Ana içeriğe atla

Yazıklar Olsun Kalemini Satanlara

Her yazan, çizen, biraz mürekkep yalayan aydın mıdır? Biraz entelektüel yönü fazla olan herkese aydın demek mümkün müdür? Her yazar, edebiyatçı, felsefeci, gazeteci, v.s. yani işi okumak ve yazmak olan herkes dünyanın ya da en azından kendi etki alanının gelişmesi, ileriye gitmesi için çaba gösterir mi ya da göstermek zorunda mıdır? Nedir toplumların bu şahsiyetlerden beklentisi? Tüm bu soruların cevabı, aydın olmak, gelişmek, ileriye gitmek gibi kavramlardan hangi kitlenin ne anladığına bağlı olarak değişir.

Ezra Pound'un faşist olmasını anlamak zordur. Edebiyatın teknik yönü ile içerdiği ideoloji farklı niteliksel seviyelerde bir görünüm ortaya koyabiliyor. Oysa, aydın insanların demokratik ve hümanist olduğu gibi bir yargıyla ve çok okuyan, çok yazan insanların aydın insanlar olduğu gibi yanlış bir düşünceyle eğitilmiştir çok insan.

Toplumun aydın sandığı ama aydınlıktan hiç nasibini alamamış çok sayıda yazar tarihte var olmuştur. Bugün de çok sayıdalar.

Aydın olmanın belirleyicisi, her alanda taşınan değer yargılarıdır ve teknik değildir. Faşizme ideolojik olarak bağlı bir yazara aydın demek mümkün müdür? Bir Heidegger örneği de ele alındığında, Heidegger’i nerede görmek gerekir? İdeolojisinde demokrasi, fikir özgürlüğü, insan haklarına ve doğaya saygı, hukukun (yasaların değil) üstünlüğü olmayan, bilimsel bulguları referans almayan yazarlar aydın olabilir mi?

Aydın olmaya zemin hazırlayabilen hangi ideolojiden ve faaliyet alanından olursa olsun her yazarın, kimsenin himayesinde olmadan, kimsenin adamı olmadan fikirlerini beyan etmesi ahlaki içerikli bir konudur. İdeolojinin dışında, ahlaki değerler ve tutarlılık da aydın olmanın koşuludur.

İdeolojik eksende uzlaşı sağlanamasa bile, fikirlerini tutarlılık ve ilkeli bir duruş ile savunan, kimsenin adamı olmamış yazarlara saygı duyulur, duyulmalıdır. Bu saygı, dürüstlük, ahlak, şahsiyet, adalet, başı dik olmak gibi kavramlarla yaşayan herkesin savunması beklenen bir yaşam duruşunu ifade eder.

Ancak, bir yazar hakkında saygıyı yitirmenize sebep olacak ispatlar da ortaya çıkabilir ya da söz konusu yazar, yazılarıyla saygınlığını başka bir ispata  gerek kalmadan yitirmiş olabilir.

Yazıları, kitapları, makaleleri okunan, konuşmaları dinlenen bir yazar, kullandığı teknik ya da sahip olduğu ideolojisiyle ya da her ikisiyle toplumun belli kesimlerinde etki sahibi olmuş olabilir. Zira, dil, edebiyat, yazı gibi neredeyse ölümsüz bir gücün estetik bir kullanımı okuyucuyu etkisi altına almış olabilir.

Türkiye, toplumsal entelektüel zekasını son yıllarda hızla yitirdi. Bunun yanısıra, çok sayıda yazar ünvanlı kişinin ahlaki duruşunu da yitirdiğini ya da zaten yitirilmiş olan ahlakın bugün gün yüzüne çıktığına tanıklık etti. Türkiye, bu insanlarla bugün olduğu gibi, geçmişte de tanıştı.

Yıllar önce, Berkeley’de bir kitapçının rafları arasında dolaşırken, “Poems for the Millennium” başlıklı bir kitap görmüştüm. Merak edip içine baktığımda, Ezra Pound, Mallarme, Stein, Rilke, Tzara, Mayakovsky gibi isimlerin arasında Nazım'ı da görmüştüm.

Nazım'a saygım Kaliforniya Üniversitesi/Berkeley tarafından basılmış bir eserde bin yılın şairleri arasında Nazım'ı da görmemle bir sevince dönüşmüştü. Fikirleri yüzünden ülkesinden ayrılmak zorunda kalan, kendisine kurulan bir komplo sonucu mecburen soluğu Moskova'da alan ve vatan haini ilan edilen Nazım. Aynı Nazım'ın ilk okuduğumda beni şaşkına çeviren ve aşağıdaki dizelerle son bulan bir şiiri vardır:

"Koca göbeklerin RUSEL kuşşağı sen,

sen uşşak murabbaı,

sen uşşak mik'abı,

satılmış uşşakların aşşağı sen!!!"

Yıllar önce, Türk toplumunda kendisine okuyucu bulabilmiş Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Yusuf Ziya Ortaç, Cemal Kutay, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve İbrahim Çallı gibi bazı isimlerin kendi dönemlerindeki iktidara kalemlerini sattıkları haberini okumuştum. Tekniğini beğendim ya da beğenmedim, ideolojisini paylaştım ya da paylaşmadım ama bir yazar kalemini nasıl satabilir diye düşünmüştüm. Edebi yönü geçtim ama saygınlık, onur ve haysiyet bambaşka kavramlar. Bu kişiler, dönemin hükümetinden para dilenirken, başta Nazım olmak üzere pekçok başka kalem sahibi yoksulluk içinde eserler vermeye çalışmaktaydı.

Nazım'a neden saygım vardır? Kalemini satmadığı ve satmamak için hasret ve acı çektiği için. Kendisini bin yılın şairleri listesinde gördüğümde yaşadığım sevincin boş olmadığını bir kez daha anladığım için. Ama, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu, Yaradana Mektuplar'ı, Kürkçü Dükkanı'nı, v.s. okumuş olmaktan dolayı pişmanlık duyduğumu hissetmiş olmanın da zaman kaybı üzüntüsü söz konusu.

Ve, yukarıdaki dizeleri enteresandır ki Nazım kim için yazmıştır? Peyami Safa.

Yazıklar olsun kalemini satanlara. Çalıyor ama iş yapıyor diyerek oy kullanan bir toplumda tarih, tekerrürden ibaret.

Yorumlar

  1. ölümsüz bir gücün estetik bir kullanımı
    Bu gibi vurucu kelime obeklerini kalin punto yapar misiniz?
    Çok güzel ve anlamli bir yazi olmuş.
    Yorumlayayim denilse her tarafindan eksik kalacaktır.
    Teşekkürler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim. Ancak, vurucu dediğiniz noktalar biraz sübjektif değil mi? Bunu ben yapmasam da okuyan kendi karar verse daha iyi olmaz mı?

      Sil
    2. Tabiki nasıl uygun görürseniz.

      Sil
  2. Okurken sayfanin bas kısmında abone ol widgeti cok yer kaplıyor, onu oradan kaldırıp acilir menuye ekleyebilirseniz çok daha iyi bir okuma deneyimi sunar.
    Teşekkürler.

    YanıtlaSil
  3. Bir tane daha istegim olabilir mi?
    Mobilden okurken sitenin basligi tam gorunumuyor mobilde baslik punto ayari var. Onu 8-10 yapabilirseniz tam gorunur.
    İlk harfler buyuk sonrasi kucuk olursa daha güzel yerlesir.
    Satir araligi cok iyi olmus.
    Anlayisiniz icin tesekkur ederim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bunu da deneyeyim. Ancak, mobil uygulamada ben çok normal gördüğüm için bu haliyle bırakmıştım. Yine de bir bakayım ama. Teşekkür ederim.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo