Ana içeriğe atla

Bir Kavram Olarak Kabataş ve Oktay Tuncer

Okul yıllarında size anlatılan konuların çoğunu okuldan sonra da öğrenebilirsiniz. Özel ilgi alanınıza giren konularda kendinizi geliştirecek yöntemler bulup, birşeyler öğrenmek için çaba harcayabilirsiniz. Fakat, eğitim adı verilen kavram teknik bilgilerin çok ötesinde bir içeriğe sahiptir. İçinde felsefe vardır, yaşama karşı ve yaşamın içinde bir duruş vardır, karakter vardır, ahlak vardır. Lise yıllarında çok ilgimizi çeken konular, hayatın içinde ilgi odağımızın dışında kalabilir ya da hiç ilgimizi çekmemiş konular zamanla en fazla ilgilendiğimiz konulara dönüşebilir. Bunların hepsi “öğretim” kapsamına giren başlıklardır ama “eğitim” başka bir şeydir.

Oktay Hoca’yı uğurladık bugün. Fiziki olarak uğurladık. Aykut Kerem Gülenç ile beraber ellerimizle bıraktık ebediyete kendisini. O’nu artık göremeyeceğiz. O’nunla konuşacağız ama kendisinden cevapları, bize bıraktıklarında bulacağız. Oktay Hoca yaşayacak, yaşamaya devam edecek. Bu anlamda, değişen fazla bir şey yok aslında bundan sonrasında.

Oktay Hoca’yı bize edebiyat anlatan öğretmen sanıyor herkes. İlginç bir şey söyleyeceğim ama Oktay Hoca edebiyat öğretmenimiz değildi. Şunu kabul ediyorum ki Oktay Hoca’dan dolayı edebiyatı sevdim ama Oktay Hoca’nın lise yıllarıma sığdırdığı edebiyat bilgisinden daha fazlasını yaşamın içinde kendim edindim.

Oktay Hoca benim edebiyat öğretmenim olsaydı, ben edebiyatı bu kadar çok sevemezdim.

Oktay Hoca bize edebiyat anlatırken düşünmeyi öğretti. Sorgulamayı öğretti. Düşünürken ve sorarken edinilen bilginin ahlakla birleştirilerek nasıl kullanılacağını gösterdi. Sadece anlatmakla kalmadı. Anlattıklarına hayattan örnekler getirdi. Örnekleri sınıfta yaşattı. Yaşadıklarımızın aracı olan şey, bazen tiyatro, bazen bir kitap, bazen sınıf içinde bir sohbet, bazen bir hikaye, bazen bir roman ya da şiirdi.

Matematik ve edebiyatın arasındaki bağlantıyı vurgulaya vurgulaya örneklerle gösteriyordu ki yaptığımız şeyin bilim dilinde matematiksel soyutlama olduğunu daha sonra anladım. Hatta, 20’li yaşların başındayken başladığım düzenli yazı yazma faaliyetlerim sırasında kafamda beliren matematiksel kurguda farkettim Oktay Hoca’nın matematiksel soyutlama anlatmış olduğunu. Bilim felsefesini anlatmış meğer bize. Konu Abdülhak Hamit’tir, Tevfik Fikret’tir, Falih Rıfkı Atay’dır ama konuların içinden örnekler alınır, geri çekilir, arkada duran başka bir boyutta kavramsallaştırılır ve kavramsallaşan bilgi için “buyurun artık sizindir bu bilgi” der ve dersi bırakır. Bu, “sizindir” kısmını anlamak elbette zaman almıştı. Ama, eğitim hayatının içinde, profesyonel yaşamda daha çok farkettim Oktay Hoca’nın ne yaptığını.

Oktay Hoca ile bir sohbet sırasında mezuniyetten çok sonra anlattım kendisinin yaptığı ile ilgili keşfimi. Doğru anlamış olup olmadığımı sordum. Tebessüm etti ve “ben size sadece matematikle bağlantı var deyip örnekler sundum” dedi ama tebessüm, mesajı vermişti. Her zaman böyle yapardı zaten.

Kavramları öğrenen, bilgiyi nasılsa elde ederdi. Amaç, hep ileri gitmek olmalıydı. Bir sınavdan altı aldığımı ve bir sonraki sınavdan beş aldığımı hatırlıyorum. Neden hatırlıyorum bu detayı? Beş aldığım sınavdan sonra Oktay Hoca başıma geldi ve durdu. Dirseğini omuzumuza yaslayıp kulağımıza eğilip birşeyler söylerdi bazen. Eğildi ve dedi ki, birşeyi merak ediyorum. Soru soran kaygılı gözlerle ağzımı dahi açmadan bir nevi “nedir” dedim. “Neden bu altı, yedi yerine beş oldu” dedi. Başka da bir şey demedi.

Aradan yıllar geçti ve “en iyi öğrencilerimdendin” dedi. Şaşırdım. Oysa, yedi dahi görmemiştim Oktay Hoca’nın öğrencisi olarak. Demek ki notla ilgisi yokmuş iyi öğrenci olmanın. Hayatın içinde de hep takip etti bizi. Ne yaptığımızdan, neler yaşadığımızdan haberdardı. Yine haberdar olacak. Her zaman olduğu gibi, konuşacağım.

Gençlik yıllarımızda babam, “her sabah traş olurken aynada kendi gözünüzün içine dimdik bakabilecek karakterde adamlar olun” derdi. Aynı şeyi sınıfta bize söyleyen de Oktay Hoca idi.

Hayatta ahlaklı insanlar olarak dik durmayı, hep ileri gitmeyi, yaşamın felsefi bir duruş olduğunu öğrendik kendisinden. Öğrenmeyi öğrendiğimiz için geçmişte, bugün ya da gelecekte ilgi alanımızda olan ya da olacak konuların bir önemi yoktu. Öğrenir, yapardık nasılsa.

Kabataş’tan aldığımız felsefe ile her gün kendimizle hesaplaştık. Felsefi duruşumuzu belirledik hayata karşı. Abartılı gelebilir ama gerçekten hergün.

Dün, telefonlaşıyoruz Kabataşlılar ile. Çok kişiyle telefonlaşıyoruz ama hiçbiri ile konuşamıyoruz. Ses çıkmıyor. Kapatıyoruz telefonları. Arada hıçkırıklar ve katılmalar.

Büyük bir değerimizi yitirdik. Bizler, O’nun iyi yürekli çocuklarıydık.

Oktay Hoca, temsil ettiği değerler nedeniyle gözyaşlarıyla uğurlandı. Kaybolan, yok olmuş ya da yok olmaya yüz tutmuş toplumsal ahlaki duruşun yalnızlığını hissederken, öksüzlük hissi basıverdi bir anda. İyi yürekli çocukların olarak devam edeceğiz bu değerleri temsil etmeye. Sınıfta, öğrencisine kendisini eleştirten, uygun dili, bilimin dilini kullandığınız sürece konuşamayacak hiçbir konumuz olamaz deyip herşeyi ama herşeyi bize sınıfta tartıştıran bir gelenekten gelince, bugün zorlanıyor ve öksüz hissediyorsunuz kendinizi. Oktay Hoca, bir değerler bütününü temsil ediyordu.

Bugün her yer siyah. Ama, yarın sabahtan itibaren yeniden kırmızı siyah.

Oktay Hoca ve Kabataş’ın, Kabataş’ı bir okulun çok ötesinde kılan ve bir “kavrama” dönüştüren merhum ve hayatta olan öğretmenleri. Bugün, Oktay Hoca nezdinde hepinize selam olsun. Kabataş bir gün ve bazen Oktay Tuncer’dir, bazen Aysen Erensoy’dur, bazen Oya Aksoy’dur, bazen Mehmet Genç’tir, bazen Mustafa Özay, bazen Hasan Özak, bazen Behçet Necatigil, bazen Zeria Bali, bazen Kemal Gürsan, bazen … niceleri. Hepsiyle beraber, Kabataş bir “kavramdır”.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo