Ana içeriğe atla

Dünyaya Covid-19 Öncesindeki Tarihi Perspektiften Bakmak

Covid-19 öncesi günlerde idik. Ekonomistlerle Sohbetler adlı bir kitabın çalışması sırasında, 2019'da notlar aldım. Dünya ekonomisine, Çin’e, çok farklı perspektiflerden küresel gelişmelere odaklandım. Aşağıdaki başlıklara ait konulara Covid-19 sonrasında göz atmanın ilginçliği şu: zaten ağır olan sorunların daha da ağırlaştığını görmek. Covid-19 ile çok şey değişti ama temel problemler değişmedi. Ağırlaşarak gündeme oturdular.

Covid-19 ile oluşan gündeme, Covid-19 öncesinden söyleşi formatında bakış:

Dünya Ekonomisi

Dünya ekonomisini son büyük globalleşme hareketinin başladığı 1980’lerin sonlarından itibaren analiz etmemiz gerekiyor. Bugünü ve geleceği daha iyi analiz etmek için bu tarihsel süreci gözden geçirmenin çok büyük bir önemi olduğunu düşünmekteyim. Kabaca, bir çeyrek asır diyebileceğimiz bir süre önce, tüm dünyanın serbest piyasa ekonomisini benimsediği bir evreye geçildi. Francis Fukuyama, “The End of History and the Last Man” adlı bir kitap yazarak, artık insanlığın serbest piyasa ekonomisine dayalı bir sistem üzerinde mutabık kaldığını ve bu sistemin hiçbir şekilde değişmeyeceğini ortaya attı. Kitabının başlığında “tarihin sonu” gibi bir ifade kullandı. Ardından, uluslararası ticaretin büyüdüğü ve iktisadın marjinalite kavramının güçlü bir şekilde devreye girdiği bir dönem başladı. Zira, Demir Perde’nin çökmesiyle beraber yepyeni ülke piyasaları uluslararası ekonomiye entegre olma çabasına girdi ve bu nedenle o ülkelerde çok sayıda sektörün geliştirilmesi gerekliliği ortaya çıktı. Çünkü, Demir Perde ülkelerinin her sektörün tedarik zincirlerinde katma değer üretebilecek alt sektörleri ve bu sektörlerin gelişimine olanak sağlayacak finansal piyasaları yoktu. Reel ve finansal sektörlerin geliştirilmeye başlamasıyla beraber doyum noktasına gelmiş ve marjinal getirinin yeni açılmakta olan piyasalara göre düşük kaldığı gelişmiş ekonomilerden yeni piyasalara bir yatırım akımı oluştu.

Yeni ülke piyasaları yeni bir ekonomik düzene geçerken, marjinal getirilerin de gelişmiş ülke yatırımcıları için cazip olduğu bir ekonomik dünya ortaya çıktı. Çin’in yükselişiyle ilgili potansiyel, 1990’larda yazılan pek çok kitaba konu oldu. Rusya ve Doğu Avrupa ülkeleri de globalleşen dünyanın önemli aktörleri oldular. Doğu Avrupa, AB ve Euro Bölgesi çerçevesinde ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konu başlığı halini aldı. Doğu Avrupa ülkeleri, AB’nin içine entegre olmaya çalışırken, AB yapısının bir alt katmanında yer alan Euro Bölgesi, önce küreselleşmenin önemli bir sonucu olarak algılandı, sonra da yapısal sorunlarıyla gündeme gelmeye başladı. Kısaca, uluslararası politika ve uluslararası ilişkiler daha fazla küresel ticareti destekleyen bir anlayışla yönetildi. Bu prensiple sorunu olan bir anlayış ya da düşünce akımı gündemde önemli bir yer tutmuyordu. Ancak, sürecin dönüm noktası 2008 krizi oldu.

Globalleşme sürecinde, ekonomi yönetimiyle ilgili olarak ihmal edilen bazı çok önemli prensipler 2008 krizinin hazırlayıcısı oldu. 2008 krizi, 1929 Buhranı sonrasındaki en büyük kriz olma özelliği ile Büyük Resesyon olarak adlandırıldı. Büyük Resesyon, globalleşme sürecinin yavaşlamasına ve hatta ardından korumacılık eğilimlerinin ortaya çıkmasına neden oldu. İhmal edilen en temel konu, deregülasyon kavramı altında piyasalardaki gelişmeleri ölçümlemenin zorlaşması oldu. Globalleşme sürecinde, finansal mühendislik kavramı altında çok sayıda karmaşık finansal ürün ortaya çıkmaya başladı. Bu ürünlerin finansal kurumların mali verilerinde yer almaması ve gölge bankacılık adı verilen bir sistemin ortaya çıkması finansal mühendislik kaynaklı ürünlerin yarattığı piyasa risklerinin yeteri kadar ölçümlenememesi ile sonuçlandı. Oysa risk unsurlarını azaltan ekonomi ve finans politikaları üretebilmek için ölçümlenebilir değişkenlere ihtiyaç vardır.

Globalleşmenin ihmal ettiği bir diğer konu, global ekonomik karar alma mekanizmalarına ilişkin kurumsal mimari idi. Globalleşme süreci öncesi kurulmuş olan pek çok uluslararası kuruluş globalleşmenin getirdiği yeniliklere ve global bakış açılarına ilişkin ortak karar alma mekanizmalarını devreye sokamadılar. Euro Bölgesinin de temel sorunu bu oldu. Tek para politikası ama Euro kullanan ülke sayısı kadar maliye politikası ile bu parasal alanı sağlıklı olarak yönetmek mümkün olamadı. Yönetsel açıdan asimetriler ve dengesizlikler içeren kurumsal karar mekanizmalarıyla global ekonomiyi yönetebilmek mümkün değildi.

Büyük Resesyon'un kaynağı gelişmiş ülkeler idi. Gelişmiş ülkelerin birbiriyle göreceli olarak daha entegre olmuş finansal piyasaları, bu ülkeler arasında krizin bulaşıcılık etkisini güçlü kıldı. Gelişmekte olan ülkelerin gelişmişlere göre daha az etkilendiği bu kriz, küresel gelir üretiminde gelişmekte olan ülkelere doğru bir ağırlık merkezi kayması yarattı. Gelişmekte olan ülkelerin satın alma gücü dikkate alınarak yapılan hesaplamalarda küresel gelir üretimindeki payları Asya Krizi’nin yaşandığı dönemde %49 iken, bugün %59’a ulaşmış durumda.

Globalleşme, yeni ortaya çıkan piyasalarda yeni sermaye sınıfları, büyüyen orta gelir sınıfı yaratırken, ABD’de ise bozulan bir gelir dağılımı yarattı. Euro Bölgesi, krizin yarattığı etkilerle para alanını ayakta tutmaya çalışırken, globalleşme sürecine 1990’lardaki desteğini veremedi. Sonuç itibarıyla, sürecin en önemli iki aktörünün sürece desteği zayıfladı ve hatta gelir adaletsizliğinin yarattığı memnuniyetsizlikle iktidara gelen Donald Trump, küresel ticarette ülkesinin uğradığı bazı haksızlıklarda haklı dahi olsa, uzlaşmacı olmayan tutumuyla korumacılık eğilimlerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu noktada, globalleşme sadece ABD ile mi oluyor ki ABD’nin tavrı bu kadar önemseniyor gibi yorumlar da okumaktayız. Ancak, globalleşmenin tetiklendiği noktanın ABD olduğu ve uzun yıllar ABD’nin önderliğinde geliştiğini unutmamak gerekir. Bu olgu ideolojik açıdan hoşnutluk ya da hoşnutsuzlukla karşılansa da ABD’nin desteğini çektiği bir global dünyada boşluğun nasıl doldurulacağı önemlidir. ABD’nin önemi, her şeyden önce Amerikan Doları’nın en güçlü rezerv para statüsünde olması gibi bir nedenden kaynaklanmaktadır.

Dünya ekonomisinin bugün geldiği noktada dikkat çekilmesi gereken çok önemli bir başlık bulunuyor: yüksek borçluluk. The Bank for International Settlements tarafından yapılan çalışmalara göre, küresel borçluluk, 2017 sonu itibarıyla dünya ülkelerinin gayrisafi yurt içi hâsıla toplamlarının %217’si seviyesinde idi. Bu oran, 2007’de yapılan hesaplamaların %20 oranında üzerinde. Sadece gelişmekte olan ülkelere baktığımızda ise %50 oranında üzerinde. Yani, küresel çaplı borçluluk artışı adeta bir hastalık halini almış durumda.

Küresel ekonominin bugün geldiği noktada, küreselleşme eğilimlerinin zayıfladığını görmekteyiz. Kürselleşmenin başını çeken ABD’nin uluslararası ticaret hacminin gayrisafi milli hasılaya oranı 2011 yılından bu yana düzenli olarak düşmektedir. Küreselleşmenin hem bir sonucu, hem de destekleyici bir unsuru olarak görülen teknoloji firmalarının özellikle ABD’de sermaye yoğunlaşmasına neden olduğunu ve rekabeti azaltıcı etkiler yarattığını izlemekteyiz. Benzer bir durum Avrupa için de söz konusudur.

Küresel ekonomi, ilerleyen yıllarda teknolojik gelişmelerin daha fazla şekil verdiği bir evrede olacaktır. Bu durum, küreselleşme olgusunu 20. yüzyılın başlarında olduğu gibi neredeyse tamamen yok olma noktasına getirmeyecektir. Ancak, uluslararası ilişkilerin bugünkü durumunun temelinde sosyal tercihlerin de önemli rolü olduğunu düşündüğümüzde, önümüzdeki on yıllarda sosyal olguların da teknolojiyle beraber giderek artan oranda ekonomik gelişmelere şekil vereceğini düşünüyorum. Kritik soru bence şu: Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” kavramı çerçevesinde kapitalizm nasıl evirilecek? Cevap, sayısız kitaba konu olacaktır.

Çin

Sözünü ettiğimiz ülke, tarih boyunca büyük öneme sahip olmuş bir ülke. Adam Smith, Ulusların Zenginliği’nde Çin’den özellikle söz ediyor. Çin’in tarımsal zenginliklerine atıfta bulunuyor. Ancak, Adam Smith’in dönemine ilişkin olarak merkantilist fikirlerin etkilerini de mutlaka göz önünde bulundurmak gerekiyor. Tarımsal zenginlikleri bu kadar yüksek seviyede olan Çin, Adam Smith’ten yaklaşık 200 yıl kadar sonra Mao Zedong’un 1958-62 yılları arasında uyguladığı İleriye Doğru Büyük Sıçrama (Great Leap Forward) programı milyonlarca insanın açlıktan ölümüne neden oluyor. Tarih boyunca önemli ve sert politik mücadelelere sürekli sahne olmuş ve 19. ve 20. yüzyılları olumsuz ekonomik koşullarda geçirmiş bir Çin var karşımızda. Bu kötü geçen uzun süreç, 1978 yılında Reform ve Dışa Açılma (Gaige Kaifang)  adı verilen reformlara götürüyor ülkeyi. Çin’in son 10 yıldaki yükselişinin temellerinde her ne kadar soğuk savaşın bitmesiyle başlayan süreç var gibi gözükse de, Çin’in bugünkü gelişimini iyi anlamak için 1978 yılına mutlaka dönmek gerekiyor.

1978’de hangi kararlar alındı da 1978-2018 arasında Dünya’nın yıllık ortalama büyüme oranı %2,0 iken, Çin’inki %9,5 oldu? 1978 yılında dünyanın ürettiği toplam gelir rakamı içinde Çin’in payı %1,8 iken, 2018’de %18,2’ye yükseldi. Bu verilerle beraber Çin’de 740 milyon insan fakirlikten çıktı ve orta gelir sınıfına dâhil oldu.

Çin, 1978 yılında piyasa prensiplerini ortaya koydu. O yıllarda, henüz Perestroika ve Glasnost yoktu. Önce, kolektif tarım politikasından çıkıldı. Ardından, serbest girişimciliğin önü açıldı. 1990’lara gelindiğinde, özelleştirmeler ve fiyat kontrollerinin, korumacı politikaların ortadan kaldırıldığı bir dönem geldi. Deng Xiaoping ve Jiang Zemin, bu reformlara sahip çıkan liderler oldular.

İlk sorunun içinde, marjinalite kavramının önemine vurgu yapmıştım. Yani, serbest piyasa ekonomisine ilk geçişte atılan her bir adımın sonuçlarının piyasa ekonomisinin ileri aşamalarında elde edilecek sonuçlara göre göreceli olarak çok daha yüksek olduğu bir dönem yaşandı. Yine ilk sorunun cevabında belirttiğim üzere, küreselleşmenin yönetilmesinde yapılan felsefi hatalar ve yönetsel asimetri, küresel ekonomi için özel önemi olan ülkelerin “ortak hareket edebilme” yeteneklerini zayıflattı. Bir yandan “önce Amerika”, diğer yandan "önce Çin” diyen ve aralarında ticaret savaşlarına girmiş dünyanın en büyük iki ekonomisi.

Çin ekonomisi, önemli atılımlar yaptı ama halen modern bir ekonomi niteliğine kavuştuğunu söyleyemeyiz. Bugün, toplam endüstriyel üretimin ancak %52’si özel sektör tarafından gerçekleştiriliyor. 1978 yılının reformları başlarken, özel sektörün payının sıfır olduğu düşünülürse, önemli bir yol kat edildiği düşünülebilir. Özel sektörün yıllık gayrı safi milli hasıla üretimindeki payı 2/3 düzeyinde. Ayrıca, üretilen her yeni 10 işin 8’i özel sektör kaynaklı. Ancak, Çin’in büyüme oranı 2007’deki seviyesinin yarısına düşmüş durumda ve bu gelişmeyi bertaraf etmek için kamu kesimi yatırımlarında artış söz konusu. Çin, son bir kaç yılda kabaca yıllık %7’lik büyüme seviyesinden %6’lık seviyeye doğru geriledi. Mevcut büyümenin verim artışı kaynaklı olma özelliği zayıflıyor. Sermaye, verimli alanlar yerine politik motivasyonla yönlendirilmiş alanlara kayma gösteriyor. Ülkede, her önemli atılımın mimarı kamu kesimi olarak görülüyor. Özel sektör ise, kamu kesiminin yaptıklarının ancak “tamamlayıcı bir unsuru” olarak algılanıyor. Ekonominin yönetim felsefesine ilişkin temel unsurlarda dahi birbiriyle yakınlığı olmayan görüşlerin sürekli çekişme halinde olması farklı fikirlerin yarattığı zenginlik yerine ilerlemenin önüne geçiyor. “Çekişme” ifadesini özellikle kullanıyorum. Zira, tartışmalar demokratik bir zeminde, ülkenin faydasına olacak projelere dönüştürülmesi niyetiyle değil, sürekli yönetimi ele geçirip kendi fikirlerini hâkim kılmak amacıyla gündemde yer buluyor. Politik ahlak zayıf ve kleptokrasi yaygın.

1978’den bu yana reform sürecine girmiş bir ülkenin ekonomi yönetimine ilişkin temel noktalarda bazı kararları vermiş olması gerekiyor. Xi yönetimi, 2012 yılında karma sahiplik modeliyle şirketlerin özel ve kamu tarafından sahip olunabileceği bir modele yöneldi. Bu planın adını da reform koydular. Süreç, bugün tersine çalışmış durumda. Plan, kamu şirketlerinin özel şirketleri satın almaya yöneldiği bir sürece evirildi. Oysa Çin, Baidu, Alibaba ve Tencent gibi şirketleri yaratabilmiş bir özel sektöre sahip.

Yukarıda dile getirdiğim yapı içinde, Çin’in yüksek borçluluğu önemli bir başlık. Borçluluk, hane halkının kullanılabilir gelirinin %110’una gelmiş durumda. Diğer önemli bir başlık da kötü regüle edilmiş ve bu nedenle de kontrolü neredeyse mümkün olmayan büyük bir gölge bankacılık sistemi.

Çin’in geleceği ile ilgili en önemli riskler, düşen büyüme performansı nedeniyle kurumlar vergisinin düşürülmesiyle kamu açıklarında olumsuzluk ortaya çıkması ve gölge bankacılık sistemi üzerinde zaten zayıf olan kontrol mekanizmalarının daha da zayıflatılmasıdır.

ABD’nin Ekonomi Politikaları

ABD ekonomisinin maliye politikası tarafında Cumhuriyetçiler'in genişleyici, Demokratlar'ın ekonominin gerekliliklerine göre dengeleyici politikaları arasında sürekli gidip gelen bir yapısı var. Demokrat Clinton döneminde bütçe fazlası veren ABD, Cumhuriyetçi Bush döneminde bu fazlayı tüketecek eğilimlere girdi. Demokrat Obama döneminde, bütçeyi zorlayan küresel askeri müdahalelerden uzaklaşan ve ülke içinde sağlıkla ilgili politikalara ağırlık veren bir politika anlayışı benimsendi. Trump döneminde ise, vergi indirimleri ile yeniden genişleyici bir maliye politikasına yönelindi. Bu politikanın ABD’yi getirdiği nokta, gayrisafi milli hasılaya oranı %6’ya yaklaşan bir bütçe açığı ile karşı karşıya kalmış olmaktır. Böyle bir açık, ya savaş ya da resesyondan çıkış dönemlerinde görülebilecek bir seviyeyi ifade etmektedir.

Para politikası tarafında ise, küresel yükümlülükleri olan bir ABD var karşımızda. Özellikle 2008 krizi sonrasında, Amerikan merkez bankası Fed’in her yeni politika hamlesi dikkatle izlendi. Fed, ABD’nin ekonomik çıkarlarını gözetirken, küresel ekonominin de çıkarlarını gözetmek zorunda kaldı. Çünkü, 2008 sonrasında ortaya çıkan küresel ekonomik gelişmeler, yeni dengeleri küresel boyutta kurmayı gerekli kıldı. ABD, içerideki büyüme, enflasyon ve işsizlik dengelerini uluslararası ticaretin Fed’in kararlarıyla ne ölçüde etkileneceğini de hesaba katarak kurmak zorundaydı. Bu süreci ABD, çok başarılı bir şekilde yönetti. Dünya ekonomisinin büyük ölçekli gelir üretme noktalarını ABD, Avrupa Birliği, Çin, Japonya ve gelişmekte olan ülkeler olarak sınıflayacak olursak, 2008 krizi sonrasından en başarılı şekilde çıkan ülkenin ABD olduğunu söyleyebiliriz.

ABD, sürdürülebilir bir büyüme patikasına oturmuş durumda. 2009’dan 2018 sonuna kadar yıllık bazda aralıksız olarak büyüyen bir ABD ekonomisi var. Fakat tarihsel süreç analiz edildiğinde, ABD’nin daha ne kadarlık süre için büyümeye devam edeceği istatistikî bir merak konusu. Ayrıca, Fed’in 2008 krizi sonrası uyguladığı sıfır faiz politikası (ZIRP) ve parasal genişleme (QE) sürecinden çıkıp 2018’de 4 kez faiz artırımına gitmiş olması, faiz artırımlarının bundan sonraki seyri hakkında spekülasyon yapılmasına yol açıyor. Büyüme performansı olumlu ve Fed’in fiyat istikrarını sağlama misyonun yanında 1977’de üzerine aldığı başka bir sorumluluk daha var: işgücü piyasası. Fed’in sıfır faiz politikasına karşı enflasyonun yükselme yönünde tepki vermesi uzunca bir zaman almıştı. Şimdi, Fed’in hedeflediği seviyelerde seyrediyor. Ayrıca, işsizlik düzeyi de son derece düşük seviyelere gerilemiş durumda. Hatta, tarihi düşük seviyelerinde seyrediyor. Fed için uzunca bir süre faiz politikasını belirlemekte en zorlayıcı alan ücretler genel düzeyi olmuştu. İşsizlik oranında önemli düşüşler kaydedilmesine rağmen, ücretler genel düzeyinde beklenen yükselişler kaydedilemedi. Ücretlerdeki bu inelastik durum, ABD ekonomisinin verimliliği ve işgücü piyasası esneklikleri konularında sonuçları çok zor alınan araştırmaların yapılmasına neden oldu. Görüldü ki, ABD ekonomisi 1990’lardaki verimliliğini kaybetmiş ve aynı zamanda işgücü piyasasında yapısal değişimler yaşanmış. Yani, tam zamanlı işlerden yarı zamanlı işlere ve kalıcı işlerden geçici işlere doğru önemli kaymalar baş göstermiş. Verimlilik düşüşü ve işgücü piyasasında görülen yapısal değişikliğin sonucu olarak Fed, para politikasına yeniden şekil vereceği noktayı belirlemekte zorlandı. Bu nedenle, büyüme, işsizlik ve ücretlerin geldiği düzeyler faiz artırımlarına olanak tanıyınca, dünyanın da ekonomik gelişmelerini dikkate alarak faiz artırımlarına başladı.

ABD’nin bundan sonraki ekonomi politikaları temel olarak şu başlıklardan etkileniyor olacak:

·         2018 yılında düşürülen vergilerin büyümeye yaptığı etkilerin zayıflamasıyla ortaya çıkan büyüme performansı.

·         Çin ile ticaret savaşları ve Çin’de zaten var olan bir yavaşlama süreci.

·         Gelişmekte olan ülkelerin Fed’in faiz artırımlarıyla karşılaşacakları borçluluk artışıyla düşmesi beklenen büyüme oranları.

·         Euro Bölgesi’nin performansı.

Fed, faiz politikasında yaptığı değişikliklerin küresel ekonomi üzerindeki etkilerini bir kaç temel kanal üzerinden izliyor: diğer ülkelerin döviz kurları, ticaret hacimleri ve finansal piyasalar. Matteo Iacoviello ve Gaston Navarro’nun ortaklaşa yazdığı bir makale tarihsel açıdan tüm bu etkilere dair önemli bulgular ortaya koyuyor.

ABD ekonomisi, tarihinin bu en uzun büyüme patikasında iken ve küresel olumsuzlukları da artırıcı yönde politikalar izleyecek olursa, kendi ekonomisini resesyona sokacak adımlar atmış olacak.

Yapay Zekâ ve Robotların Olası Ekonomik Etkileri

Robotların rolünün giderek arttığı bir dünyada insanlık günlük hayatını daha kolay yönetecekmiş gibi bir algı var. Fakat karanlık fabrikalardan, insansız üretimden söz edilen bir dünyanın ekonomi açısından ürkütücü yönleri söz konusu. Bu konuda daha teknik nitelikli görüşlerimi endüstri 4.0 ile ilgili soruda, aşağıda ortaya koyuyorum ama bu başlık altında daha sosyal noktalara vurgu yapmak isterim. Konunun talep boyutu, satın alma gücü boyutu önemli. Ekonomide talebi, arkasında satın alma gücü olan tüketim arzusu olarak tanımlarız. Yani, satın alma gücü yoksa, bir mal ya da hizmeti satın almak istemek ekonomide talep olarak tanımlanamaz. Şimdi, insanların üretimde bu kadar devre dışı kaldığı ya da kalacağı düşünülen bir dünyada tüketimi kim yapacak? Sermaye, ürettiği ürünleri satacağı yeterli kitleyi bulamazsa kim için üretim yapılacak? Ekonomi insan için var olan bir mekanizma olmaktan çıkarsa, kapitalizm nasıl bir evreye girer? Kapitalizmin yaşayacağı büyük bir tıkanma, bir zaman sonra bir sistem değişikliği konusunu gündeme getirecek küresel boyutlu sosyal dalgalanmaları beraberinde getirebilir mi? Burada soruları soruyorum ve tarihten bir örnek vermek istiyorum ve daha teknik yorumlarımı endüstri 4.0 başlığına bırakmak istiyorum.

Charles Booth adlı bir iş adamı, 19. yüzyılın sonlarında Londra’da çalışan işçi sınıfının ekonomik ve sosyal koşulları üzerine bir çalışma yapar. Çalışmanın ortaya koyduğu sonuçları değerlendirerek işçi sınıfının alım gücünü düzeltecek bir sosyal kredi mekanizmasının hayata geçirilmesi gerektiği fikrini ortaya atar. Fikrin temelinde, kapitalist sistem içinde üretilen ürünleri satın alabilecek bir tüketici kesiminin oluşmadığı tespiti bulunmaktadır.

Tarihten yola çıkarak, Charles Booth adlı iş adamının ortaya attığı fikri düşünürsek, mevcut ya da boyutları büyüyeceği düşünülen problemin yeni olmadığını görüyoruz. Fakat, yine aşağıdaki endüstri 4.0 ile ilgili başlıkta ele aldığım üzere, teknolojik değişimlerin sürati baş döndürücü bir hal aldı. Teknolojiye dayalı ürünlerin raf ömrü neredeyse saat bazında değerlendirilir hale geldi.

Unutmayalım ki milli gelir, tüketim, yatırım ve kamu harcamalarından oluşuyor. Bu harcama gruplarının her biri birbiriyle etkileşimde. Tüketimin ağır yara aldığı bir ekonomide yapılacak yatırım ve kamu harcamaları nereye kadar bir ekonomiyi ayakta tutmaya yetebilir?

Robotların insanı süratle devre dışı bırakmaya başladığı bir dünyada iki önemli kişiye atıfta bulunmak istiyorum: “Small is Beautiful” adlı eseriyle E. F. Schumacher ve “yaratıcı yıkım” kavramıyla J. A. Schumpeter.

Türkiye’nin 2050’deki Resmi

2050, düşünüldüğü ya da algılandığı kadar uzak bir zaman değil. Sadece 31 sene kaldı. Toplumların, ülkelerin yaşamında çok kısa sayılacak bir süre bu. 2050 dediğimiz zaman, Türkiye’nin ekonomik verilerinin niceliksel boyutuyla değil, niteliksel boyutuyla ilgilenmek zorundayız. Eğer ki, Türkiye’nin dünyadaki konumunu değiştirecek, kendisine eşik atlatacak gelişmeleri konuşacaksak – ki 2050 için bunları konuşmalıyız – verilerin arkasındaki niteliklere odaklanmalıyız. 31 yıl önce yıl 1988 idi. O yıldan bu yana Türkiye’de çok şey değişti ama dünyada da değişti. Türkiye’nin ekonomik olarak başka bir güç haline geldiğini söylemek mümkün mü? Biz herkesten farklı olarak ne yaptık? Gelirimiz arttı, globalleşen bir dünyada nüfusumuzun önemli bir bölümünün ekonomik aktivitedeki katılımı arttı. Ancak, biz sanayileşmeyi sanayileşme sürecini tamamlamadan terk ettik. Tarım ve hayvancılığı kaybettik. Büyük ölçüde dışa bağımlı bir ekonomi yarattık. Fakat çok yüksek büyüme kaydettiğimiz ve gelir artışı sağladığımız yıllar oldu. Büyüdük ama gelişmedik. Teknoloji yaratan bir ülke olamadık.

Geçmiş 31 yıla baktığımızda, gelecek 31 yıla niteliksel olarak uzanacak alanlara bakmak gerekiyor. Bunun da temelinde eğitim var. Niteliği ancak eğitimle artırabilirsiniz. Eğitim, uzun yıllar yatırım yaptığınız ve insan sermayesinin meyvelerini çok geç verdiği bir alan. Yeni bir nesil yaratıyorsunuz ve o nesilden size eşik atlatmasını bekliyorsunuz. Gelecek 31 yılda bunu başarabilecek miyiz? Bu soruya ben yanıt vermiyorum ve cevabı düşünmesi için okuyucuya bırakıyorum. Tarihe odaklanıp bazı sorularla düşünmeye sevk etmek istiyorum okuyucuyu.

Dünyanın gelişmiş olarak düşünülen ülkeleri 100 sene önce de niteliksel derecelendirmede bugünle hemen hemen aynı konumda mıydı? Örneğin, İngiltere, Fransa, Almanya. Peki, Brezilya, Arjantin, Çin hangi konumdaydı? Rakamlar değişti. Niceliksel değişim çok büyük ama niteliksel olarak sıralamada 2 ya da 3 basamak yer değişikliklerinin ötesine geçen kaç ülke var? Üstelik, 2-3 sıralık yer değişikliği de çok önemlidir. İstisnalar var elbette. Fakat nitelik olarak bakınca, konum açısından çok önemli yer/sıralama değişiklikleri var mı?

Türkiye’nin Orta Gelir Tuzağı Problemi

Türkiye’nin orta gelir tuzağına düşmüş olmasının temel nedeni, inovasyon yapamamasıdır, ekonomik yapısını dönüştürememesidir. Türkiye, sanayileşme sürecini tamamlamadan bu süreçten çıkmıştır. Bu nedenle de tanımı ve kategorizasyonu zor bir ekonomidir. Orta gelir tuzağı ile ilgili sorunun bir sonraki yapısal reformlara ilişkin soruyla beraber cevaplandırılması yerinde olur. Zira, her iki konu da birbiriyle doğrudan ilişkili. Orta gelir tuzağı, mevcut ekonomik yapınızda artık tıkandığınızı ve bu yapıyla daha müreffeh bir toplum yaratamayacağınızı anlatıyor. Bu tuzaktan kurtulmak hiç kolay değil. Dünya Bankası’nın bir çalışmasına göre, 1960’ta orta gelir düzeyinde bulunan 101 ülkenin sadece 13 tanesi 2008 itibarıyla yüksek gelir grubuna çıkmayı başarabilmiş.

Dünya genelinde, orta gelir düzeyinde yer alan nüfus özellikle Çin ve Hindistan’ın yüksek büyüme hızları nedeniyle son 2-3 tane 10’ar yıllık dönemlerde çok büyük artışlar kaydetti. Yapılan ampirik çalışmalar gösteriyor ki, kişi başına milli gelirdeki büyüme, kişi başına milli gelirin $10.000-$15.000 aralığına ulaştığı seviyelerde önemli ölçüde zayıflıyor. Çünkü, önceki hızlı büyüme döneminin kaynakları yeni bir atılıma izin vermiyor. Örneğin, hızlı büyümenin ilk aşamalarında, niteliksiz işgücünün büyümeye etkisi güçlü olabiliyorken, kişi başına $10.000-$15.000 aralığına geldiğinizde, ekonomik büyüme, ekonomiyi yönetenlerden başka şeyler talep etmeye başlıyor. Büyüme diyor ki, “benim daha iyi performans göstermemi istiyorsanız, beni güçlendirecek noktalara yatırım yapınız”. O aşamada, kişi başına gelirde bir sıçrama yapabilmek için artık niteliksiz işgücünü yeni alanlara transfer edemiyorsunuz. Çünkü katma değeri yükseltmeniz gereken bir aşamadasınız artık.

Kişi başına $10.000-$15.000’lık gelir aralığından kurtulabilmek için ekonominin dönüşmesi, yapısal bir evrim yaşaması gerekiyor. Bunun için de planlama yapmak ve kişi başına gelir henüz örneğin $7.000 aşamasındayken ekonominin $10.000-$15.000 aralığı sonrası için talep edeceği esnek işgücünü yaratmak zorundasınız. İnsan kaynağına ve eğitime yatırım olacak ki ekonomiyi yapısal olarak dönüştürecek niteliksel kaynaklar yaratılmış olsun.

Bu noktada, eğitim planlaması ile ilgili anlatmak istediğim x sayıda bilgisayar mühendisi, y sayıda doktor, z sayıda hukukçu yetiştirmek değil kastım. Dünya genelinde rekabetin nerede olacağını yıllar önceden öngöremeyebilirsiniz. Önemli olan, nitelikli işgücünü artırmak ve bu işgücünün kendi eğitim alanlarına yakın iş kollarında ara eğitimlerle çalışabilmesine olanak sağlayacak esnek eğitim programlarını geliştirmek. Sanırım, Türkiye bu yapıdan, planlamadan, eğitim kurumlarıyla kamu kesimi ve özel sektörün iş birliklerinden çok uzakta. Herkes çalışıyor ve hem de çok çalışıyor ama koordine olamamaktan dolayı verimsiz çalışıyor. Verimsiz çalışmayla orta gelir tuzağına takılmış bir Türkiye’nin bu eşiği aşabilmesi mümkün değil.

Düşük gelirden orta gelir grubuna yükseldikten sonra ve yüksek gelir grubuna çıkışta, insan kaynağının teknolojik yenilenmeleri göğüsleyebilecek niteliğe ulaşması lazım. Bu da yetmiyor. Yönetsel açıdan da farklı yapılanmalar gerekiyor. Orta gelir grubunda yer almak, düşük ücretli niteliksiz işgücü ile çalışan yerli endüstriler ile ülkenin artan satın alma gücünden faydalanmaya gelen yüksek gelirli ve nitelikli işgücüne dayalı yenilikçi yabancı endüstrilerin arasında kalmış olmak demek. Ülkeye sınıf atlatmak için nitelikli işgücü, teknoloji transferi ve farklı yönetsel yetenekler katmak gerekiyor.

Katma değer yaratmak için buluş yapmak da gerekmiyor. Toplumda, katma değer kavramından söz edildiği anda buluş yapılması gerektiği anlaşılıyor ama gerçekçi olmak lazım. Türkiye, bugünkü yapısıyla buluş yapamaz. Araştırma ve geliştirmenin iki temel yönü vardır: buluş yapmak ve/veya uygulamak. Önce iyi uygulayıcı olalım, sonra buluşa sıra gelir belki. Buluş yapmak hiç kolay değil ve toplumsal ve kurumsal hafızada büyük bir birikim oluşması gerekiyor. Araştırma ve geliştirmenin uygulama yönünü dahi iyi kullanabilmek için yine aynı şeylere ihtiyaç var: eğitim, teknoloji, yeniden tanımlanmış yönetsel yetenekler.

Yukarıda Çin’in yavaşlaması ile ilgili bazı satırlar yer alıyor. Büyümenin yarı yarıya düştüğünden söz ettik. Küreselleşmenin ilk aşamalarında iktisadın marjinalite kavramının çok güçlü çalıştığından ama zaman içinde bu kavramın o gücü kaybettiğini dile getirdim. Orta gelir tuzağı ile ilgili sözlerimi de bu çerçevede değerlendirince daha anlamlı geliyor mu?

Orta gelir tuzağı ile ilgili son olarak şunu da söylemek gerekiyor: orta gelir tuzağından kurtulmak serbest piyasa ekonomisinin tek başına yapacağı bir iş değil. Hükümetlerin liderliğinde endüstriyel bazlı mikro seviyeden makro seviyeye çıkan geliştirmelerin hayata geçirilmesi şart. Transformasyonun doğru sıra ile gerçekleştirilmesi, aşamaları çok önemli bir şart olarak karşımıza çıkıyor. Doğru sıralama ile geçişin gerçekleşmemesi, aşırı ölçüde sanayileşmeye ya da sanayileşmede yeterli olgunluğa gelinemeden sanayileşmeden çıkılması (immature deindustralization) ile dahi sonuçlanabilir. Yukarıda dile getirdiğim transformasyonu firma düzeyinde gerçekleştirebilmek, hayata geçirebilmek mümkün olabilir mi? Tarih, gereken örnekleri veriyor.

Türkiye’nin Yapısal Reform İhtiyacı

Yapısal bir dönüşüme şahit olmadığım için üzerinde fikir yürütebileceğim değişkenler setine sahip değilim. Fakat orta gelir tuzağına ilişkin soruda verdiğim cevaplar çerçevesinde yapılması gerekenleri sıralayabilirim. Orta gelir tuzağı ve yapısal reform konuları birbiriyle bir bütün ve birbirinden ayırmak mümkün değil.

Türkiye, öncelikle hükümetini, üniversitelerini, sektörel kuruluşlarını sektör bazında bir araya getirmek zorunda. Makro düzeyde uluslararası mukayeseli üstünlüklerimizin neler olduğunu hemen hemen biliyoruz. Fakat bunları sektör bazlı ortaya koymamız gerekiyor. Her sektör kendi tedarik zincirlerini masaya yatırarak hangi hammaddeyi ve aramalı iç piyasadan ya da yabancı ülkeden alıyor olduğunu analiz etmeli. Önemli olan, ithal edilen ürünlerin üretiminin Türkiye’de nasıl gerçekleştirileceğini tespit etmek. Söz konusu üretim için yeterli hammadde, insan ve teknolojik kaynaklara sahip olunup olunmadığı belirlenmeli. Tespit aşaması çok zor değil aslında. Ancak, tespitten sonra hangi aşamalarla hangi sürelerde hangi hedeflere ulaşılacağı çok önemli. Bunlar, ancak çeşitli meslek gruplarından profesyonellerin hükümet yetkilileriyle, sektör kuruluşlarıyla, girişimcilerle beraber çalışmasıyla mümkün olabilir. Seminer, sempozyum, inovasyon günleri, v.s. etkinliklerle yol alınamaz. Proje tarzına uygun olarak çalışılması gerekiyor.

Yapısal dönüşümde, hükümetin gerekli yasaların yapılması için hukuki alt yapıyı hazırlayacak liderliği yapması gerekiyor. Girişimcilerin gereken sermayeyi belirli teşviklerle harekete geçirmesi sürecin en kritik noktalarından birini oluşturuyor. Bir işletmenin doğru üretim, doğru teknoloji kullanımı ve yönetim yapabilmesi için de doğru insan kaynağına ihtiyaç var. Yine aynı noktaya varıyoruz kısaca: eğitim, teknoloji, yeniden tanımlanmış yönetsel yetenekler.

Umarım, bir gün Türkiye bu atılımları yapar. O zaman, orta gelir tuzağından da çıkılır, bu kadar yoğun cari açık ve döviz kuru konuşmaktan da kurtulur. Fakat, Dünya Bankası’nın çalışmasını burada da hatırlamakta fayda var: 1960’ta orta gelir düzeyinde bulunan 101 ülkenin sadece 13 tanesi 2008 itibarıyla yüksek gelir grubuna çıkmayı başarabilmiş. Yol, uzun ve sabır isteyen bir yol.

TCMB

TCMB’nin misyonu, parasal istikrarın sağlanması. Yani, TCMB’nin temel görevi enflasyonu kontrol altında tutmak. TCMB, enflasyonu kontrol altında tutmak için enflasyon hedeflemesi yapıyor, ancak hedefe yaklaşamıyor. Para politikasında zamanlama çok önemli bir unsur. Doğru politika aracını doğru zamanda kullanabilmenin hem teknik, hem de sanatsal yönü var. Fakat, TCMB’nin doğru zamanlama ile hareket ettiğine tanıklık edemiyoruz. Zamanlama hataları, parasal aktarım mekanizmaları adı verilen ekonomik değişkenler zincirinde yer alan değişkenlerin hedeflenen seviyelere ulaşmasını engelliyor. Burada, TCMB’nin sorumluluğu sadece enflasyon ile ilgili elbette ama unutulmamalı ki, para politikası çok sayıda reel değişkeni etkiliyor.

TCMB’nin bugün gördüğüm zamanlama hatalarıyla dolu politikalar uygulama noktasına gelmesinin en bariz örneği 2014 yılında görüldü. 21 Ocak 2014’te TCMB’nin bir Para Politikası Kurulu toplantısı gerçekleşti. O toplantı öncesinde TCMB, piyasaya bir gecede $3.9 milyar sürmüş ve yükselen kuru düşürememişti. 21 Ocak 2014 toplantısıyla faizi %7.75'ten %12'ye çıkarmak zorunda kalmıştı. Yine kurlarda yüksek oynaklık yaşanan 2018 yılı içinde de düşük puanlı faiz artırımı yapmak yerine, Eylül 2018’de 6.25 puanlık bir faiz artırımı ile faiz oranını %24 seviyesine taşımak zorunda kalmıştı.

Bir merkez bankasının faiz kararı kadar, "doğru zamanda" alınmış faiz kararı önemlidir. Basit bir örnek verecek olursak, kalp krizine ilk dakikalarda müdahale edilmesi önemlidir. Gecikmeyle gelen yüksek dozlu müdahalenin anlamı yoktur. Zamanlama, faizi yükseltirken de, indirirken de çok önemlidir.

TCMB, sürekli yaptığı zamanlama hataları nedeniyle dışa bağımlılığı yüksek olan üretim ve reel sektör sermaye yapısının kur üzerinden yüksek miktarlı hasar almasına neden oluyor. Yönetmekle sorumlu olduğu Türk Lirası’na yönelik politika araçlarını kullanmak yerine, döviz arzını artırıcı olan ama temel olmayan politika araçlarıyla kuru kontrol altına almaya çalışıp başarılı olamayınca, çok gecikmeli olarak yüksek oranlı faiz artırımları yapmak zorunda kalıyor. Bu defa, kur üzerinden ağır maliyetlerle karşı karşıya kalan özel sektör, ikinci evrede ağır bir finansman yüküyle de karşı karşıya kalıyor. Türkiye, son yıllarda, çeşitli dönemler itibarıyla bu kısır döngünün içine giriyor. Sonuçta, TCMB ne enflasyonu kontrol altına alabiliyor, ne de piyasalara (finansal ve reel) öngörülebilirlik unsurlarını artırıcı karar alma kolaylıkları sunuyor. Dolayısıyla, parasal aktarım mekanizmaları da makro ya da mikro ekonomik değişkenleri olumlu yönde etkileyecek bir sürece giremiyor.

TCMB’nin artık sürekli hale gelen zamanlama hataları, ekonominin önünü tıkayan bir hal almış durumda. Yapısal dönüşümü ve orta gelir tuzağından çıkışı da konuşamadığımız bir ortamda, uzun vadeli yatırımların yapılmadığı ve gelecekteki büyümenin kalitesine katkı sunacak bir alt yapının hazırlanamadığı bir süreci yaşatmaya çalışıyor Türkiye. Dolayısıyla, bankacılık sektörünün reel kesimi neredeyse sadece işletme sermayesi finansmanı anlamında beslediği, uzun vadeli proje finansmanı koşullarının konuşulmadığı bir ortamdayız. TCMB’nin bu yanlışları ne zaman ve nasıl düzelteceğine dair maalesef öngörülebilir bir tarih fikrimiz yok.

Türkiye’de Faiz-Enflasyon İlişkisi Yorumu

Faiz-enflasyon ilişkisi kamuoyunda zaman zaman gündeme geldiği için ayrı bir başlık altında tartışılması gereken bir konu halini aldı. Oysa bu ilişkinin mantığı çok net. Faiz oranının düşürülmesi, hane halklarının ve firmaların borçlanarak harcama yapmalarına olanak tanıyor. Harcamaların artması, talep kaynaklı fiyat atışlarının oranını yükseltiyor. Piyasada arz edilen mal ve hizmetlere talebin artması, arzın taleple aynı oranda artamaması durumunda fiyat artış oranında yükseliş olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim arzdaki artış, genel olarak talepteki artış kadar esnek cevap veremiyor talep artışına. Dolayısıyla, enflasyonda yükseliş gündeme geliyor. Yani faiz oranını düşürdüğünüzde, harcamaları tetikleyen bir borçlanma yaratmış oluyorsunuz. Faiz oranı artınca da borçlanma imkânı daraldığı için harcama artışı söz konusu olmuyor. Tam tersine, borçlanma azalıyor ve tasarruf sahipleri yükselen faiz oranlarından faydalanmak amacıyla harcamalarını erteleme ve tasarruflarını mevduat hesaplarında değerlendirmeye özendiriliyorlar. Bu nedenle, artan faiz oranı talep kaynaklı enflasyonun önüne geçiyor.

Konuyu firma cephesinden irdeleyecek olursak, akla şöyle bir soru gelebilir: firmalar, finansman giderlerini fiyatlarına yansıtmıyorlar mı? Dolayısıyla, artan faiz oranı nedeniyle enflasyonda hızlanma olmaz mı? Firmalar elbette finansal giderlerini satış fiyatlarına yansıtmak suretiyle enflasyon artışına sebep olabilirler. Ancak, piyasadaki talep elastikiyeti koşullarına göre finansman maliyetlerini satış fiyatlarına yansıtmakta son derece sınırlı olanaklara sahipler, çünkü satışta rekabet söz konusu. Ayrıca, artan faiz oranları nedeniyle üretim yapmak için yaptıkları borçlanmalar düşüyor. Zira yükselen faiz ortamında, tüketicilerin de borçlanma yoluyla talep artışı yaratmalarının önü kesildiği için firmaların da işletme sermayesini finanse etmek, diğer bir ifadeyle borçlanmak ve harcama yapmak yönündeki ihtiyaçları azalıyor. Sonuç itibarıyla, borçlanma maliyetlerinin tüketim ve üretim cephelerinde yarattığı harcama azaltıcı ya da artırıcı etkiler bir firmanın finansman maliyetlerini fiyatlarına yansıtmasının yanında çok daha güçlü. Bu nedenle, genel ekonomi kuralı şunu söylüyor: enflasyonu düşürmek için faiz oranını artırmak gerekiyor. Tercih büyümeden yana ise ve bir ülkenin arz esnekliği yüksek olduğu için enflasyonist eğilimlerin talep artışıyla çok güçlenmeyeceği düşünülüyorsa, faiz oranını düşürmekte çok daha serbest hareket etme şansınız var demektir.

İşletme sermayesi ve tüketimin borçlanma ile finanse edilmediği bir dünyada faiz-enflasyon ilişkisi yukarıda dile getirdiğim şekilde kurulamazdı. Fakat tarih boyunca ekonomi borç alanlar ve verenler arasındaki finansman dengeleri ile çalışıyor.

Türkiye’nin Bir Ekonomik Birlikte Yer Alma İhtiyacı

Türkiye’nin mutlaka Avrupa Birliği (AB) içinde yer alması gerektiğini düşünüyorum ama böyle bir gelişmenin gerçekleşmeyeceğini görebiliyorum. Bunun hem Türkiye, hem de AB adına çok sayıda olumsuzlukla dolu tarihsel bir süreci var. Bu süreçten bir AB üyeliği çıkamaz. Türkiye’nin coğrafi olarak AB dışında bir birliğe yakınlığı da yok. Ayrıca, yanlış kurgulanmış bir Euro Bölgesi ve genişlemede çok acele etmiş bir AB’nin kendi içinde yaşadığı sorunlar nedeniyle, Türkiye gibi büyük bir ülkeyi içine entegre edebilmesi de mümkün değil. Dolayısıyla, AB kapısı kapalı.

Her ne kadar zaman zaman birbirleriyle yakınlaşsalar da Rusya ve Çin gibi ülkelerin sürdürülebilir bir birlik oluşturabilmeleri pek mümkün gözükmüyor. Bu nedenle, Avrupa dışındaki alternatifler de yok gibi. Türkiye, bir birlik içinde yer alabilecek bir konumda değil. Ayrıca, dünyada da bu yönde yeni gelişmeler söz konusu değil. İşbirliklerinden çok ayrışmaların, ticaret savaşlarının, korumacılık eğilimlerinin güçlendiği bir dönemde dünya. Bu ortamda, içine dâhil olunacak bir birlik göremiyorum. Türkiye, bir birlik içinde olmaya çalışmak yerine kendi ekonomisini reforme edip çok sayıda ülke ile bire bir ticari ilişkilerini sıkılaştırmak durumunda. Mevcut dönem bunu gerektiriyor.

Endüstri 4.0

Endüstri 4.0, üretimin her aşamasında, tedarik zincirlerinde, bilgi ve iletişim teknolojilerinin üretimin aşamalarını entegre eden bir yapıya dönüşmesini ifade ediyor. Konu, 1965 tarihli Moore yasasına kadar uzanıyor. Gordon Moore, Intel firmasının kurucularından biri olarak çiplerin içinde yer alan transistörlerin her 2 yılda bir 2’ye katlanan bir güçle teknolojik gelişmeyi yaratacağını dile getirdi. Dijitalizasyonun gideceği boyutu anlattı. Nitekim Moore’un dile getirdiği gelişmelerle yeni bir endüstri devrimini tanımlayacak noktaya geldi insanlık. Öğrenen, birbirleriyle iletişimde olan makinelerin ortaya koyduğu teknoloji ile yeni bir üretim şekli ortaya çıktı. Gelişen teknolojiler insan yaşamına katkı sunan, yaşam kalitesinin düzeyini artıran gelişmeleri beraberinde getirdi.

Endüstri 4.0, iş modellerini, üretim teknolojilerini, işletme organizasyonlarını, organizasyonlardaki rol tanımlamalarını, yeni işlerin ortaya çıkma ya da bazı işlerin yok olma aşamalarını çok önemli boyutta etkileyen bir süreci ifade ediyor. Süreç, uzun zamandır çalışıyor ve aslında hiç de yeni bir gelişmeden söz etmiyoruz ama sürecin kavramsal tanımlaması Henning KagermannWolf Dieter Lukas ve Wolfgang Wahlster tarafından 2011’de Almanya’da yapıldı.

Bu süreçte en çok üzerinde durulan konu, teknolojinin insan faktörünü elemine etmesi oldu. Doğrusu, endüstri 4.0’ın istihdam konusunda ne gibi sonuçlar doğuracağını bazı istatistikî çalışmaların sonuçlarını okuyarak görebiliyoruz. Her işin makineler tarafından ele geçirilme olasılığını değerlendiren çalışmalar var. Buna göre, rutin ve düşük nitelikli işlerin makineler tarafından yapılabilmesi olasılığı çok yüksek düzeylerde. Bunun anlamı şu: üst düzeyde nitelik ve yaratıcılık isteyen işlerin makinelere devredilmesi olasılığı daha düşük. Ayrıca, endüstri 4.0 ile beraber ortaya yeni işler de çıkmakta ve çıkmaya devam edecek. Özellikle veri güvenliği ve veri analizi ile ilgili konularda çok sayıda iş sahası açılmakta. Dolayısıyla, endüstri 4.0 ile işgücünden beklenen niteliksel değişimi gözlemleyebiliyoruz. Yapılan bazı çalışmalar, teknolojinin ilerleyişinin yaratıcılık gerektiren işleri de zaman içinde elemine edeceğini söylüyor. Henüz bu noktada değil dünya, ya da yaygınlaşmış olarak bu noktada değil ama öyle gözüküyor ki bir gün buraya da gidecek.

Endüstri 4.0 ile beraber üretim yapılarında büyük değişimler yaşanırken firmalar için zaman içinde maliyet avantajları da ortaya çıkıyor. Makinelerin üretimin her aşamasında gerçekleştirdiği ölçümlemeler ve bu ölçümlemelerin sonuçlarını diğer makinelere aktararak veri transferi gerçekleştirmesiyle zaman kayıplarının azalması ve üretim firelerinin önemli boyutta düşürülmesi söz konusu olabiliyor. Yukarıda da belirttiğim üzere, ortaya çıkan ürünlerin insan yaşamına sunduğu katkı da çok büyük. Ancak, işin istihdam boyutunda geleceği görmekte zorlanıyorum ki, bu noktada gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ve az gelişmiş ülke ayrımının nasıl şekilleneceğini merak ediyorum.

Öncelikle, endüstri 4.0 ile büyük kitleler işsiz kalacaksa ve ekonomilerde satın alma gücü önemli ölçüde zayıflayacaksa, insan faktörünün bazı çalışmalarda öngörüldüğü ölçüde yok edildiği bir ekonomik düzenin sürdürülebilirliği olamaz. Geliri olmayan büyük kitleler satın alma gücüne sahip olamayacaksa, talep yetersizliği söz konusu olacak demektir ki böylesi bir durumun sosyal boyutlarını da düşündüğümüzde, başka bir ekonomik düzene geçişi bile konuşmak zorunda kalabiliriz bir gün.

Endüstri 4.0’ı en üst düzeyde kullanan ülkeler daha çok gelişmiş olanlar olacaktır. Endüstri 4.0’ın beraberinde getirdiği teknolojik değişimleri yönetenlere “iyi taklitçiler” eklenecektir. Bunlar, yeni teknolojileri kendilerine süratli adapte edebilen gelişmekte olan ülkeler olacaktır. Bu noktada, eğitim düzeyi ister istemez ön plana çıkıyor. Madem ki belli bir süre için yüksek düzeyde nitelik isteyen işler daha çok rağbet görecek ve rutine dayalı işler yok olacak, “iyi taklitçi” olmak için de iyi eğitime ihtiyaç var. Uluslararası alanda rekabet edebilmek için endüstri 4.0’ın getirdiği maliyet avantajlarından mutlaka faydalanılması gerekecektir. Bunun için de, nitelikli eğitim ile gerekli işgücünü üretimde devreye sokmak zorundasınız.

Türkiye, teknoloji üreten, yaratan bir ülke olmadığı için “iyi taklitçiler” kategorisinde yer almak durumunda. O en üst kategoriye çıkmak hiç kolay değil. Çok ama çok uzun uğraşlar sonucu onlarca yıl ve hatta yüzyıllık süreçlerde belki atlayabiliyorsunuz üst eşiklere. Bu nedenle, Türkiye’nin yaratıcı konumunda olması olası gözükmüyor ama eğitimde nitelik üzerine yatırım yaparak uluslararası rekabette söz sahibi olması gerekiyor.

İşsizlik Sorunu

Bu sorunun cevabı eskiden çok netti: büyümek gerekir. Artık bu cevap geçerliliğini yitirdi. Sadece büyüme ile işsizliğin önüne geçilemiyor. Elbette ki büyümenin çok önemli katkısı güçlü bir şekilde halen yerinde duruyor ama özellikle uluslararası rekabetin her dışa açık ekonomide giderek ağırlığını daha fazla hissettirdiği ekonomik koşullarda nitelik artışı kaynaklı ekonomik büyümenin işsizliği düşürmede çok daha etkin olmaya başladığı ortaya çıktı. Bunun için, pek çok gelişmiş ülkede dahi devlet ve özel sektör kapitalist sistemin öngördüğü gibi birbirlerinden uzaklaşmak değil, belli konularda yoğun işbirliği yapmak durumunda oldular. Nitelik artırıcı planlamalarda özel kesim devletle beraber gitmek zorunda. Planlama yapmak, mukayeseli üstünlükleri ortaya koymak ve ona göre ilerlemek gerekiyor. Vizyon yaratmak için bu işbirlikleri şart. Ne tek başına özel kesimin, ne de tek başına devletin bir anlamı var işsizliğin önüne geçecek önlemlerin alınmasında. İstihdam yaratan büyüme için sadece büyümek yeterli değil artık.

Yatırımcılar

Yatırımcılar, her içinde bulunulan konjonktüre göre hareket etmek durumundalar. Burada, ancak işin prensiplerinden söz edilebilir. Riski yayarak yatırım yapmak gerekiyor. Riskin nasıl yayılabileceği konusunda karar vermek de kolay değil. Gündemi iyi takip etmek ve konunun uzmanlarına başvurmak gerekiyor. Uzmanı da doğru seçmek önemli. Bunu nasıl yapmak mümkün? Bilemiyorum. Benim en zayıf olduğum alan bu aslında. Finansal okuryazarlık kavramı çok konuşulur oldu son dönemlerde. Temel ekonomi konularına hakim olmadan finansal okuryazarlık nasıl mümkün olur bilemiyorum. Yine temel bir prensip şu: en iyi fiyatla bir varlığı satın almak ve en iyi fiyatla satmak ancak bir tesadüf olabilir. Bu olası “en iyi” seviyeleri yakalamak hiç kolay değil. Yatırım da zaten böyle fazla spekülatif meraklarla yapılırsa, bunun adı yatırım değil kumar olur. Finans piyasaları “oyun oynama yeri” değil, yatırım yapma yeridir.

Ekonomist Adaylarına Tavsiyeler

Soruya soru ile karşılık vermek isterim. Her ekonomi okuyan öğrenci bir ekonomist adayı mı? Diş hekimliği bitirip diş tedavisi yapabiliyorsunuz, inşaat mühendisliği bitirip inşaat yapabiliyorsunuz ama ekonomi okuyunca ekonomist olmuyorsunuz. Ekonomi okuduktan sonra, ekonomist olmak için başka evrelerden geçmeniz gerekiyor. Bunu, ekonominin diğer dallardan daha zor olduğunu iddia ederek söylemiyorum. Ekonomi okumanın böyle bir özelliği olduğunu vurgulamak için dile getiriyorum ekonomi okumanın bu yönünü. Ekonomiye yakın bir daldan da örnek verelim. Örneğin, ekonomi okumayıp, sadece muhasebeye odaklanmış 2 yıllık bir eğitim alınca muhasebeci oluyorsunuz ve hemen mesleği icra edecek noktaya gelebiliyorsunuz. Fakat ekonominin böyle bir özelliği yok. Öğrencilerin bu noktanın bilincinde olması gerekiyor profesyonel yaşamla ilgili beklentilerini oluştururken.

Bugün, iktisadi ve idari bilimler okuyan öğrencilerin maalesef geleceğin gözde meslekleri arasında yerleri yok. Yalnız, uluslararası ilişkileri diğer iktisadi ve idari bilimler dallarından ayrı tutmak lazım. Maliye, çalışma ekonomisi, ekonometri, işletme gibi dallarda eğitim almak yerine ekonomi okumak çok daha mantıklı duruyor. Çünkü ekonomi, hepsini kapsıyor. Profesyonel yaşamın içinde, ekonomi eğitiminin öğrettiği bu alt dallara yönelmek mümkün. Neden 4 yıllık bir eğitimin tamamında çalışma ekonomisi alanına yönelsin bir öğrenci? Profesyonel yaşamın içinde bu alana rahatlıkla yönelebilir.

Mutlaka ekonomist olmak gibi bir niyeti olan bir öğrencinin “ekonomist” unvanıyla çalışacağı bir alana yönelmesi gerekiyor. Bunun dışındaki çalışma alanları, ekonomist olarak çalışmaya izin vermiyor.

Ekonomist olan bir kişinin sürekli diğer mesleklerin üyelerinden farklı olarak yapacakları bir şey yok aslında. Maalesef ki ekonomist olmak, tahmin yapmanın tüm zorluklarını içinde barındıran bir iş. Ekonomi, sadece ekonomi değil. Bilimsel tasnifte, sosyoloji var üzerinde. Psikoloji, matematik, politika, uluslararası ilişkiler gibi çok farklı alanlarla sürekli iletişim halinde ve tahmin edilmesi imkânsız gelişmelerle bütün öngörülerin yerle bir olabildiği bir zemin söz konusu. Ekonomi, sürekli olarak bir bilinmezlik tünelinde ilerlenen, tahminlerin sonuçları üzerine hep varsayımlarla yaklaşılan ve kesinlik arz eden sebep-sonuç ilişkilerini ortaya koymakta çok zorlanan bir dal. Bu nedenle, çok okumayı, her şeyden haberdar olmayı ve dolayısıyla inatçı bir takipçiliği gerektiren bir iş. Sürekli olarak, “acaba atladığım bir nokta kaldı mı” sorusunu sürekli sorduran ve insanı fazlasıyla şüpheci hale getiren bir profesyonel yaşam sunuyor ekonomist olmak. Böyle bir hayat, eğlenceli de gelebilir. Ben, işin bu yanından hep keyif aldım ama bu kadar varsayımsal konuşmayı gerektiren bir alanda, ekonomist olmayanlara bazı kavramları anlatmakta hep çok zorlandım. Profesyonel yaşamda, bu kadar bilinmezliğin getirdiği bir ortamda kararlar almak zorunda olmak, bazı riskleri de beraberinde getiriyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Marshall Lerner Koşulu ve J Eğrisi

Son aylarda, kurlardaki yükselişin ihracat üzerinde yapacağı olumlu etkiden sıkça söz ediliyor. Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısında hızla değer kaybetmesinin Türkiye’nin ihracatına çok olumlu katkı yapacağı dile getiriliyor. Kurlarda görülen yükselişlerin ihracat üzerinde olumlu etkiler yapacağı doğrudur. Ancak, ihracatın sağlayacağı kaynak girişini net olarak görebilmek için ithalat cephesine de bakmak zorundayız. Yani, ihracat artışının bir ülkenin üretim yapısı nedeniyle ithalatı ivmeleyip ivmelemediğini görmek zorundayız. Aksi takdirde, yabancı para cinsinden gelir tarafına bakarken, bu geliri elde etmenin üretim yapısı nedeniyle yol açma olasılığı olan gider tarafına bakmamış oluruz. Her ne kadar ithalat, gelişmiş ülke ekonomilerinde bir kaynak çıkışıysa da, gelişmekte olan ülkelerde büyümenin fonksiyonu olabilmektedir. Diğer bir ifadeyle, gelişmekte olan pek çok ülkenin üretim yapıları nedeniyle ithalat yapmadan büyümeye geçemediği vakalar bulunmaktadır. İhracatın ye