Ana içeriğe atla

İnsanın Doğası Çerçevesinde Sanat ve Medeniyet

Doğada duyduğumuz seslerin belirli bir sistematik düzene sokulmuş halidir notalar. İnsanın doğadan aldığını, ruhunu ve aklını katarak doğaya geri vermesidir müzik. Sanat, insanın içindeki "iyiyi" dışarı vurmasıdır. O halde sanat ve onun yaratıcısı insan sanat yoluyla hep iyi olana mı hizmet eder?

Sanat, insanın estetik özelliklerinin dışa vurumudur. Estetik, insanın iyi olanı temsil eden yönüdür. Ama bir de kötü var insanın içinde. Bu iyi ve kötü, aynı ruhta, beyinde ve bedende bir arada olabiliyor. Daha doğrusu, oluyor. Şiirin, faşizmin propaganda aracı olarak kullanılmasını bu iyi ve kötüyü bir arada tutma özelliği olarak görmek mümkün.

Nüve, herhangi bir şeyin doğasını meydana getiren kaynaktır. İnsanın nüvesinde iyi tarafı olan estetik ve kötü tarafı olan vahşet, yıkım, acımasızlık, bencillik, v.s. de var. İyi ve kötü, her bireyde farklı derecelerde barınıyor. İyinin ve kötünün tanımlanmasında tüm insanlığın tarihte mutabık kaldığı tanımlamalar yok. Tarihsel dönem ve toplumların kendi içlerinde birbirlerini etkileme süreçleri tek ve doğru bir tanımın yapılabilmesini imkansız kılıyor. Tarihsel süreçlerde, genel kabul gören fikirler ve yaklaşımlar dönemsel olarak ortaya çıkıyor ancak.

Doğasında estetik ve estetikle beraber sanat üretebilme gücü olan insan yıpratma gücünü de aynı bünyede barındırıyor. Nüvesinde, yani doğasının kaynağında hissetme ve düşünme gücü var. Benim iyi olanı tanımlama eğilimim estetik ve sanattan yana. Bu kaynağın yönleniş biçimiyle insanlık iyinin ve kötünün arasında sürdürüyor var oluş macerasını. Yönleniş, var oluşunun şeklini, formatını, biçimini belirliyor ve ortaya koyuyor.

Hangi yönün her bireyde ağır bastığını aile içinde yaşanan ve yaşatılan kavramlar, okul yaşamında sindirilen anlayışlar ve yaşam boyunca sosyal çevrelerde etkisi altında kalınan kişilerin ve toplulukların hisleri ve düşünceleri belirliyor.

Medeniyetler, iyi olana yaklaştıkları ölçüde doğabiliyor, gelişebiliyor ve olgunlaşabiliyor. Medeniyet kurmak ile topluluk oluşturmak, ülke yaratmak, devlet kurmak arasında çok büyük farklar var. Medeniyet kurabilmek, diğer yapılanmalardan çok daha derin, çok daha karmaşık, çok daha yaratması zor ve uzun bir sürece işaret ediyor. Yeryüzü çok sayıda ülkenin kuruluşuna ve yok oluşuna tanıklık etti ama çok daha az sayıda medeniyetin kuruluşuna ve yok oluşuna ev sahipliği yaptı. Toplumların niteliksel yaşam döngüleri, medeniyetlerin varlığının, kalitesinin ve ömrünün belirleyicisi oluyor.

Antik Yunan tragedyalarında öldürme, vahşet, kanlı olaylar gibi insanın doğasındaki kötü olan özellikler sahnedeki koro tarafından bildirilir ama oyuncular tarafından canlandırılmazdı. Yani, tarihin önemli medeniyetlerinden birini kurmuş olan Yunan'da, kötü olanın sanat yoluyla sahnelenmesi istenmemiş. Toplum içi etkileşimde kötü olan, arka plana atılmış. Aiskylos, Euripides, Sophokles gibi tragedya yazarları tercihlerini iyiden yana kullanmışlar. Başka bir anlatımla, örneğin şiirin faşizme alet edilmesi gibi iyi olanın kötüye hizmet etmesini istememişler.

Araplar da bir altın çağ yaşadılar. Bilime ve sanata, yani iyi olana hizmet ettiler bir dönem ama sonra yarattıkları medeniyeti medeniyetsizleştirme sürecine soktular. Bugün içinde bulundukları durum da ortada. Süreç, iyiyi üretemeyen ve ona hizmet edemeyen bir karanlığa sürükledi onları ve çıkamıyorlar o karanlıktan.

Avrupa, Rönesans ile çıktı müthiş bir karanlıktan. İnsanın hissetme ve düşünme gücünü doğasındaki estetiği ve sanatı güçlendirsin diye kullandılar. Bugün, müzelerinde izlemeye doyamadığım resimleri, heykelleri ve konser salonlarında dinlemeye doyamadığım müzik bestelerini yarattılar.

İnsan topluluklarının bireysel nüvesindeki hisleri ve düşüncelerinin iyi olanları, sosyal etkileşim süreçleri sonucunda kolektif bir şekilde iyi olana dönüşebildiği sürece medeniyetler yaratılabiliyor ve geliştirilebiliyor.

Toplumların kolektif tercihleri, zaman içinde iyiden kötüye ya da kötüden iyiye de kayabiliyor. Kötü olanın ağır basması sonucu örneğin Hitler iktidara gelebiliyor ama nüvesindeki hissetme ve düşünme gücünü doğasında iyi olanı hakim kılmak için uzun bir süre seferber etmiş olan bir toplumsal etkileşim hızlıca iyi olana dönüşü sağlayabiliyor. Alman toplumu, bunun bir örneğini sunuyor.

Toplumsal yaşam döngüleri çok uzun ve bireysel yaşam döngüleri iyi olana da, kötü olana da ya da her ikisinin arasında yaşanan bir sürece de denk gelebiliyor. Önemli olan, bireyin kendi yaşam döngüsünde iyiye hizmet etmiş olarak içindeki his ve düşünce nüvesini doğasında yansıtabilmesi. Zira, uzun bir medeniyet yolculuğunda yaptıklarının sonuçlarını çoğunlukla göremiyor birey. Arkadan gelenler ise, medeniyetten, iyiden, kötüden, türünün hislerinin ve düşüncelerinin tarihinden hiç haberi olmadan "sıfırdan" başlıyor her şeye.

Yorumlar

  1. iyi ve kötü kavramları benim için bir şey ifade etmiyor ama şairler en büyük yalancılardır bu anlamda berbat yalancılar olan siyasetçilerin şairlerin ürünlerini kullanması kabul edilemez :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo