Covid-19
öncesi günlerde idik. Ekonomistlerle Sohbetler adlı bir kitabın çalışması
sırasında, 2019'da notlar aldım. Dünya ekonomisine, Çin’e, çok farklı perspektiflerden
küresel gelişmelere odaklandım. Aşağıdaki başlıklara ait konulara Covid-19
sonrasında göz atmanın ilginçliği şu: zaten ağır olan sorunların daha da ağırlaştığını görmek. Covid-19 ile çok şey değişti ama temel problemler değişmedi. Ağırlaşarak
gündeme oturdular.
Covid-19
ile oluşan gündeme, Covid-19 öncesinden söyleşi formatında bakış:
Dünya Ekonomisi
Dünya
ekonomisini son büyük globalleşme hareketinin başladığı 1980’lerin sonlarından
itibaren analiz etmemiz gerekiyor. Bugünü ve geleceği daha iyi analiz etmek
için bu tarihsel süreci gözden geçirmenin çok büyük bir önemi olduğunu
düşünmekteyim. Kabaca, bir çeyrek asır diyebileceğimiz bir süre önce, tüm
dünyanın serbest piyasa ekonomisini benimsediği bir evreye geçildi. Francis
Fukuyama, “The End of History and the Last Man” adlı bir kitap yazarak, artık
insanlığın serbest piyasa ekonomisine dayalı bir sistem üzerinde mutabık
kaldığını ve bu sistemin hiçbir şekilde değişmeyeceğini ortaya attı. Kitabının
başlığında “tarihin sonu” gibi bir ifade kullandı. Ardından, uluslararası
ticaretin büyüdüğü ve iktisadın marjinalite kavramının güçlü bir şekilde
devreye girdiği bir dönem başladı. Zira, Demir Perde’nin çökmesiyle beraber yepyeni
ülke piyasaları uluslararası ekonomiye entegre olma çabasına girdi ve bu
nedenle o ülkelerde çok sayıda sektörün geliştirilmesi gerekliliği ortaya
çıktı. Çünkü, Demir Perde ülkelerinin her sektörün tedarik zincirlerinde katma
değer üretebilecek alt sektörleri ve bu sektörlerin gelişimine olanak
sağlayacak finansal piyasaları yoktu. Reel ve finansal sektörlerin geliştirilmeye
başlamasıyla beraber doyum noktasına gelmiş ve marjinal getirinin yeni
açılmakta olan piyasalara göre düşük kaldığı gelişmiş ekonomilerden yeni piyasalara
bir yatırım akımı oluştu.
Yeni ülke
piyasaları yeni bir ekonomik düzene geçerken, marjinal getirilerin de gelişmiş
ülke yatırımcıları için cazip olduğu bir ekonomik dünya ortaya çıktı. Çin’in
yükselişiyle ilgili potansiyel, 1990’larda yazılan pek çok kitaba konu oldu.
Rusya ve Doğu Avrupa ülkeleri de globalleşen dünyanın önemli aktörleri oldular.
Doğu Avrupa, AB ve Euro Bölgesi çerçevesinde ayrıca değerlendirilmesi gereken
bir konu başlığı halini aldı. Doğu Avrupa ülkeleri, AB’nin içine entegre olmaya
çalışırken, AB yapısının bir alt katmanında yer alan Euro Bölgesi, önce
küreselleşmenin önemli bir sonucu olarak algılandı, sonra da yapısal
sorunlarıyla gündeme gelmeye başladı. Kısaca, uluslararası politika ve uluslararası
ilişkiler daha fazla küresel ticareti destekleyen bir anlayışla yönetildi. Bu
prensiple sorunu olan bir anlayış ya da düşünce akımı gündemde önemli bir yer tutmuyordu.
Ancak, sürecin dönüm noktası 2008 krizi oldu.
Globalleşme
sürecinde, ekonomi yönetimiyle ilgili olarak ihmal edilen bazı çok önemli
prensipler 2008 krizinin hazırlayıcısı oldu. 2008 krizi, 1929 Buhranı
sonrasındaki en büyük kriz olma özelliği ile Büyük Resesyon olarak
adlandırıldı. Büyük Resesyon, globalleşme sürecinin yavaşlamasına ve hatta ardından
korumacılık eğilimlerinin ortaya çıkmasına neden oldu. İhmal edilen en temel
konu, deregülasyon kavramı altında piyasalardaki gelişmeleri ölçümlemenin
zorlaşması oldu. Globalleşme sürecinde, finansal mühendislik kavramı altında
çok sayıda karmaşık finansal ürün ortaya çıkmaya başladı. Bu ürünlerin finansal
kurumların mali verilerinde yer almaması ve gölge bankacılık adı verilen bir
sistemin ortaya çıkması finansal mühendislik kaynaklı ürünlerin yarattığı
piyasa risklerinin yeteri kadar ölçümlenememesi ile sonuçlandı. Oysa risk
unsurlarını azaltan ekonomi ve finans politikaları üretebilmek için
ölçümlenebilir değişkenlere ihtiyaç vardır.
Globalleşmenin
ihmal ettiği bir diğer konu, global ekonomik karar alma mekanizmalarına ilişkin
kurumsal mimari idi. Globalleşme süreci öncesi kurulmuş olan pek çok
uluslararası kuruluş globalleşmenin getirdiği yeniliklere ve global bakış
açılarına ilişkin ortak karar alma mekanizmalarını devreye sokamadılar. Euro
Bölgesinin de temel sorunu bu oldu. Tek para politikası ama Euro kullanan ülke
sayısı kadar maliye politikası ile bu parasal alanı sağlıklı olarak yönetmek
mümkün olamadı. Yönetsel açıdan asimetriler ve dengesizlikler içeren kurumsal karar
mekanizmalarıyla global ekonomiyi yönetebilmek mümkün değildi.
Büyük
Resesyon'un kaynağı gelişmiş ülkeler idi. Gelişmiş ülkelerin birbiriyle
göreceli olarak daha entegre olmuş finansal piyasaları, bu ülkeler arasında
krizin bulaşıcılık etkisini güçlü kıldı. Gelişmekte olan ülkelerin gelişmişlere
göre daha az etkilendiği bu kriz, küresel gelir üretiminde gelişmekte
olan ülkelere doğru bir ağırlık merkezi kayması yarattı. Gelişmekte olan
ülkelerin satın alma gücü dikkate alınarak yapılan hesaplamalarda küresel gelir
üretimindeki payları Asya Krizi’nin yaşandığı dönemde %49 iken, bugün %59’a
ulaşmış durumda.
Globalleşme,
yeni ortaya çıkan piyasalarda yeni sermaye sınıfları, büyüyen orta gelir sınıfı
yaratırken, ABD’de ise bozulan bir gelir dağılımı yarattı. Euro Bölgesi, krizin
yarattığı etkilerle para alanını ayakta tutmaya çalışırken, globalleşme
sürecine 1990’lardaki desteğini veremedi. Sonuç itibarıyla, sürecin en önemli
iki aktörünün sürece desteği zayıfladı ve hatta gelir adaletsizliğinin
yarattığı memnuniyetsizlikle iktidara gelen Donald Trump, küresel ticarette
ülkesinin uğradığı bazı haksızlıklarda haklı dahi olsa, uzlaşmacı olmayan
tutumuyla korumacılık eğilimlerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu noktada,
globalleşme sadece ABD ile mi oluyor ki ABD’nin tavrı bu kadar önemseniyor gibi
yorumlar da okumaktayız. Ancak, globalleşmenin tetiklendiği noktanın ABD olduğu
ve uzun yıllar ABD’nin önderliğinde geliştiğini unutmamak gerekir. Bu olgu
ideolojik açıdan hoşnutluk ya da hoşnutsuzlukla karşılansa da ABD’nin desteğini
çektiği bir global dünyada boşluğun nasıl doldurulacağı önemlidir. ABD’nin
önemi, her şeyden önce Amerikan Doları’nın en güçlü rezerv para statüsünde
olması gibi bir nedenden kaynaklanmaktadır.
Dünya
ekonomisinin bugün geldiği noktada dikkat çekilmesi gereken çok önemli bir
başlık bulunuyor: yüksek borçluluk. The Bank for International Settlements
tarafından yapılan çalışmalara göre, küresel borçluluk, 2017 sonu itibarıyla
dünya ülkelerinin gayrisafi yurt içi hâsıla toplamlarının %217’si seviyesinde idi.
Bu oran, 2007’de yapılan hesaplamaların %20 oranında üzerinde. Sadece gelişmekte
olan ülkelere baktığımızda ise %50 oranında üzerinde. Yani, küresel çaplı
borçluluk artışı adeta bir hastalık halini almış durumda.
Küresel
ekonominin bugün geldiği noktada, küreselleşme eğilimlerinin zayıfladığını
görmekteyiz. Kürselleşmenin başını çeken ABD’nin uluslararası ticaret hacminin gayrisafi
milli hasılaya oranı 2011 yılından bu yana düzenli olarak düşmektedir. Küreselleşmenin
hem bir sonucu, hem de destekleyici bir unsuru olarak görülen teknoloji
firmalarının özellikle ABD’de sermaye yoğunlaşmasına neden olduğunu ve rekabeti
azaltıcı etkiler yarattığını izlemekteyiz. Benzer bir durum Avrupa için de söz
konusudur.
Küresel
ekonomi, ilerleyen yıllarda teknolojik gelişmelerin daha fazla şekil verdiği
bir evrede olacaktır. Bu durum, küreselleşme olgusunu 20. yüzyılın başlarında
olduğu gibi neredeyse tamamen yok olma noktasına getirmeyecektir. Ancak, uluslararası
ilişkilerin bugünkü durumunun temelinde sosyal tercihlerin de önemli rolü
olduğunu düşündüğümüzde, önümüzdeki on yıllarda sosyal olguların da
teknolojiyle beraber giderek artan oranda ekonomik gelişmelere şekil vereceğini
düşünüyorum. Kritik soru bence şu: Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” kavramı çerçevesinde
kapitalizm nasıl evirilecek? Cevap, sayısız kitaba konu olacaktır.
Çin
Sözünü
ettiğimiz ülke, tarih boyunca büyük öneme sahip olmuş bir ülke. Adam Smith,
Ulusların Zenginliği’nde Çin’den özellikle söz ediyor. Çin’in tarımsal
zenginliklerine atıfta bulunuyor. Ancak, Adam Smith’in dönemine ilişkin olarak
merkantilist fikirlerin etkilerini de mutlaka göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Tarımsal zenginlikleri bu kadar yüksek seviyede olan Çin, Adam Smith’ten
yaklaşık 200 yıl kadar sonra Mao Zedong’un 1958-62 yılları arasında uyguladığı
İleriye Doğru Büyük Sıçrama (Great Leap Forward) programı milyonlarca insanın
açlıktan ölümüne neden oluyor. Tarih boyunca önemli ve sert politik mücadelelere
sürekli sahne olmuş ve 19. ve 20. yüzyılları olumsuz ekonomik koşullarda
geçirmiş bir Çin var karşımızda. Bu kötü geçen uzun süreç, 1978 yılında Reform
ve Dışa Açılma (Gaige Kaifang) adı verilen reformlara götürüyor ülkeyi. Çin’in
son 10 yıldaki yükselişinin temellerinde her ne kadar soğuk savaşın bitmesiyle
başlayan süreç var gibi gözükse de, Çin’in bugünkü gelişimini iyi anlamak için 1978
yılına mutlaka dönmek gerekiyor.
1978’de
hangi kararlar alındı da 1978-2018 arasında Dünya’nın yıllık ortalama büyüme
oranı %2,0 iken, Çin’inki %9,5 oldu? 1978 yılında dünyanın ürettiği toplam gelir rakamı içinde Çin’in payı %1,8 iken, 2018’de %18,2’ye yükseldi. Bu
verilerle beraber Çin’de 740 milyon insan fakirlikten çıktı ve orta gelir sınıfına
dâhil oldu.
Çin, 1978
yılında piyasa prensiplerini ortaya koydu. O yıllarda, henüz Perestroika ve
Glasnost yoktu. Önce, kolektif tarım politikasından çıkıldı. Ardından, serbest
girişimciliğin önü açıldı. 1990’lara gelindiğinde, özelleştirmeler ve fiyat
kontrollerinin, korumacı politikaların ortadan kaldırıldığı bir dönem geldi.
Deng Xiaoping ve Jiang Zemin, bu reformlara sahip çıkan liderler oldular.
İlk
sorunun içinde, marjinalite kavramının önemine vurgu yapmıştım. Yani, serbest
piyasa ekonomisine ilk geçişte atılan her bir adımın sonuçlarının piyasa
ekonomisinin ileri aşamalarında elde edilecek sonuçlara göre göreceli olarak
çok daha yüksek olduğu bir dönem yaşandı. Yine ilk sorunun cevabında
belirttiğim üzere, küreselleşmenin yönetilmesinde yapılan felsefi hatalar ve
yönetsel asimetri, küresel ekonomi için özel önemi olan ülkelerin “ortak
hareket edebilme” yeteneklerini zayıflattı. Bir yandan “önce Amerika”, diğer yandan "önce Çin” diyen ve aralarında ticaret savaşlarına girmiş dünyanın en
büyük iki ekonomisi.
Çin
ekonomisi, önemli atılımlar yaptı ama halen modern bir ekonomi niteliğine
kavuştuğunu söyleyemeyiz. Bugün, toplam endüstriyel üretimin ancak %52’si özel
sektör tarafından gerçekleştiriliyor. 1978 yılının reformları başlarken, özel
sektörün payının sıfır olduğu düşünülürse, önemli bir yol kat edildiği
düşünülebilir. Özel sektörün yıllık gayrı safi milli hasıla üretimindeki payı
2/3 düzeyinde. Ayrıca, üretilen her yeni 10 işin 8’i özel sektör kaynaklı. Ancak,
Çin’in büyüme oranı 2007’deki seviyesinin yarısına düşmüş durumda ve bu
gelişmeyi bertaraf etmek için kamu kesimi yatırımlarında artış söz konusu. Çin,
son bir kaç yılda kabaca yıllık %7’lik büyüme seviyesinden %6’lık seviyeye
doğru geriledi. Mevcut büyümenin verim artışı kaynaklı olma özelliği
zayıflıyor. Sermaye, verimli alanlar yerine politik motivasyonla yönlendirilmiş
alanlara kayma gösteriyor. Ülkede, her önemli atılımın mimarı kamu kesimi
olarak görülüyor. Özel sektör ise, kamu kesiminin yaptıklarının ancak
“tamamlayıcı bir unsuru” olarak algılanıyor. Ekonominin yönetim felsefesine
ilişkin temel unsurlarda dahi birbiriyle yakınlığı olmayan görüşlerin sürekli
çekişme halinde olması farklı fikirlerin yarattığı zenginlik yerine ilerlemenin
önüne geçiyor. “Çekişme” ifadesini özellikle kullanıyorum. Zira, tartışmalar
demokratik bir zeminde, ülkenin faydasına olacak projelere dönüştürülmesi
niyetiyle değil, sürekli yönetimi ele geçirip kendi fikirlerini hâkim kılmak
amacıyla gündemde yer buluyor. Politik ahlak zayıf ve kleptokrasi yaygın.
1978’den
bu yana reform sürecine girmiş bir ülkenin ekonomi yönetimine ilişkin temel
noktalarda bazı kararları vermiş olması gerekiyor. Xi yönetimi, 2012 yılında
karma sahiplik modeliyle şirketlerin özel ve kamu tarafından sahip
olunabileceği bir modele yöneldi. Bu planın adını da reform koydular. Süreç,
bugün tersine çalışmış durumda. Plan, kamu şirketlerinin özel şirketleri satın
almaya yöneldiği bir sürece evirildi. Oysa Çin, Baidu, Alibaba ve Tencent gibi
şirketleri yaratabilmiş bir özel sektöre sahip.
Yukarıda
dile getirdiğim yapı içinde, Çin’in yüksek borçluluğu önemli bir başlık.
Borçluluk, hane halkının kullanılabilir gelirinin %110’una gelmiş durumda.
Diğer önemli bir başlık da kötü regüle edilmiş ve bu nedenle de kontrolü
neredeyse mümkün olmayan büyük bir gölge bankacılık sistemi.
Çin’in
geleceği ile ilgili en önemli riskler, düşen büyüme performansı nedeniyle
kurumlar vergisinin düşürülmesiyle kamu açıklarında olumsuzluk ortaya çıkması
ve gölge bankacılık sistemi üzerinde zaten zayıf olan kontrol mekanizmalarının
daha da zayıflatılmasıdır.
ABD’nin Ekonomi Politikaları
ABD
ekonomisinin maliye politikası tarafında Cumhuriyetçiler'in genişleyici,
Demokratlar'ın ekonominin gerekliliklerine göre dengeleyici politikaları
arasında sürekli gidip gelen bir yapısı var. Demokrat Clinton döneminde bütçe
fazlası veren ABD, Cumhuriyetçi Bush döneminde bu fazlayı tüketecek eğilimlere
girdi. Demokrat Obama döneminde, bütçeyi zorlayan küresel askeri müdahalelerden
uzaklaşan ve ülke içinde sağlıkla ilgili politikalara ağırlık veren bir politika
anlayışı benimsendi. Trump döneminde ise, vergi indirimleri ile yeniden
genişleyici bir maliye politikasına yönelindi. Bu politikanın ABD’yi getirdiği
nokta, gayrisafi milli hasılaya oranı %6’ya yaklaşan bir bütçe açığı ile karşı
karşıya kalmış olmaktır. Böyle bir açık, ya savaş ya da resesyondan çıkış
dönemlerinde görülebilecek bir seviyeyi ifade etmektedir.
Para
politikası tarafında ise, küresel yükümlülükleri olan bir ABD var karşımızda.
Özellikle 2008 krizi sonrasında, Amerikan merkez bankası Fed’in her yeni
politika hamlesi dikkatle izlendi. Fed, ABD’nin ekonomik çıkarlarını
gözetirken, küresel ekonominin de çıkarlarını gözetmek zorunda kaldı. Çünkü,
2008 sonrasında ortaya çıkan küresel ekonomik gelişmeler, yeni dengeleri
küresel boyutta kurmayı gerekli kıldı. ABD, içerideki büyüme, enflasyon ve
işsizlik dengelerini uluslararası ticaretin Fed’in kararlarıyla ne ölçüde
etkileneceğini de hesaba katarak kurmak zorundaydı. Bu süreci ABD, çok başarılı
bir şekilde yönetti. Dünya ekonomisinin büyük ölçekli gelir üretme noktalarını
ABD, Avrupa Birliği, Çin, Japonya ve gelişmekte olan ülkeler olarak
sınıflayacak olursak, 2008 krizi sonrasından en başarılı şekilde çıkan ülkenin
ABD olduğunu söyleyebiliriz.
ABD, sürdürülebilir
bir büyüme patikasına oturmuş durumda. 2009’dan 2018 sonuna kadar yıllık bazda
aralıksız olarak büyüyen bir ABD ekonomisi var. Fakat tarihsel süreç analiz
edildiğinde, ABD’nin daha ne kadarlık süre için büyümeye devam edeceği istatistikî
bir merak konusu. Ayrıca, Fed’in 2008 krizi sonrası uyguladığı sıfır faiz
politikası (ZIRP) ve parasal genişleme (QE) sürecinden çıkıp 2018’de 4 kez faiz
artırımına gitmiş olması, faiz artırımlarının bundan sonraki seyri hakkında
spekülasyon yapılmasına yol açıyor. Büyüme performansı olumlu ve Fed’in fiyat
istikrarını sağlama misyonun yanında 1977’de üzerine aldığı başka bir
sorumluluk daha var: işgücü piyasası. Fed’in sıfır faiz politikasına karşı
enflasyonun yükselme yönünde tepki vermesi uzunca bir zaman almıştı. Şimdi,
Fed’in hedeflediği seviyelerde seyrediyor. Ayrıca, işsizlik düzeyi de son
derece düşük seviyelere gerilemiş durumda. Hatta, tarihi düşük seviyelerinde
seyrediyor. Fed için uzunca bir süre faiz politikasını belirlemekte en
zorlayıcı alan ücretler genel düzeyi olmuştu. İşsizlik oranında önemli düşüşler
kaydedilmesine rağmen, ücretler genel düzeyinde beklenen yükselişler
kaydedilemedi. Ücretlerdeki bu inelastik durum, ABD ekonomisinin verimliliği ve
işgücü piyasası esneklikleri konularında sonuçları çok zor alınan
araştırmaların yapılmasına neden oldu. Görüldü ki, ABD ekonomisi 1990’lardaki
verimliliğini kaybetmiş ve aynı zamanda işgücü piyasasında yapısal değişimler
yaşanmış. Yani, tam zamanlı işlerden yarı zamanlı işlere ve kalıcı işlerden
geçici işlere doğru önemli kaymalar baş göstermiş. Verimlilik düşüşü ve işgücü
piyasasında görülen yapısal değişikliğin sonucu olarak Fed, para politikasına
yeniden şekil vereceği noktayı belirlemekte zorlandı. Bu nedenle, büyüme, işsizlik ve ücretlerin geldiği
düzeyler faiz artırımlarına olanak tanıyınca, dünyanın da ekonomik
gelişmelerini dikkate alarak faiz artırımlarına başladı.
ABD’nin
bundan sonraki ekonomi politikaları temel olarak şu başlıklardan etkileniyor
olacak:
·
2018
yılında düşürülen vergilerin büyümeye yaptığı etkilerin zayıflamasıyla ortaya
çıkan büyüme performansı.
·
Çin
ile ticaret savaşları ve Çin’de zaten var olan bir yavaşlama süreci.
·
Gelişmekte
olan ülkelerin Fed’in faiz artırımlarıyla karşılaşacakları borçluluk artışıyla
düşmesi beklenen büyüme oranları.
·
Euro
Bölgesi’nin performansı.
Fed, faiz
politikasında yaptığı değişikliklerin küresel ekonomi üzerindeki etkilerini bir
kaç temel kanal üzerinden izliyor: diğer ülkelerin döviz kurları, ticaret
hacimleri ve finansal piyasalar. Matteo Iacoviello ve Gaston Navarro’nun
ortaklaşa yazdığı bir makale tarihsel açıdan tüm bu etkilere dair önemli
bulgular ortaya koyuyor.
ABD
ekonomisi, tarihinin bu en uzun büyüme patikasında iken ve küresel
olumsuzlukları da artırıcı yönde politikalar izleyecek olursa, kendi
ekonomisini resesyona sokacak adımlar atmış olacak.
Yapay Zekâ ve Robotların Olası Ekonomik Etkileri
Robotların
rolünün giderek arttığı bir dünyada insanlık günlük hayatını daha kolay
yönetecekmiş gibi bir algı var. Fakat karanlık fabrikalardan, insansız
üretimden söz edilen bir dünyanın ekonomi açısından ürkütücü yönleri söz
konusu. Bu konuda daha teknik nitelikli görüşlerimi endüstri 4.0 ile ilgili
soruda, aşağıda ortaya koyuyorum ama bu başlık altında daha sosyal noktalara
vurgu yapmak isterim. Konunun talep boyutu, satın alma gücü boyutu önemli.
Ekonomide talebi, arkasında satın alma gücü olan tüketim arzusu olarak
tanımlarız. Yani, satın alma gücü yoksa, bir mal ya da hizmeti satın almak istemek ekonomide talep olarak tanımlanamaz. Şimdi, insanların üretimde bu kadar devre
dışı kaldığı ya da kalacağı düşünülen bir dünyada tüketimi kim yapacak?
Sermaye, ürettiği ürünleri satacağı yeterli kitleyi bulamazsa kim için üretim
yapılacak? Ekonomi insan için var olan bir mekanizma olmaktan çıkarsa,
kapitalizm nasıl bir evreye girer? Kapitalizmin yaşayacağı büyük bir tıkanma,
bir zaman sonra bir sistem değişikliği konusunu gündeme getirecek küresel
boyutlu sosyal dalgalanmaları beraberinde getirebilir mi? Burada soruları
soruyorum ve tarihten bir örnek vermek istiyorum ve daha teknik yorumlarımı endüstri 4.0 başlığına bırakmak istiyorum.
Charles
Booth adlı bir iş adamı, 19. yüzyılın sonlarında Londra’da çalışan işçi
sınıfının ekonomik ve sosyal koşulları üzerine bir çalışma yapar. Çalışmanın
ortaya koyduğu sonuçları değerlendirerek işçi sınıfının alım gücünü düzeltecek
bir sosyal kredi mekanizmasının hayata geçirilmesi gerektiği fikrini ortaya
atar. Fikrin temelinde, kapitalist sistem içinde üretilen ürünleri satın
alabilecek bir tüketici kesiminin oluşmadığı tespiti bulunmaktadır.
Tarihten
yola çıkarak, Charles Booth adlı iş adamının ortaya attığı fikri düşünürsek,
mevcut ya da boyutları büyüyeceği düşünülen problemin yeni olmadığını
görüyoruz. Fakat, yine aşağıdaki endüstri 4.0 ile ilgili başlıkta ele aldığım
üzere, teknolojik değişimlerin sürati baş döndürücü bir hal aldı. Teknolojiye
dayalı ürünlerin raf ömrü neredeyse saat bazında değerlendirilir hale geldi.
Unutmayalım
ki milli gelir, tüketim, yatırım ve kamu harcamalarından oluşuyor. Bu harcama
gruplarının her biri birbiriyle etkileşimde. Tüketimin ağır yara aldığı bir
ekonomide yapılacak yatırım ve kamu harcamaları nereye kadar bir ekonomiyi
ayakta tutmaya yetebilir?
Robotların
insanı süratle devre dışı bırakmaya başladığı bir dünyada iki önemli kişiye
atıfta bulunmak istiyorum: “Small is Beautiful” adlı eseriyle E. F. Schumacher
ve “yaratıcı yıkım” kavramıyla J. A. Schumpeter.
Türkiye’nin 2050’deki Resmi
2050,
düşünüldüğü ya da algılandığı kadar uzak bir zaman değil. Sadece 31 sene kaldı.
Toplumların, ülkelerin yaşamında çok kısa sayılacak bir süre bu. 2050 dediğimiz
zaman, Türkiye’nin ekonomik verilerinin niceliksel boyutuyla değil, niteliksel
boyutuyla ilgilenmek zorundayız. Eğer ki, Türkiye’nin dünyadaki konumunu
değiştirecek, kendisine eşik atlatacak gelişmeleri konuşacaksak – ki 2050 için
bunları konuşmalıyız – verilerin arkasındaki niteliklere odaklanmalıyız. 31 yıl
önce yıl 1988 idi. O yıldan bu yana Türkiye’de çok şey değişti ama dünyada da
değişti. Türkiye’nin ekonomik olarak başka bir güç haline geldiğini söylemek
mümkün mü? Biz herkesten farklı olarak ne yaptık? Gelirimiz arttı, globalleşen
bir dünyada nüfusumuzun önemli bir bölümünün ekonomik aktivitedeki katılımı
arttı. Ancak, biz sanayileşmeyi sanayileşme sürecini tamamlamadan terk ettik.
Tarım ve hayvancılığı kaybettik. Büyük ölçüde dışa bağımlı bir ekonomi
yarattık. Fakat çok yüksek büyüme kaydettiğimiz ve gelir artışı sağladığımız
yıllar oldu. Büyüdük ama gelişmedik. Teknoloji yaratan bir ülke olamadık.
Geçmiş 31
yıla baktığımızda, gelecek 31 yıla niteliksel olarak uzanacak alanlara bakmak
gerekiyor. Bunun da temelinde eğitim var. Niteliği ancak eğitimle
artırabilirsiniz. Eğitim, uzun yıllar yatırım yaptığınız ve insan sermayesinin
meyvelerini çok geç verdiği bir alan. Yeni bir nesil yaratıyorsunuz ve o
nesilden size eşik atlatmasını bekliyorsunuz. Gelecek 31 yılda
bunu başarabilecek miyiz? Bu soruya ben yanıt vermiyorum ve cevabı düşünmesi
için okuyucuya bırakıyorum. Tarihe odaklanıp bazı sorularla düşünmeye sevk
etmek istiyorum okuyucuyu.
Dünyanın
gelişmiş olarak düşünülen ülkeleri 100 sene önce de niteliksel derecelendirmede
bugünle hemen hemen aynı konumda mıydı? Örneğin, İngiltere, Fransa, Almanya.
Peki, Brezilya, Arjantin, Çin hangi konumdaydı? Rakamlar değişti. Niceliksel
değişim çok büyük ama niteliksel olarak sıralamada 2 ya da 3 basamak yer
değişikliklerinin ötesine geçen kaç ülke var? Üstelik, 2-3 sıralık yer
değişikliği de çok önemlidir. İstisnalar var elbette. Fakat nitelik olarak
bakınca, konum açısından çok önemli yer/sıralama değişiklikleri var mı?
Türkiye’nin Orta Gelir Tuzağı Problemi
Türkiye’nin
orta gelir tuzağına düşmüş olmasının temel nedeni, inovasyon yapamamasıdır,
ekonomik yapısını dönüştürememesidir. Türkiye, sanayileşme sürecini
tamamlamadan bu süreçten çıkmıştır. Bu nedenle de tanımı ve kategorizasyonu zor
bir ekonomidir. Orta gelir tuzağı ile ilgili sorunun bir sonraki yapısal
reformlara ilişkin soruyla beraber cevaplandırılması yerinde olur. Zira, her iki
konu da birbiriyle doğrudan ilişkili. Orta gelir tuzağı, mevcut
ekonomik yapınızda artık tıkandığınızı ve bu yapıyla daha müreffeh bir toplum
yaratamayacağınızı anlatıyor. Bu tuzaktan kurtulmak hiç kolay değil. Dünya
Bankası’nın bir çalışmasına göre, 1960’ta orta gelir düzeyinde bulunan 101
ülkenin sadece 13 tanesi 2008 itibarıyla yüksek gelir grubuna çıkmayı
başarabilmiş.
Dünya
genelinde, orta gelir düzeyinde yer alan nüfus özellikle Çin ve Hindistan’ın
yüksek büyüme hızları nedeniyle son 2-3 tane 10’ar yıllık dönemlerde çok büyük
artışlar kaydetti. Yapılan ampirik çalışmalar gösteriyor ki, kişi başına milli
gelirdeki büyüme, kişi başına milli gelirin $10.000-$15.000 aralığına ulaştığı
seviyelerde önemli ölçüde zayıflıyor. Çünkü, önceki hızlı büyüme döneminin
kaynakları yeni bir atılıma izin vermiyor. Örneğin, hızlı büyümenin ilk
aşamalarında, niteliksiz işgücünün büyümeye etkisi güçlü olabiliyorken, kişi
başına $10.000-$15.000 aralığına geldiğinizde, ekonomik büyüme, ekonomiyi yönetenlerden
başka şeyler talep etmeye başlıyor. Büyüme diyor ki, “benim daha iyi performans
göstermemi istiyorsanız, beni güçlendirecek noktalara yatırım yapınız”. O
aşamada, kişi başına gelirde bir sıçrama yapabilmek için artık niteliksiz
işgücünü yeni alanlara transfer edemiyorsunuz. Çünkü katma değeri yükseltmeniz
gereken bir aşamadasınız artık.
Kişi
başına $10.000-$15.000’lık gelir aralığından kurtulabilmek için ekonominin
dönüşmesi, yapısal bir evrim yaşaması gerekiyor. Bunun için de planlama yapmak
ve kişi başına gelir henüz örneğin $7.000 aşamasındayken ekonominin
$10.000-$15.000 aralığı sonrası için talep edeceği esnek işgücünü yaratmak
zorundasınız. İnsan kaynağına ve eğitime yatırım olacak ki ekonomiyi yapısal
olarak dönüştürecek niteliksel kaynaklar yaratılmış olsun.
Bu
noktada, eğitim planlaması ile ilgili anlatmak istediğim x sayıda bilgisayar
mühendisi, y sayıda doktor, z sayıda hukukçu yetiştirmek değil kastım. Dünya
genelinde rekabetin nerede olacağını yıllar önceden öngöremeyebilirsiniz. Önemli
olan, nitelikli işgücünü artırmak ve bu işgücünün kendi eğitim alanlarına yakın
iş kollarında ara eğitimlerle çalışabilmesine olanak sağlayacak esnek eğitim
programlarını geliştirmek. Sanırım, Türkiye bu yapıdan, planlamadan, eğitim
kurumlarıyla kamu kesimi ve özel sektörün iş birliklerinden çok uzakta. Herkes
çalışıyor ve hem de çok çalışıyor ama koordine olamamaktan dolayı verimsiz
çalışıyor. Verimsiz çalışmayla orta gelir tuzağına takılmış bir Türkiye’nin bu
eşiği aşabilmesi mümkün değil.
Düşük
gelirden orta gelir grubuna yükseldikten sonra ve yüksek gelir grubuna çıkışta,
insan kaynağının teknolojik yenilenmeleri göğüsleyebilecek niteliğe ulaşması
lazım. Bu da yetmiyor. Yönetsel açıdan da farklı yapılanmalar gerekiyor. Orta
gelir grubunda yer almak, düşük ücretli niteliksiz işgücü ile çalışan yerli
endüstriler ile ülkenin artan satın alma gücünden faydalanmaya gelen yüksek
gelirli ve nitelikli işgücüne dayalı yenilikçi yabancı endüstrilerin arasında
kalmış olmak demek. Ülkeye sınıf atlatmak için nitelikli işgücü, teknoloji
transferi ve farklı yönetsel yetenekler katmak gerekiyor.
Katma
değer yaratmak için buluş yapmak da gerekmiyor. Toplumda, katma değer
kavramından söz edildiği anda buluş yapılması gerektiği anlaşılıyor ama
gerçekçi olmak lazım. Türkiye, bugünkü yapısıyla buluş yapamaz. Araştırma ve
geliştirmenin iki temel yönü vardır: buluş yapmak ve/veya uygulamak. Önce iyi
uygulayıcı olalım, sonra buluşa sıra gelir belki. Buluş yapmak hiç kolay değil
ve toplumsal ve kurumsal hafızada büyük bir birikim oluşması gerekiyor.
Araştırma ve geliştirmenin uygulama yönünü dahi iyi kullanabilmek için yine
aynı şeylere ihtiyaç var: eğitim, teknoloji, yeniden tanımlanmış yönetsel
yetenekler.
Yukarıda
Çin’in yavaşlaması ile ilgili bazı satırlar yer alıyor. Büyümenin yarı yarıya
düştüğünden söz ettik. Küreselleşmenin ilk aşamalarında iktisadın marjinalite
kavramının çok güçlü çalıştığından ama zaman içinde bu kavramın o gücü
kaybettiğini dile getirdim. Orta gelir tuzağı ile ilgili sözlerimi de bu
çerçevede değerlendirince daha anlamlı geliyor mu?
Orta
gelir tuzağı ile ilgili son olarak şunu da söylemek gerekiyor: orta gelir
tuzağından kurtulmak serbest piyasa ekonomisinin tek başına yapacağı bir iş
değil. Hükümetlerin liderliğinde endüstriyel bazlı mikro seviyeden makro
seviyeye çıkan geliştirmelerin hayata geçirilmesi şart. Transformasyonun doğru sıra ile
gerçekleştirilmesi, aşamaları çok önemli bir şart olarak karşımıza
çıkıyor. Doğru sıralama ile geçişin gerçekleşmemesi, aşırı ölçüde sanayileşmeye
ya da sanayileşmede yeterli olgunluğa gelinemeden sanayileşmeden çıkılması
(immature deindustralization) ile dahi sonuçlanabilir. Yukarıda dile getirdiğim
transformasyonu firma düzeyinde gerçekleştirebilmek, hayata geçirebilmek mümkün
olabilir mi? Tarih, gereken örnekleri veriyor.
Türkiye’nin Yapısal Reform İhtiyacı
Yapısal
bir dönüşüme şahit olmadığım için üzerinde fikir yürütebileceğim değişkenler
setine sahip değilim. Fakat orta gelir tuzağına ilişkin soruda verdiğim
cevaplar çerçevesinde yapılması gerekenleri sıralayabilirim. Orta gelir tuzağı
ve yapısal reform konuları birbiriyle bir bütün ve birbirinden ayırmak mümkün
değil.
Türkiye,
öncelikle hükümetini, üniversitelerini, sektörel kuruluşlarını sektör bazında
bir araya getirmek zorunda. Makro düzeyde uluslararası mukayeseli
üstünlüklerimizin neler olduğunu hemen hemen biliyoruz. Fakat bunları sektör
bazlı ortaya koymamız gerekiyor. Her sektör kendi tedarik zincirlerini masaya
yatırarak hangi hammaddeyi ve aramalı iç piyasadan ya da yabancı ülkeden alıyor
olduğunu analiz etmeli. Önemli olan, ithal edilen ürünlerin üretiminin
Türkiye’de nasıl gerçekleştirileceğini tespit etmek. Söz konusu üretim için
yeterli hammadde, insan ve teknolojik kaynaklara sahip olunup olunmadığı
belirlenmeli. Tespit aşaması çok zor değil aslında. Ancak, tespitten sonra
hangi aşamalarla hangi sürelerde hangi hedeflere ulaşılacağı çok önemli.
Bunlar, ancak çeşitli meslek gruplarından profesyonellerin hükümet
yetkilileriyle, sektör kuruluşlarıyla, girişimcilerle beraber çalışmasıyla
mümkün olabilir. Seminer, sempozyum, inovasyon günleri, v.s. etkinliklerle yol
alınamaz. Proje tarzına uygun olarak çalışılması gerekiyor.
Yapısal
dönüşümde, hükümetin gerekli yasaların yapılması için hukuki alt yapıyı
hazırlayacak liderliği yapması gerekiyor. Girişimcilerin gereken sermayeyi
belirli teşviklerle harekete geçirmesi sürecin en kritik noktalarından birini
oluşturuyor. Bir işletmenin doğru üretim, doğru teknoloji kullanımı ve yönetim
yapabilmesi için de doğru insan kaynağına ihtiyaç var. Yine aynı noktaya
varıyoruz kısaca: eğitim, teknoloji, yeniden tanımlanmış yönetsel yetenekler.
Umarım,
bir gün Türkiye bu atılımları yapar. O zaman, orta gelir tuzağından da çıkılır,
bu kadar yoğun cari açık ve döviz kuru konuşmaktan da kurtulur. Fakat, Dünya
Bankası’nın çalışmasını burada da hatırlamakta fayda var: 1960’ta orta gelir
düzeyinde bulunan 101 ülkenin sadece 13 tanesi 2008 itibarıyla yüksek gelir
grubuna çıkmayı başarabilmiş. Yol, uzun ve sabır isteyen bir yol.
TCMB
TCMB’nin
misyonu, parasal istikrarın sağlanması. Yani, TCMB’nin temel görevi enflasyonu
kontrol altında tutmak. TCMB, enflasyonu kontrol altında tutmak için enflasyon
hedeflemesi yapıyor, ancak hedefe yaklaşamıyor. Para politikasında zamanlama çok
önemli bir unsur. Doğru politika aracını doğru zamanda kullanabilmenin hem teknik,
hem de sanatsal yönü var. Fakat, TCMB’nin doğru zamanlama ile hareket ettiğine
tanıklık edemiyoruz. Zamanlama hataları, parasal aktarım mekanizmaları adı
verilen ekonomik değişkenler zincirinde yer alan değişkenlerin hedeflenen
seviyelere ulaşmasını engelliyor. Burada, TCMB’nin sorumluluğu sadece enflasyon
ile ilgili elbette ama unutulmamalı ki, para politikası çok sayıda reel
değişkeni etkiliyor.
TCMB’nin
bugün gördüğüm zamanlama hatalarıyla dolu politikalar uygulama noktasına
gelmesinin en bariz örneği 2014 yılında görüldü. 21 Ocak 2014’te TCMB’nin bir
Para Politikası Kurulu toplantısı gerçekleşti. O toplantı öncesinde TCMB,
piyasaya bir gecede $3.9 milyar sürmüş ve yükselen kuru düşürememişti. 21
Ocak 2014 toplantısıyla faizi %7.75'ten %12'ye çıkarmak zorunda kalmıştı. Yine
kurlarda yüksek oynaklık yaşanan 2018 yılı içinde de düşük puanlı faiz artırımı
yapmak yerine, Eylül 2018’de 6.25 puanlık bir faiz artırımı ile faiz oranını
%24 seviyesine taşımak zorunda kalmıştı.
Bir
merkez bankasının faiz kararı kadar, "doğru zamanda" alınmış faiz
kararı önemlidir. Basit bir örnek verecek olursak, kalp krizine ilk dakikalarda
müdahale edilmesi önemlidir. Gecikmeyle gelen yüksek dozlu müdahalenin anlamı
yoktur. Zamanlama, faizi yükseltirken de, indirirken de çok önemlidir.
TCMB,
sürekli yaptığı zamanlama hataları nedeniyle dışa bağımlılığı yüksek olan
üretim ve reel sektör sermaye yapısının kur üzerinden yüksek miktarlı hasar
almasına neden oluyor. Yönetmekle sorumlu olduğu Türk Lirası’na yönelik
politika araçlarını kullanmak yerine, döviz arzını artırıcı olan ama temel
olmayan politika araçlarıyla kuru kontrol altına almaya çalışıp başarılı
olamayınca, çok gecikmeli olarak yüksek oranlı faiz artırımları yapmak zorunda
kalıyor. Bu defa, kur üzerinden ağır maliyetlerle karşı karşıya kalan özel
sektör, ikinci evrede ağır bir finansman yüküyle de karşı karşıya kalıyor.
Türkiye, son yıllarda, çeşitli dönemler itibarıyla bu kısır döngünün içine
giriyor. Sonuçta, TCMB ne enflasyonu kontrol altına alabiliyor, ne de
piyasalara (finansal ve reel) öngörülebilirlik unsurlarını artırıcı karar alma
kolaylıkları sunuyor. Dolayısıyla, parasal aktarım mekanizmaları da makro ya da
mikro ekonomik değişkenleri olumlu yönde etkileyecek bir sürece giremiyor.
TCMB’nin
artık sürekli hale gelen zamanlama hataları, ekonominin önünü tıkayan bir hal
almış durumda. Yapısal dönüşümü ve orta gelir tuzağından çıkışı da
konuşamadığımız bir ortamda, uzun vadeli yatırımların yapılmadığı ve
gelecekteki büyümenin kalitesine katkı sunacak bir alt yapının hazırlanamadığı bir
süreci yaşatmaya çalışıyor Türkiye. Dolayısıyla, bankacılık sektörünün reel
kesimi neredeyse sadece işletme sermayesi finansmanı anlamında beslediği, uzun
vadeli proje finansmanı koşullarının konuşulmadığı bir ortamdayız. TCMB’nin bu
yanlışları ne zaman ve nasıl düzelteceğine dair maalesef öngörülebilir bir
tarih fikrimiz yok.
Türkiye’de Faiz-Enflasyon İlişkisi Yorumu
Faiz-enflasyon
ilişkisi kamuoyunda zaman zaman gündeme geldiği için ayrı bir başlık altında
tartışılması gereken bir konu halini aldı. Oysa bu ilişkinin mantığı çok net.
Faiz oranının düşürülmesi, hane halklarının ve firmaların borçlanarak harcama
yapmalarına olanak tanıyor. Harcamaların artması, talep kaynaklı fiyat
atışlarının oranını yükseltiyor. Piyasada arz edilen mal ve hizmetlere talebin
artması, arzın taleple aynı oranda artamaması durumunda fiyat artış oranında
yükseliş olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim arzdaki artış, genel olarak
talepteki artış kadar esnek cevap veremiyor talep artışına. Dolayısıyla, enflasyonda
yükseliş gündeme geliyor. Yani faiz oranını düşürdüğünüzde, harcamaları
tetikleyen bir borçlanma yaratmış oluyorsunuz. Faiz oranı artınca da borçlanma imkânı
daraldığı için harcama artışı söz konusu olmuyor. Tam tersine, borçlanma
azalıyor ve tasarruf sahipleri yükselen faiz oranlarından faydalanmak amacıyla
harcamalarını erteleme ve tasarruflarını mevduat hesaplarında değerlendirmeye
özendiriliyorlar. Bu nedenle, artan faiz oranı talep kaynaklı enflasyonun önüne
geçiyor.
Konuyu
firma cephesinden irdeleyecek olursak, akla şöyle bir soru gelebilir: firmalar,
finansman giderlerini fiyatlarına yansıtmıyorlar mı? Dolayısıyla, artan faiz
oranı nedeniyle enflasyonda hızlanma olmaz mı? Firmalar elbette finansal
giderlerini satış fiyatlarına yansıtmak suretiyle enflasyon artışına sebep
olabilirler. Ancak, piyasadaki talep elastikiyeti koşullarına göre finansman
maliyetlerini satış fiyatlarına yansıtmakta son derece sınırlı olanaklara
sahipler, çünkü satışta rekabet söz konusu. Ayrıca, artan faiz oranları
nedeniyle üretim yapmak için yaptıkları borçlanmalar düşüyor. Zira yükselen
faiz ortamında, tüketicilerin de borçlanma yoluyla talep artışı yaratmalarının
önü kesildiği için firmaların da işletme sermayesini finanse etmek, diğer bir
ifadeyle borçlanmak ve harcama yapmak yönündeki ihtiyaçları azalıyor. Sonuç
itibarıyla, borçlanma maliyetlerinin tüketim ve üretim cephelerinde yarattığı
harcama azaltıcı ya da artırıcı etkiler bir firmanın finansman maliyetlerini
fiyatlarına yansıtmasının yanında çok daha güçlü. Bu nedenle, genel ekonomi
kuralı şunu söylüyor: enflasyonu düşürmek için faiz oranını artırmak gerekiyor.
Tercih büyümeden yana ise ve bir ülkenin arz esnekliği yüksek olduğu için enflasyonist
eğilimlerin talep artışıyla çok güçlenmeyeceği düşünülüyorsa, faiz oranını
düşürmekte çok daha serbest hareket etme şansınız var demektir.
İşletme
sermayesi ve tüketimin borçlanma ile finanse edilmediği bir dünyada
faiz-enflasyon ilişkisi yukarıda dile getirdiğim şekilde kurulamazdı. Fakat tarih
boyunca ekonomi borç alanlar ve verenler arasındaki finansman dengeleri ile
çalışıyor.
Türkiye’nin Bir Ekonomik Birlikte Yer Alma İhtiyacı
Türkiye’nin
mutlaka Avrupa Birliği (AB) içinde yer alması gerektiğini düşünüyorum ama böyle
bir gelişmenin gerçekleşmeyeceğini görebiliyorum. Bunun hem Türkiye, hem de AB
adına çok sayıda olumsuzlukla dolu tarihsel bir süreci var. Bu süreçten bir AB
üyeliği çıkamaz. Türkiye’nin coğrafi olarak AB dışında bir birliğe yakınlığı da
yok. Ayrıca, yanlış kurgulanmış bir Euro Bölgesi ve genişlemede çok acele etmiş
bir AB’nin kendi içinde yaşadığı sorunlar nedeniyle, Türkiye gibi büyük bir
ülkeyi içine entegre edebilmesi de mümkün değil. Dolayısıyla, AB kapısı kapalı.
Her ne
kadar zaman zaman birbirleriyle yakınlaşsalar da Rusya ve Çin gibi ülkelerin
sürdürülebilir bir birlik oluşturabilmeleri pek mümkün gözükmüyor. Bu nedenle,
Avrupa dışındaki alternatifler de yok gibi. Türkiye, bir birlik içinde yer
alabilecek bir konumda değil. Ayrıca, dünyada da bu yönde yeni gelişmeler söz
konusu değil. İşbirliklerinden çok ayrışmaların, ticaret savaşlarının,
korumacılık eğilimlerinin güçlendiği bir dönemde dünya. Bu ortamda, içine dâhil
olunacak bir birlik göremiyorum. Türkiye, bir birlik içinde olmaya çalışmak
yerine kendi ekonomisini reforme edip çok sayıda ülke ile bire bir ticari
ilişkilerini sıkılaştırmak durumunda. Mevcut dönem bunu gerektiriyor.
Endüstri 4.0
Endüstri
4.0, üretimin her aşamasında, tedarik zincirlerinde, bilgi ve iletişim
teknolojilerinin üretimin aşamalarını entegre eden bir yapıya dönüşmesini ifade
ediyor. Konu, 1965 tarihli Moore yasasına kadar uzanıyor. Gordon Moore, Intel
firmasının kurucularından biri olarak çiplerin içinde yer alan transistörlerin
her 2 yılda bir 2’ye katlanan bir güçle teknolojik gelişmeyi yaratacağını dile
getirdi. Dijitalizasyonun gideceği boyutu anlattı. Nitekim Moore’un dile
getirdiği gelişmelerle yeni bir endüstri devrimini tanımlayacak noktaya geldi
insanlık. Öğrenen, birbirleriyle iletişimde olan makinelerin ortaya koyduğu
teknoloji ile yeni bir üretim şekli ortaya çıktı. Gelişen teknolojiler insan
yaşamına katkı sunan, yaşam kalitesinin düzeyini artıran gelişmeleri beraberinde
getirdi.
Endüstri 4.0,
iş modellerini, üretim teknolojilerini, işletme organizasyonlarını, organizasyonlardaki
rol tanımlamalarını, yeni işlerin ortaya çıkma ya da bazı işlerin yok olma
aşamalarını çok önemli boyutta etkileyen bir süreci ifade ediyor. Süreç, uzun
zamandır çalışıyor ve aslında hiç de yeni bir gelişmeden söz etmiyoruz ama sürecin
kavramsal tanımlaması Henning Kagermann, Wolf Dieter Lukas ve Wolfgang Wahlster tarafından 2011’de
Almanya’da yapıldı.
Bu
süreçte en çok üzerinde durulan konu, teknolojinin insan faktörünü elemine
etmesi oldu. Doğrusu, endüstri 4.0’ın istihdam konusunda ne gibi sonuçlar
doğuracağını bazı istatistikî çalışmaların sonuçlarını okuyarak görebiliyoruz.
Her işin makineler tarafından ele geçirilme olasılığını değerlendiren
çalışmalar var. Buna göre, rutin ve düşük nitelikli işlerin makineler
tarafından yapılabilmesi olasılığı çok yüksek düzeylerde. Bunun anlamı şu: üst
düzeyde nitelik ve yaratıcılık isteyen işlerin makinelere devredilmesi
olasılığı daha düşük. Ayrıca, endüstri 4.0 ile beraber ortaya yeni işler de
çıkmakta ve çıkmaya devam edecek. Özellikle veri güvenliği ve veri analizi ile
ilgili konularda çok sayıda iş sahası açılmakta. Dolayısıyla, endüstri 4.0 ile
işgücünden beklenen niteliksel değişimi gözlemleyebiliyoruz. Yapılan bazı
çalışmalar, teknolojinin ilerleyişinin yaratıcılık gerektiren işleri de zaman
içinde elemine edeceğini söylüyor. Henüz bu noktada değil dünya, ya da
yaygınlaşmış olarak bu noktada değil ama öyle gözüküyor ki bir gün buraya da gidecek.
Endüstri 4.0
ile beraber üretim yapılarında büyük değişimler yaşanırken firmalar için zaman
içinde maliyet avantajları da ortaya çıkıyor. Makinelerin üretimin her
aşamasında gerçekleştirdiği ölçümlemeler ve bu ölçümlemelerin sonuçlarını diğer
makinelere aktararak veri transferi gerçekleştirmesiyle zaman kayıplarının
azalması ve üretim firelerinin önemli boyutta düşürülmesi söz konusu
olabiliyor. Yukarıda da belirttiğim üzere, ortaya çıkan ürünlerin insan
yaşamına sunduğu katkı da çok büyük. Ancak, işin istihdam boyutunda geleceği
görmekte zorlanıyorum ki, bu noktada gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ve az
gelişmiş ülke ayrımının nasıl şekilleneceğini merak ediyorum.
Öncelikle,
endüstri 4.0 ile büyük kitleler işsiz kalacaksa ve ekonomilerde satın alma gücü
önemli ölçüde zayıflayacaksa, insan faktörünün bazı çalışmalarda öngörüldüğü
ölçüde yok edildiği bir ekonomik düzenin sürdürülebilirliği olamaz. Geliri
olmayan büyük kitleler satın alma gücüne sahip olamayacaksa, talep yetersizliği
söz konusu olacak demektir ki böylesi bir durumun sosyal boyutlarını da
düşündüğümüzde, başka bir ekonomik düzene geçişi bile konuşmak zorunda kalabiliriz
bir gün.
Endüstri 4.0’ı
en üst düzeyde kullanan ülkeler daha çok gelişmiş olanlar olacaktır. Endüstri
4.0’ın beraberinde getirdiği teknolojik değişimleri yönetenlere “iyi
taklitçiler” eklenecektir. Bunlar, yeni teknolojileri kendilerine süratli
adapte edebilen gelişmekte olan ülkeler olacaktır. Bu noktada, eğitim düzeyi
ister istemez ön plana çıkıyor. Madem ki belli bir süre için yüksek düzeyde
nitelik isteyen işler daha çok rağbet görecek ve rutine dayalı işler yok
olacak, “iyi taklitçi” olmak için de iyi eğitime ihtiyaç var. Uluslararası
alanda rekabet edebilmek için endüstri 4.0’ın getirdiği maliyet avantajlarından
mutlaka faydalanılması gerekecektir. Bunun için de, nitelikli eğitim ile
gerekli işgücünü üretimde devreye sokmak zorundasınız.
Türkiye,
teknoloji üreten, yaratan bir ülke olmadığı için “iyi taklitçiler”
kategorisinde yer almak durumunda. O en üst kategoriye çıkmak hiç kolay değil.
Çok ama çok uzun uğraşlar sonucu onlarca yıl ve hatta yüzyıllık süreçlerde
belki atlayabiliyorsunuz üst eşiklere. Bu nedenle, Türkiye’nin yaratıcı
konumunda olması olası gözükmüyor ama eğitimde nitelik üzerine yatırım yaparak
uluslararası rekabette söz sahibi olması gerekiyor.
İşsizlik Sorunu
Bu
sorunun cevabı eskiden çok netti: büyümek gerekir. Artık bu cevap geçerliliğini
yitirdi. Sadece büyüme ile işsizliğin önüne geçilemiyor. Elbette ki büyümenin
çok önemli katkısı güçlü bir şekilde halen yerinde duruyor ama özellikle
uluslararası rekabetin her dışa açık ekonomide giderek ağırlığını daha fazla
hissettirdiği ekonomik koşullarda nitelik artışı kaynaklı ekonomik büyümenin
işsizliği düşürmede çok daha etkin olmaya başladığı ortaya çıktı. Bunun için, pek
çok gelişmiş ülkede dahi devlet ve özel sektör kapitalist sistemin öngördüğü
gibi birbirlerinden uzaklaşmak değil, belli konularda yoğun işbirliği yapmak
durumunda oldular. Nitelik artırıcı planlamalarda özel kesim devletle beraber
gitmek zorunda. Planlama yapmak, mukayeseli üstünlükleri ortaya koymak ve ona
göre ilerlemek gerekiyor. Vizyon yaratmak için bu işbirlikleri şart. Ne tek
başına özel kesimin, ne de tek başına devletin bir anlamı var işsizliğin önüne
geçecek önlemlerin alınmasında. İstihdam yaratan büyüme için sadece büyümek yeterli
değil artık.
Yatırımcılar
Yatırımcılar,
her içinde bulunulan konjonktüre göre hareket etmek durumundalar. Burada, ancak
işin prensiplerinden söz edilebilir. Riski yayarak yatırım yapmak gerekiyor.
Riskin nasıl yayılabileceği konusunda karar vermek de kolay değil. Gündemi iyi
takip etmek ve konunun uzmanlarına başvurmak gerekiyor. Uzmanı da doğru seçmek
önemli. Bunu nasıl yapmak mümkün? Bilemiyorum. Benim en zayıf olduğum alan bu
aslında. Finansal okuryazarlık kavramı çok konuşulur oldu son dönemlerde. Temel
ekonomi konularına hakim olmadan finansal okuryazarlık nasıl mümkün olur
bilemiyorum. Yine temel bir prensip şu: en iyi fiyatla bir varlığı satın almak
ve en iyi fiyatla satmak ancak bir tesadüf olabilir. Bu olası “en iyi”
seviyeleri yakalamak hiç kolay değil. Yatırım da zaten böyle fazla spekülatif
meraklarla yapılırsa, bunun adı yatırım değil kumar olur. Finans piyasaları
“oyun oynama yeri” değil, yatırım yapma yeridir.
Ekonomist Adaylarına Tavsiyeler
Soruya
soru ile karşılık vermek isterim. Her ekonomi okuyan öğrenci bir ekonomist
adayı mı? Diş hekimliği bitirip diş tedavisi yapabiliyorsunuz, inşaat
mühendisliği bitirip inşaat yapabiliyorsunuz ama ekonomi okuyunca ekonomist
olmuyorsunuz. Ekonomi okuduktan sonra, ekonomist olmak için başka evrelerden
geçmeniz gerekiyor. Bunu, ekonominin diğer dallardan daha zor olduğunu iddia
ederek söylemiyorum. Ekonomi okumanın böyle bir özelliği olduğunu vurgulamak
için dile getiriyorum ekonomi okumanın bu yönünü. Ekonomiye yakın bir daldan da
örnek verelim. Örneğin, ekonomi okumayıp, sadece muhasebeye odaklanmış 2 yıllık
bir eğitim alınca muhasebeci oluyorsunuz ve hemen mesleği icra edecek noktaya
gelebiliyorsunuz. Fakat ekonominin böyle bir özelliği yok. Öğrencilerin bu
noktanın bilincinde olması gerekiyor profesyonel yaşamla ilgili beklentilerini
oluştururken.
Bugün,
iktisadi ve idari bilimler okuyan öğrencilerin maalesef geleceğin gözde
meslekleri arasında yerleri yok. Yalnız, uluslararası ilişkileri diğer iktisadi
ve idari bilimler dallarından ayrı tutmak lazım. Maliye, çalışma ekonomisi,
ekonometri, işletme gibi dallarda eğitim almak yerine ekonomi okumak çok daha
mantıklı duruyor. Çünkü ekonomi, hepsini kapsıyor. Profesyonel yaşamın içinde,
ekonomi eğitiminin öğrettiği bu alt dallara yönelmek mümkün. Neden 4 yıllık bir
eğitimin tamamında çalışma ekonomisi alanına yönelsin bir
öğrenci? Profesyonel yaşamın içinde bu alana rahatlıkla yönelebilir.
Mutlaka
ekonomist olmak gibi bir niyeti olan bir öğrencinin “ekonomist” unvanıyla
çalışacağı bir alana yönelmesi gerekiyor. Bunun dışındaki çalışma alanları,
ekonomist olarak çalışmaya izin vermiyor.
Ekonomist
olan bir kişinin sürekli diğer mesleklerin üyelerinden farklı olarak
yapacakları bir şey yok aslında. Maalesef ki ekonomist olmak, tahmin yapmanın
tüm zorluklarını içinde barındıran bir iş. Ekonomi, sadece ekonomi değil.
Bilimsel tasnifte, sosyoloji var üzerinde. Psikoloji, matematik, politika,
uluslararası ilişkiler gibi çok farklı alanlarla sürekli iletişim halinde ve
tahmin edilmesi imkânsız gelişmelerle bütün öngörülerin yerle bir olabildiği
bir zemin söz konusu. Ekonomi, sürekli olarak bir bilinmezlik tünelinde
ilerlenen, tahminlerin sonuçları üzerine hep varsayımlarla yaklaşılan ve kesinlik
arz eden sebep-sonuç ilişkilerini ortaya koymakta çok zorlanan bir dal. Bu
nedenle, çok okumayı, her şeyden haberdar olmayı ve dolayısıyla inatçı bir
takipçiliği gerektiren bir iş. Sürekli olarak, “acaba atladığım bir nokta kaldı
mı” sorusunu sürekli sorduran ve insanı fazlasıyla şüpheci hale getiren bir
profesyonel yaşam sunuyor ekonomist olmak. Böyle bir hayat, eğlenceli de
gelebilir. Ben, işin bu yanından hep keyif aldım ama bu kadar varsayımsal
konuşmayı gerektiren bir alanda, ekonomist olmayanlara bazı kavramları
anlatmakta hep çok zorlandım. Profesyonel yaşamda, bu kadar bilinmezliğin
getirdiği bir ortamda kararlar almak zorunda olmak, bazı riskleri de
beraberinde getiriyor.
Yorumlar
Yorum Gönder