Koşulu ve J Eğrisi

Son aylarda, kurlardaki yükselişin ihracat üzerinde yapacağı olumlu etkiden sıkça söz ediliyor. Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısında hızla değer kaybetmesinin Türkiye’nin ihracatına çok olumlu katkı yapacağı dile getiriliyor. Kurlarda görülen yükselişlerin ihracat üzerinde olumlu etkiler yapacağı doğrudur. Ancak, ihracatın sağlayacağı kaynak girişini net olarak görebilmek için ithalat cephesine de bakmak zorundayız. Yani, ihracat artışının bir ülkenin üretim yapısı nedeniyle ithalatı ivmeleyip ivmelemediğini görmek zorundayız. Aksi takdirde, yabancı para cinsinden gelir tarafına bakarken, bu geliri elde etmenin üretim yapısı nedeniyle yol açma olasılığı olan gider tarafına bakmamış oluruz. Her ne kadar ithalat, gelişmiş ülke ekonomilerinde bir kaynak çıkışıysa da, gelişmekte olan ülkelerde büyümenin fonksiyonu olabilmektedir. Diğer bir ifadeyle, gelişmekte olan pek çok ülkenin üretim yapıları nedeniyle ithalat yapmadan büyümeye geçemediği vakalar bulunmaktadır. İhracatın ye