Hepimizin
hayatlarında, geçmişinde derin hikayelerimiz vardır. Bazılarını tek başına
yaşar, anlatır dururuz etrafa sonra. Bazıları ise ailelerimizin içinde nesilden
nesile anlatılır durur. Bizim Türk aile geleneğinde sürekli anıları anlatmak
vardır ama yazmak yoktur. Batı toplumlarında, sayısı önemsenecek kadar fazla
olan pekçok ailede yazılı anılar, günlükler, hatıratlar vardır. O yazılı
metinlere daldığınızda bazen kendinizden birşeyler bulursunuz. Size günün
koşullarında hiç ilginç ya da yeteri kadar heyecan verici gelmeyen pekçok şeyin
aslında yıllar sonra, sadece zamanın değişimiyle ne kadar ilginç bir hal
aldığına şaşar durursunuz. Bazen, yaşadığım hiçbir şeyin tarihsel bir özelliği
olmadığından yakınırım. Çok kuru hikayeler gibi gelir günlük hayatımda
yaşadıklarım. Ama, ne zaman ki başka insanların anılarını okurum, o zaman bugün
yaşadıklarımı ileride anlatmanın ilginçliği ve heyecanı sarar kalbimi. İşte,
böyle bir aile hikayesini yıllar önce okudum babamın kaleminden. Babaannesini
anlatmış.
Babamın babaannesi ama benim hitap şeklimle Dedede. Gördüm çünkü babamın babaannesini. 1975'te, ben 4 yaşındayken vefat etti. Benim babaannem Ayşe Tunca ve dedem Orhan Tunca İstanbul'da Yeşilyurt semtinde otururlardı. Hemen yanlarındaki küçük bir müstakil evde yaşardı Dedede. Anormal titizdi. Evine girebilen tek kişi bendim. Muazzam bir ayrıcalıktı benim o eve girebilmem. Dedemin annesi diye dede kelimesine bir "de" ekleyerek bir üst nesili kendimce tanımlayabildiğimi düşünerek Dedede demişim çocuk aklımla kendisine. Fakat, neden sadece benim o eve girebilip de kimsenin giremediğini hiç bilmezdim. Öyle ya, Dedede'nin evine gittiğimde benden başka kimse olmazdı. Benden başka hiç kimseyi hayal meyal de olsa hatırlamıyorum evin içinde misafir olarak. 1970'lerdeki 20 TL'lik banknotları hatırlayanlar bilirler banknotun kırmızı rengini. Arada bana harçlık verdiğinde illaki o kırmızı parayı alacağım diye tuttururdum. Çok küçük yaşıma rağmen hatırlıyorum. Elini öptürdüğü zaman, ellerinin üzerinde iyice dışarı çıkmış kemiklerinin yüzüme dokunuşlarını bile hatırlıyorum. İlginç ama hatırlıyorum.
Babamın kaleminden işte Dedede'nin hikayesi:
"Keskin hatları, mavi gözleri, çıkık elmacık kemikleri, zayıf mı zayıf, ama en belirgin özelliği dirseğine kadar çatlamış elleri ve kolları ile titiz Makbule hanım. Babaannem. Babam rahmetli bir keresinde saymış evde Kırklareli’nde on beş musluk varmış. Korkardım O'ndan.
Alt katta geniş bir hol, sağda misafir odası. Temiz kırlentler sedirlerin üstünde, dantelli perdeler, minderler sakız gibi üstünde gazete kâğıtları, minderler kirlenmesin diye. Solda iç içe üç oda bir iki basamak merdivenle çıkılan. Perdeler hep kapalı. Yazın o sıcağında insanın içine yine de huzur veren garip bir loşluk ve serinlik.
Girişte sağdaki misafir odasının hemen arkasında bir koridor sağ tarafta büyük bahçeye çıkıyor. Tuvalet bu bahçede. Bu bahçede bir de havuz ve çamaşırhane var. Havuzu dedem yaptırmış. Tulumba ile su çekermiş depoya. Sonra salarmış suyu. Havuzun fıskiyesi varmış ve fıskiyenin üstünde zıplayan pinpon topları. Saat tam beşte fasıl başlarmış radyoda o zamanlar. Kırklareli’nde iki radyo varmış, biri dedemde. Açarmış fıskiyeyi, sonra da radyoyu. Başlarmış rakısını içmeye. Bahçede ağaçlar şeftali, dut, kayısı. Ön tarafa bakan bahçedeki ağaçlardan bir tanesinin fidanını babam Bursa’da Işıklar Askeri Lisesi'nde okurken, oradan getirmiş. Çok güzel bir şeftali ağacı. Şeftali gibi şeftaliler, tatlı mı tatlı. Ön taraftaki bahçede bir de veranda var. Dümdüz şap dökülmüş bir veranda. Korkardım babaannemden. Arkadaşım Ersan üç metre yükseklikteki bahçe duvarının arkasında sokakta beklerdi, ben şeftali ağacına çıkardım. Şeftalileri duvarın üstünden Ersan’a atardım. Ben yesem kızmayacak. Belki Ersan’la birlikte yiyeceğiz desem yine kızmayacak. Ama korkuyorum ya! Atardım şeftalileri duvarın üstünden. Ersan dışarıda tutardı, sonra beraber yerdik. Halamı çok az gördüm ama çok severdim onu. Çocukken konuşurlardı büyükler, güya birisini sevmiş, babaannem vermemiş halamı, o da çok, çok ilaç içmiş bir gece ve bir daha hiç uyanmamış. Neydi O'nu yaşamından ayıran? Hiçbir zaman öğrenmek mümkün olmadı.
Evin bir de üst katı vardı. Ahşap merdivenlerle çıkılır. Yukarıda geniş bir holün sağında ve solunda iki veya üç oda. Bir iki kez çıktım meraktan. Her çıkışımda babaannem “Haydi aşağıya” derdi. Niçin öyle derdi? Anıları mı vardı? Kimsenin karışmasını, karıştırmasını istemediği, bilmiyorum, ama öyle derdi, ben de inerdim aşağıya.
Dedem de subaymış. Zaten bu yüzden ne kadar savaş olduysa hepsine girmiş çıkmış. Balkan Harbi'nde, Birinci Dünya Savaşı'nda Bağdat’ta, Kurtuluş Savaşı'nda Arıburnu'nda, isyan sırasında hep savaşmış. Birkaç kez yaralanmış sonra Kırklareli’ne yerleşmiş havası sağlığına iyi geldiği için. Belki de rüzgâr sık, sık Balkanlardan esiyor diye…
Madalyası var “İstiklal Madalyası”, babam onu oğluma hediye etti. Ben madalyaya hiç sahip olamadım.
Bazen çok ısrar ederdim. Babaanneme anlatsana derdim, o da anlatırdı Diyar-ı Bekir’den Suruç’a nasıl gittiklerini, oradan da Bağdat’a. Babamın yüzündeki çıban izi de oradan hatıra imiş. Pislikten şark çıbanı çıkarmış. Kimbilir neler yaşamış babaannem. Titiz Makbule Hanım'ın oğlu pislikten şark çıbanı çıkarıyor. Olacak iş değil. Belki de koşullar onu titiz yapmıştır. Bilmem ki.
Cümle kapısının girişindeki üç basamak taş merdivenlerden birine bir çocuk işedi diye merdiven basamağını değiştirmiş babaannem. Neden? Neler geldi aklına kimbilir yaşadıklarından. Sonra Serencebey’e gelmiş akrabalarının yanına, büyükbabam yine savaşa gitmiş. Babam 5-6 yaşlarında imiş ilk kez bilinçli olarak babasını gördüğünde ve çok korkmuş, ağlamış. Pala bıyıklı asker üniformalı, omuzlardan sağdan sola, soldan sağa bele kadar inen fişeklikler, çok korkmuş kucaklamak istediğinde. Anlatırdı bazen gülerek, bazen gözleri dolu, dolu büyükbabam öldükten sonra. O çocukken silahtan korkan adam sonra topçu zabiti olmuş. Bir gün emekli olduktan sonra teğmen iken çalıştığı birliğe gitmişti. O gece hem içti, hem de ağladı. “Benim üzerine titrediğim, gözüm gibi baktığım toplarımın namlularından su boruları, oluklar yapmışlar” diye. Teknoloji tabii. Ama babam silahtan çocukken korkan babam, topları için böyle ağladı bir gece.
Şimdi düşünüyorum da, neler çekmiş o nesil. Dedem neler yaşamış. İki çocuğu ile babaannem, kocası sürekli savaşta olan o zamanların genç, çaresiz, ama güçlü olmak zorunda olan zabit karısı. Neler yaşamış babaannem. Belki de haklıydı titiz olmakta.
Zafer TUNCA"
Babamın babaannesi ama benim hitap şeklimle Dedede. Gördüm çünkü babamın babaannesini. 1975'te, ben 4 yaşındayken vefat etti. Benim babaannem Ayşe Tunca ve dedem Orhan Tunca İstanbul'da Yeşilyurt semtinde otururlardı. Hemen yanlarındaki küçük bir müstakil evde yaşardı Dedede. Anormal titizdi. Evine girebilen tek kişi bendim. Muazzam bir ayrıcalıktı benim o eve girebilmem. Dedemin annesi diye dede kelimesine bir "de" ekleyerek bir üst nesili kendimce tanımlayabildiğimi düşünerek Dedede demişim çocuk aklımla kendisine. Fakat, neden sadece benim o eve girebilip de kimsenin giremediğini hiç bilmezdim. Öyle ya, Dedede'nin evine gittiğimde benden başka kimse olmazdı. Benden başka hiç kimseyi hayal meyal de olsa hatırlamıyorum evin içinde misafir olarak. 1970'lerdeki 20 TL'lik banknotları hatırlayanlar bilirler banknotun kırmızı rengini. Arada bana harçlık verdiğinde illaki o kırmızı parayı alacağım diye tuttururdum. Çok küçük yaşıma rağmen hatırlıyorum. Elini öptürdüğü zaman, ellerinin üzerinde iyice dışarı çıkmış kemiklerinin yüzüme dokunuşlarını bile hatırlıyorum. İlginç ama hatırlıyorum.
Babamın kaleminden işte Dedede'nin hikayesi:
"Keskin hatları, mavi gözleri, çıkık elmacık kemikleri, zayıf mı zayıf, ama en belirgin özelliği dirseğine kadar çatlamış elleri ve kolları ile titiz Makbule hanım. Babaannem. Babam rahmetli bir keresinde saymış evde Kırklareli’nde on beş musluk varmış. Korkardım O'ndan.
Alt katta geniş bir hol, sağda misafir odası. Temiz kırlentler sedirlerin üstünde, dantelli perdeler, minderler sakız gibi üstünde gazete kâğıtları, minderler kirlenmesin diye. Solda iç içe üç oda bir iki basamak merdivenle çıkılan. Perdeler hep kapalı. Yazın o sıcağında insanın içine yine de huzur veren garip bir loşluk ve serinlik.
Girişte sağdaki misafir odasının hemen arkasında bir koridor sağ tarafta büyük bahçeye çıkıyor. Tuvalet bu bahçede. Bu bahçede bir de havuz ve çamaşırhane var. Havuzu dedem yaptırmış. Tulumba ile su çekermiş depoya. Sonra salarmış suyu. Havuzun fıskiyesi varmış ve fıskiyenin üstünde zıplayan pinpon topları. Saat tam beşte fasıl başlarmış radyoda o zamanlar. Kırklareli’nde iki radyo varmış, biri dedemde. Açarmış fıskiyeyi, sonra da radyoyu. Başlarmış rakısını içmeye. Bahçede ağaçlar şeftali, dut, kayısı. Ön tarafa bakan bahçedeki ağaçlardan bir tanesinin fidanını babam Bursa’da Işıklar Askeri Lisesi'nde okurken, oradan getirmiş. Çok güzel bir şeftali ağacı. Şeftali gibi şeftaliler, tatlı mı tatlı. Ön taraftaki bahçede bir de veranda var. Dümdüz şap dökülmüş bir veranda. Korkardım babaannemden. Arkadaşım Ersan üç metre yükseklikteki bahçe duvarının arkasında sokakta beklerdi, ben şeftali ağacına çıkardım. Şeftalileri duvarın üstünden Ersan’a atardım. Ben yesem kızmayacak. Belki Ersan’la birlikte yiyeceğiz desem yine kızmayacak. Ama korkuyorum ya! Atardım şeftalileri duvarın üstünden. Ersan dışarıda tutardı, sonra beraber yerdik. Halamı çok az gördüm ama çok severdim onu. Çocukken konuşurlardı büyükler, güya birisini sevmiş, babaannem vermemiş halamı, o da çok, çok ilaç içmiş bir gece ve bir daha hiç uyanmamış. Neydi O'nu yaşamından ayıran? Hiçbir zaman öğrenmek mümkün olmadı.
Evin bir de üst katı vardı. Ahşap merdivenlerle çıkılır. Yukarıda geniş bir holün sağında ve solunda iki veya üç oda. Bir iki kez çıktım meraktan. Her çıkışımda babaannem “Haydi aşağıya” derdi. Niçin öyle derdi? Anıları mı vardı? Kimsenin karışmasını, karıştırmasını istemediği, bilmiyorum, ama öyle derdi, ben de inerdim aşağıya.
Dedem de subaymış. Zaten bu yüzden ne kadar savaş olduysa hepsine girmiş çıkmış. Balkan Harbi'nde, Birinci Dünya Savaşı'nda Bağdat’ta, Kurtuluş Savaşı'nda Arıburnu'nda, isyan sırasında hep savaşmış. Birkaç kez yaralanmış sonra Kırklareli’ne yerleşmiş havası sağlığına iyi geldiği için. Belki de rüzgâr sık, sık Balkanlardan esiyor diye…
Madalyası var “İstiklal Madalyası”, babam onu oğluma hediye etti. Ben madalyaya hiç sahip olamadım.
Bazen çok ısrar ederdim. Babaanneme anlatsana derdim, o da anlatırdı Diyar-ı Bekir’den Suruç’a nasıl gittiklerini, oradan da Bağdat’a. Babamın yüzündeki çıban izi de oradan hatıra imiş. Pislikten şark çıbanı çıkarmış. Kimbilir neler yaşamış babaannem. Titiz Makbule Hanım'ın oğlu pislikten şark çıbanı çıkarıyor. Olacak iş değil. Belki de koşullar onu titiz yapmıştır. Bilmem ki.
Cümle kapısının girişindeki üç basamak taş merdivenlerden birine bir çocuk işedi diye merdiven basamağını değiştirmiş babaannem. Neden? Neler geldi aklına kimbilir yaşadıklarından. Sonra Serencebey’e gelmiş akrabalarının yanına, büyükbabam yine savaşa gitmiş. Babam 5-6 yaşlarında imiş ilk kez bilinçli olarak babasını gördüğünde ve çok korkmuş, ağlamış. Pala bıyıklı asker üniformalı, omuzlardan sağdan sola, soldan sağa bele kadar inen fişeklikler, çok korkmuş kucaklamak istediğinde. Anlatırdı bazen gülerek, bazen gözleri dolu, dolu büyükbabam öldükten sonra. O çocukken silahtan korkan adam sonra topçu zabiti olmuş. Bir gün emekli olduktan sonra teğmen iken çalıştığı birliğe gitmişti. O gece hem içti, hem de ağladı. “Benim üzerine titrediğim, gözüm gibi baktığım toplarımın namlularından su boruları, oluklar yapmışlar” diye. Teknoloji tabii. Ama babam silahtan çocukken korkan babam, topları için böyle ağladı bir gece.
Şimdi düşünüyorum da, neler çekmiş o nesil. Dedem neler yaşamış. İki çocuğu ile babaannem, kocası sürekli savaşta olan o zamanların genç, çaresiz, ama güçlü olmak zorunda olan zabit karısı. Neler yaşamış babaannem. Belki de haklıydı titiz olmakta.
Zafer TUNCA"
Yorumlar
Yorum Gönder