Ana içeriğe atla

Johan Gustaf Knut Wicksell

Her teoriyi üretildiği koşulları değerlendirerek irdelemeye çalışmak gerekir. İktisadi teoriler, geçmiş dönemlerin gelişmelerini açıklamak ya da geleceğe yönelik varsayımlar ortaya koymaya çalışmıyorsa, genel olarak üretildikleri dönemin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel koşullarını dikkate alarak çıkarsamalarda bulunmaya çalışırlar. Ancak, içinde geliştikleri dönemin koşullarına göre ortaya çıkarken, her dönemde kullanılabilecek kavramlar ve tanımlamalar üretirler. Böylece teorinin varsayımları, içinde bulunulan döneme göre belirlenirken, dönem değiştiğinde ve başka varsayımların kullanımı gerektiğinde kullanılabilecek kavramsal araçlar ve analiz metotları elde edilir.

Johan Gustaf Knut Wicksell, 1851-1926 yılları arasında yaşamıştır. İsveçli'dir. Neo-klasik, Keynesyen ve Monetarist okulların üyelerini özellikle etkilemiştir. Teorileri, yaşadığı dönemi dikkate almıştır ama kavramsal düzeyde yaptığı katkılarla, günümüz ekonomik gelişmeleri üzerine düşünürken Wicksell'i hatırlamak gerekiyor.

Wicksell, doğal faiz oranı ve parasal faiz oranı kavramlarını 1898 yılında yazdığı Interest and Prices adlı kitabında ele aldı. Doğal faiz oranını reel sektörde oluşan faiz oranı, parasal faiz oranını ise finansal piyasada oluşan faiz oranı olarak tanımladı. Doğal faiz oranı, reel sektördeki arz ve talebin dengelendiği noktada oluşan faiz oranıydı. Diğer bir ifadeyle, doğal faiz oranı sermayenin getiri oranıydı. Yani, karlılığı ifade ediyordu. Basitleştirecek olursak, bir girişimcinin iş yapmak için kullandığı sermayenin yüzdesel getirisiydi. Bu getiriyi, işletme diliyle ifade edecek olursak, gelir tablosu ve bilanço analizi ile bir işletmenin ortalama sermaye karlılığını bulabiliriz. Doğal faiz oranı, reel sektörde oluşan karlılıktı. Doğal faiz oranı kavramını, Neo-klasik iktisadın sermayenin marjinal verimliliği kavramına dayandırıyordu.

Parasal faiz oranı ise, tamamen finansal bir kavramdı ve finansal sistem dahilindeki borç alma-verme oranını ifade ediyordu. Parasal faiz oranında, reel sektördeki gibi üretim maliyetleri, satış fiyatları gibi mal ve hizmet piyasası unsurları yoktu. Ancak, kredi mekanizmasının kaynağında mevduat olduğu için, parasal faizin temelinde reel bir olgu yine de vardı. Mevduat, reel sektörde elde edilen getirinin, yani doğal faiz oranının bir yansıması ya da sonucuydu. Kredi mekanizmasının var olduğu bir düzende, mevduat-kredi döngüsünde kredi mekanizması para üretir. Wicksell, bu döngü içindeki para üretiminin ekonominin üzerinde bir peçe gibi durduğunu söylüyordu.

Reel ve parasal faktörler kavramlarından sonrası Wicksell, kümülatif süreç adını verdiği bir kavrama uzanıyordu. Kümülatif sürece giderken, miktar teorisinin M.V.=P.Y formülünü temel alıyordu Wicksell.

Kümülatif süreç kavramına göre, doğal faiz oranı ile parasal faiz oranı birbirine eşit olmuyor. Doğal faiz oranının parasal faiz oranından yüksek olması ekonomik gelişmeye sebep oluyor. Zira, yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde düşününce, doğal faiz oranının parasal faiz oranından yüksek olması reel sektördeki getiri oranının kredi mekanizmasındaki faizden daha cazip olmasıyla reel ekonomide yatırım yapmanın bir cazibesi söz konusu oluyor.

Reel ekonomide bir dengesizlik ortaya çıktığında, yani arzın talebi karşılayamaması gibi bir durumun ortaya çıkmasıyla para talebi artıyor. Ekonominin, tam istihdam koşullarında ya da o koşullara yakın olduğu bir durumda arz, talepteki artışa ayak uyduramıyor. Zira, işletme sahipleri ya da girişimcilerin sermaye malları taleplerini karşılayarak üretim kapasitesini teknik olarak kısa sürede artırabilmesi mümkün değil. Her yeni bir yatırımın talebi karşılayabilmesi için bir sürece ihtiyaç var. Dolayısıyla, talepte görülen artışla yeni kapasitelerin kurulması için geçen zaman arasında enflasyonist bir sürecin yaşanması kaçınılmaz oluyor. Ayrıca, yeni yatırımların kısa sürede yapılabildiği endüstrilerde, üretimi artırabilmek için gerekli işgücü talebi de işgücü maliyetlerini artırmak suretiyle üretim maliyetine yansıyacak ve yine nihai mal fiyatı üzerinde baskı oluşturacaktır. Çünkü, Wicksell’in modelinde ekonominin tam istihdam koşullarına yakın konumda olduğu varsayılmaktadır.

Yukarıdaki paragrafta anlatılanlar, tamamen reel ekonomi içinde meydana gelen gelişmelerin sonucunda ortaya çıkmış enflasyonist bir süreci anlatıyor. Yani, reel ekonominin kendi içinde meydana gelen endojen bir kavramdan söz etmiş oluyoruz. Bu nedenle Wicksell, toplam talebin toplam arzın üzerine çıkmasıyla oluşan bu dengesizliğin sonucu olan enflasyonu parasal değil, reel bir olgu olarak görüyor.

Wicksell'in kümülatif sürecini Neo-klasikler alıyorlar ve konjonktürel dalgalanmalar modellerinde kullanıyorlar. Zira, ortaya çıkan enflasyon olgusu, bir sonraki dönemde talep üzerinde etkiler yapacak, değişen talep koşullarıyla doğal faiz oranı değişecek, değişen doğal faiz oranı kredi mekanizmasındaki mevduat miktarını etkileyecek ve yeni bir tasarruf-yatırım dengesi ya da dengesizliği oluşacak.

Her yeni bir denge hali, reel ekonomiden ya da finansal ekonomiden kaynaklanan eksojen ya da endojen sebeplerle ya da siyasal, sosyal nedenlerle dönemsel değişimlere konu olacak ve bu dalgalanmaların iktisatta ayrı bir teorik açılımı olacak. Ayrıca, Monetaristler de konuya başka bir cepheden yaklaşacak ve reel ekonomiden kaynaklanan içsel sebepler yerine para politikaları cephesinden konuyu inceleyerek reel ekonomiye dışsal olarak bakan bazı unsurları modellerine dahil ederek başka çıkarsamalarda bulunacaklar. Yani, merkez bankalarının para politikaları uygulamaları denince de pekçok başka teoriyle beraber Wicksell ele alınacak.

Yazının başına dönelim şimdi. İktisadi teorilerin kendi dönemlerinin koşullarını ele alarak üretildiğinden söz etmiştim ama teorilerin geliştirdikleri kavramların uzun dönemde yeni varsayımlar altında kullanılabiliyor olduğunu dile getirmiştim. Wicksell'in kümülatif süreciyle biraz oynayalım ve günümüze adapte edelim.

Tam istihdama yakın olmadığımızı, teknolojik gelişmeler nedeniyle arzın talebe kısa sürede ayak uydurduğunu, işgücü piyasasının esnek olmadığını ve bu arada çeşitli nedenlerle bazı sektörlerde talepte bir canlanma yaşandığını varsayalım. Bu durumda da enflasyon yükselir mi? Bu sorunun cevabını bulmak değil amacım. Varsayımların dönemsel olarak değişebildiğini ama teorilerle ortaya atılan kavramların yaşadığını Wicksell üzerinden örnekleyebiliyoruz.

Bugünün dünyası Wicksell'inkinden çok farklı. Fakat, reel ekonomi ve finansal ekonomi kavramları yerinde duruyor. Bu iki çok temel piyasa arasında dikotomik bir durum ortaya çıkabiliyor. Merkez bankalarının para arzını belirlemesiyle, finansal sistemin "parasal faiz oranlarını" belirleyen unsurların bugün çok değişmiş olmasıyla, reel ekonomide teknolojik gelişmelerin "doğal faiz oranını" belirleyiş kanalları ve sermayenin marjinal getiri oranını değiştirici etkileriyle parametreler ve katsayıları değişiyor ama değişkenler artan ve azalan önemleri ve kendi aralarında zamanla yön değiştirebilen ilişkileriyle yerli yerinde duruyor.

Wicksell'in döneminde üniversitelerde ekonomi hocası olabilmek için hukuk okumak gerekiyordu. Dünya değişirken, iktisat da değişiyor ama iktisat değişirken, yeni gelişmelerde kullanılacak kavramlarını yaratıyor. Bugün, hem Wicksell’den faydalanıyoruz, hem de özellikle Schumpeter’in yaratıcı yıkım kavramından. Ancak, hep değişen ve gelişen koşullar altında.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Marshall Lerner Koşulu ve J Eğrisi

Son aylarda, kurlardaki yükselişin ihracat üzerinde yapacağı olumlu etkiden sıkça söz ediliyor. Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısında hızla değer kaybetmesinin Türkiye’nin ihracatına çok olumlu katkı yapacağı dile getiriliyor. Kurlarda görülen yükselişlerin ihracat üzerinde olumlu etkiler yapacağı doğrudur. Ancak, ihracatın sağlayacağı kaynak girişini net olarak görebilmek için ithalat cephesine de bakmak zorundayız. Yani, ihracat artışının bir ülkenin üretim yapısı nedeniyle ithalatı ivmeleyip ivmelemediğini görmek zorundayız. Aksi takdirde, yabancı para cinsinden gelir tarafına bakarken, bu geliri elde etmenin üretim yapısı nedeniyle yol açma olasılığı olan gider tarafına bakmamış oluruz. Her ne kadar ithalat, gelişmiş ülke ekonomilerinde bir kaynak çıkışıysa da, gelişmekte olan ülkelerde büyümenin fonksiyonu olabilmektedir. Diğer bir ifadeyle, gelişmekte olan pek çok ülkenin üretim yapıları nedeniyle ithalat yapmadan büyümeye geçemediği vakalar bulunmaktadır. İhracatın ye