Ana içeriğe atla

Kültürünü Kaybeden Muhafazakar Ülke

1980’li yıllardı. Özal iktidarı dönemiydi. 12 Eylül’ün sıkıyönetim günlerinin kasvetli havasında idi ülke. Diğer yandan, dünyaya açılmaya çalışıyordu. Özal, Türkiye’yi dünyaya entegre etme çabaları içindeyken, “telefonun girmediği köy kalmayacak” diyordu. Büyük alt yapı projelerine girişmişti ANAP iktidarı. Dönemin, dünyada esen neoliberal havası Türkiye’yi de etkilemişti.

1980’lerin gelişmeleri, Türkiye’nin yeni bir vizyonla dışa açılışı olarak değerlendiriliyordu. Bu, doğru bir değerlendirmeydi. Ekonomide, ithal ikamesi modelinden ihracata yönelik büyüme modeline geçiliyordu. Türkiye dışa açılıyordu, dünyayı kucaklamaya çalışıyordu.

Dışa açılmanın, telefonun girmediği köy bırakmamanın, altyapı yatırımlarının 1980’lerin koşulları düşünüldüğünde itiraz edilecek bir tarafı elbette yoktu. Ancak, yatırımlar yüksek bütçe açıkları yaratıyor ve yüksek enflasyona neden oluyordu. Türkiye’nin kısa vadeli sermaye bağımlılığının temelleri de o yıllarda atılıyordu. Bunlar, konunun ekonomik yönü.

Özal iktidarında önemli gelişmeler kaydedilirken, Türkiye’nin toplumsal vizyonu genişliyor muydu? Yenilenmeyi, ilerlemeyi gelenekselleştirecek bir toplumsal anlayış gelişiyor muydu? Toplum, gelişmeyi sürekli kılacak donanımları elde ediyor muydu? Toplumun özümsemediği değerler, her gelişmeyi kısa soluklu kılar, sürdürülebilirlik sağlayamazdı.

Türkiye’nin bugün yaşadığı siyasi, sosyal, kültürel olumsuzlukların ve kendisini “başarısız devlet” koşullarına götüren sürecin temellerini öncelikli olarak 1980’lerde aramak mümkündür.

ANAP iktidarı döneminde önemli yenilikler oluyor, Türkiye dış dünyaya açılıyor ve yeni bir vizyon kazanıyor gibi görünüyordu. Ancak, diğer yandan bedellerini yıllarca ödeyeceği ağır kültürel yaralar alıyordu.

Özal, kişisel olarak sahip olduğu vizyonu uygulamaya alıyordu ama topluma değil vizyon kazandırmak, ilerleyen yıllarda vizyon kazanmasını engelleyecek toplumsal değerlerin gelişmesine engel olacak bir felsefeyi topluma enjekte ediyordu. Türkiye’nin değiştiği iddia edilen bir cephedeki vizyonu bir başka cephede potansiyel olarak Türkiye’nin vizyonunu ağır bir şekilde karartıyordu.

Vizyonun karardığı noktalar, özellikle hukukta ve yönetim anlayışında idi. Hızlı ilerlemek ve gündemdeki projeleri bir an önce tamamlamak pahasına hukukun göz ardı edildiği, doğru yönetim ilkelerinin çiğnendiği bir dönem yaşanıyordu. Siyaset müessesesi içinde yaşanan kural tanımazlığın toplumdaki izdüşümü kültürel yozlaşma idi.

Özal, anayasanın bir kere ihlal edilmiş olmasında sakınca görmüyordu. Cumhurbaşkanı olduktan sonra, başbakan Mesut Yılmaz’ı atlayarak ANAP’ı yönetmeye devam etme çabaları aralarında gerginlik yaşanmasına sebep olacak noktalara uzanıyordu. Sonuca ulaşmak için her yolun mubah olarak görülmesi topluma kötü örnek teşkil ediyordu. Hukuk, ahlak ve yönetimde dejenerasyon adeta toplumun hücrelerine işliyordu.

Hukuk tanımazlık ve sağlıklı yönetim ilkelerinin yerle bir edilmesi, toplumun çeşitli çıkar grupları arasında yaşam şansı bulmanın bir yöntemi olarak benimseniyordu. Gelişmeler, siyaset dünyasında kleptokrasinin ortaya çıkmasına ve bu gayriahlaki davranışın toplumda yaygınlaşmasına neden oluyordu. Ahlaki bir çürüme ve bu ahlaki çürümeden gurur duyan kitlelerin yaratılıyor olması endişe vericiydi. Özal, Türkiye’nin o güne kadar gördüğü taşra burjuvazisinden kent burjuvazisine bir geçişi hayal ediyordu. Bunu da başarıyordu ama toplumun felsefi gelişimine ağır hasar vererek.

12 Eylül sonrasında demokrasinin askıya alınması ve içinde bulunulan feci günlere ek olarak eğitimde geriye gidiş de ortaya çıkmıştı. Devlet ne düşünürse, doğru olan oydu. Devletin sahip olduğu ideoloji, doğru olandı. Diğer ideolojilere yaşam şansı tanınamazdı. Dolayısıyla, eğitimde getirilen yenilikler eğitim alanların bir siyasi tahakküm altında düşüncelerinin şekillendirilmesini amaç ediniyor ve giderek bilimin kurallarından kopan, sorgulamayan nesillerin yetişmesine yol açan bir süreç çalışıyordu.

Anadolu, tarih boyunca sadece devletlere ve toplumlara değil, çok sayıda devletin ve toplumun medeniyet yaratma gücüne sahip olanlarına ev sahipliği yapmıştır. Anadolu coğrafyasında yeşeren devletler ve toplumlar kendilerinden önce bu topraklarda var olmuş devletlerin ve toplumların medeniyet yaratma gücünü miras alarak Anadolu potasında kendilerine yer edinmişlerdir.

Özal döneminin uygulamaları, ağır bir kültürel yozlaşmaya, dönüşüme ve çöküşe neden olmuş ama toplum tarafından durum böyle algılanmamıştır. Kültürel yozlaşma, bilimden giderek kopan ve 12 Eylül’ün verdiği hasar nedeniyle depolitize olmuş bir nesil yaratmıştır. Özal da ülkeyi bir gazete ve bir televizyon kanalıyla idare edebileceğini söyleyecek kadar demokrasinin temellerini göz ardı eden söylemlere tutunabilmiştir. Bu dönüşüme itiraz, toplumun çok sınırlı bir kesimi tarafından dile getirilmiştir.

Aydınlanmış insan sorgular. Haklarına, ödediği vergilere, adalete, eğitime, kültürel değerlere sahip çıkar. Bu özelliklere sahip toplumların değişen koşullara uygun olarak vizyonlarını yenileyebilme yetenekleri gelişir. Yani, devamlılık mümkün olabilir. 12 Eylül ve ardından Özal döneminin siyaseti ve siyasetin toplumu getirdiği nokta, toplumsal gelişmenin önünü tıkama potansiyeline sahip bir toplumun yaratılması olmuştur.

Vizyon sahibi bir lider, toplumun vizyonunun gelişmesini önemser ki Atatürk, kendi vizyonunu toplumsal gelişmeyi önceliklendirerek ortaya koymuş bir liderdir. Lider, toplumsal gelişmenin kalıcılığını sağlayacak felsefenin oluşmasına ve geliştirilmesine katkı sunar. Bunun tersi, ülkenin kaydettiği olumlu gelişmelerin kısa süreli ve geçici olmasına neden olduğu gibi, olası kötü yönetimler karşısında toplumu tepkisiz ve çaresiz bırakır. Sonuç, toplumsal olarak geriye gidiştir. İşin kötüsü, toplum içinde geriye gidişi tespit edecek kitlelerin de zaman içinde azalmış olmasıdır.

Zayıflayan eğitim kalitesi ve depolitize olmuş bir toplumun hak arayan, hesap soran, sorgulayan refleksleri zayıflamıştır. Bu noktaya gelmiş bir toplumu güçlü bir siyasi oluşumun veya siyasetçinin yönetmesi ve yönlendirmesi zor değildir. Türkiye’nin 2000’li yıllarının koşullarını hazırlayan zeminin temelleri 12 Eylül ile beraber Özal döneminde atılmıştır. Türkiye, medeniyet yaratma ya da bir medeniyet geleneğine ait olma özelliğini sadece 1980’lerde kaybetmemiştir ama çağın koşulları altında o güce ulaşabilme umudundan ve potansiyelinden hızla uzaklaşmıştır.

Özal’ın yepyeni bir vizyonun eseri olarak ortaya koyduğu projeleri önemliydi. Ancak bunlar, toplumun vizyon yaratma devamlılığını yok edecek ya da çok zayıflatacak başka uygulamaların gölgesinde kaldı.

Toplumlar, gelişmeyi, yaratmayı, ekonomide, sanatta, sporda, müzikte ve kültürün her dalında üretebilmeyi sürdürülebilir kıldıkça medeniyet yaratma gücüne ve geleneğine sahip çıkabilir. Hukuku çiğneyen, yönetim ilkelerini hiçe sayan, kleptokrasiyi toplumsal bir hastalığa dönüştüren, eğitimi bilimsellikten uzaklaştıran, demokrasiyi görmezden gelen süreçlerin sonunda toplumsal olarak bir vizyonsuzluk yaratılır. Toplumsal gelişmenin devamlılığı için esas olan toplumun vizyon oluşturabilme yeteneğidir. Aksi takdirde, bir toplumun kaderi sadece başa gelen siyasi iktidarın ne kadar iyi ya da kötü olduğuna bağlı hale gelir. Zira, toplumun kendisini yenileme dinamikleri neredeyse yok denecek düzeye inmiştir. Toplum, kendisine ait olan medeniyeti ve medeniyetin üzerinde oturduğu kültürü yaşatma ve ona sahip çıkma becerisini kültürel yozlaşma nedeniyle kaybedebilir. Nitekim Türkiye, böyle bir noktaya gelmiştir.

Toplumsal olarak gelişmenin temelinde kurumsallaşma durur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki reformlarla oluşturulan ve ilerleyen yıllarda yaratılan pek çok kurum Türkiye’ye önemli katkılar sunabilmiştir. Ancak, Özal döneminde temelleri atılan toplumsal felsefi duruş bozukluğu kurumsallaşmanın erozyona uğramasının yolunu açan bir toplumsal kültürün oluşmasına neden olmuştur. Hukuk ve yönetim ilkelerinde ağır yıpranma, ahlaki erozyon, kültürel yozlaşma Özal döneminin alt yapı projelerine eşlik etmiştir.

Yukarıdaki satırlarda dile getirilen gelişmeler 1990’lı yılların istikrarsız siyasi atmosferi ile daha da olumsuzlaşmıştır. Ayrıca, bugünün iktidarının 1990’lardaki söylemleri, Türkiye’nin bugün geleceği noktayı anlatıyordu. Zira, iktidara gelindikten sonra, vakti geldiğinde demokrasi tramvayından inilecekti. Laiklik ve İslamiyet bir arada olamazdı. Bir insan ya müslümandı ya da laik.

Bugünlere gidilen sürece önemli ölçüde desteği 1990’lı yıllarda özellikle akademi ve basın çevresinde yer alan ikinci cumhuriyetçiler ve daha sonra yetmez ama evet anlayışına tutunanlar verdi. Sahip olduğu kültüre ve değerlere dahi sahip çıkamayacak kadar bilinci yok edilmiş ve gelenekçi olan bir toplumsal yapıya ek olarak toplumu etkileme potansiyeli yüksek olan bu kesimlerin söylemleri hukukun yok olduğu, doğru yönetim prensiplerinin alt üst edildiği, kleptokrasinin hakim olduğu, ahlaki yozlaşmanın ülke tarihinde hiç görülmemiş bir boyuta ulaştığı, kurumların yok edildiği sürece önemli katkılar sundu.

İkinci cumhuriyetçiler ve daha sonra yetmez ama evet anlayışına tutunanların önemli bir bölümü 1990’ların çocukları ve gençleri için ülkenin entelektüel ve aydın olduğu düşünülen kesimlerinin temsilcileriydi.

Çok fazla bilgiyle donanmış olmak, entelektüel ya da aydın olmanın önemli ama yetersiz bir koşulu. Entelektüel ya da aydın olmak, tutarlı olmayı gerektirir. Tutarlılık, bilgilerin analitik bir süreçten geçirilerek, amaçların ve en azından elde edilmesi beklenen sonuçların birbirine yakın olmasını zorunlu kılar.

Demokrasiyi, kurumsallığı, ahlakı, hukuku, doğru yönetim ilkelerini savunarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerini dönemin koşullarını dikkate almadan değerlendirmek ve 1990’ların demokrasi tramvayı örneğini bilerek bugünkü sonuca hizmet etmiş olmanın hiçbir tutarlılığı bulunmamaktadır. Hatta, bu fikirlerin temellerini atanların ihtilal girişimlerinin liderlerine danışmanlık dahi yapmış olmasının tutarlılıkla açıklanabilir tarafı yoktur. Bu anlamda, 1990’ların çocuklarının ve gençlerinin gözünde entelektüel ya da aydın gibi algılanmış bu kesimlerin entelektüellik ya da aydınlıkla herhangi bir ilgileri bulunmamaktadır. İçlerinde, pişmanlık yazıları yazmış olanları da dahil olmak üzere. Bu kesimin içinde yer alıp iktidara yakın noktalarda resmi görev almış olanların durumlarını ise ancak başka analiz sonuçları ile açıklamak mümkündür.

Türkiye, giderek otokratikleşen bir yönetim altında ağır bir ahlaki çöküşün sonuçlarını yaşamaktadır bugün. Demokrasi, kurumsal çöküşün etkisi altında çok ağır hasar almış bulunmaktadır. Toplum, yıllardır süren zayıflayan ve başkalaşan eğitim politikaları altında düzenli olarak bilgisizleşmiş ve bilinçsizleşmiştir. Örneğin, çarklarının sağlıklı işlediği bir ekonomik düzeni talep etmek yerine hibe alarak yaşamayı kabul edebilmiştir. Toplumun bir parçası olmak vasfıyla iş dünyası sağlıklı bir ekonomik yapı ve reform talep etmek yerine kısa vadeli sermaye bağımlılığını kabul edebilmiştir.

Türkiye’nin toplumsal yapısında konsensüs ya da sosyal kontrat oluşturamama sorunu her zaman var olmuştur. Ancak, popülist politikaların bir sonucu olarak oluşan kutuplaşma – ki bu sürece toplumun ahlaki yozlaşması ve kültürel erozyonu destek vermiştir – sosyal kontrat oluşturabilme olasılığını ortadan kaldırmıştır. Gelinen noktada, herhangi bir terör saldırında dahi birbiriyle kavga edebilen, spordaki milli bir başarıda dahi beraber sevinemeyen, orman yangınlarında dahi ortak hareket etme yeteneği olmayan ve sahip olduğu kültürel değerlere sahip çıkma refleksini kaybetmiş bir toplum bulunmaktadır.

Siyaset ve kendisini toplumdan kopmuş, ayrı bir zümre haline getirmiş siyasetçiler gelinen bu noktanın sorumlusudurlar. Bir yanda iktidarı, diğer yanda hiçbir başarısı olmayan muhalefeti ile.

Not: Her toplumda, içinden geldiği topluma katkı sunmak isteyen insanlar ve topluluklar vardır. Ancak, bazı toplumların genel olarak sahip olduğu değerler, toplumu için idealleri olan  bu insanlara şans tanımazlar. Tolstoy’un Bir Toprak Sahibinin Sabahı başlıklı öyküsünü bu çerçevede tavsiye ederim. Belki pek çok insan, kendinden birşeyler bulur bu öyküde.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo