Sanki
bir taş plaktan geliyor boğuk bir ses. Kıvırcık saçlı kadın Yunanca söylüyor
şarkısını. Birkaç sokak öteden geliyor kadının sesi. Mübadele
zamanında kaybetmiş annesini. Dayanamamış hasretliği tahayyül etmeye bile.
Unutamıyor hala o itilmişliği ve annesini Adonia. Çocukluğunun akşamları aklına
geldikçe gözlerinden süzülen yaşlarla tıngırdatıyor udunu isyan ederek.
Kasabanın sokakları, buzuki ile udun birbirine karışan sesleriyle
yankılanırmış bir zamanlar. Mübadeleyi falan görmemiş daha o zaman kimse.
Başlarına neler geleceğinden habersiz ve de umarsızlarmış onca fakir fukaralığa
rağmen. Arada Türkçe de söylenirmiş şarkılar. Karşılıklı atışırmış
birbirlerinin dilinden şarkılarla mahalleler. Sonra, patlatırlarmış dansları
hep beraber. Vur patlasın, çal oynasın. İçinde erik ve buz, rakı
kadehleri kalkarmış havaya sakız gibi bembeyaz örtülerin üzerinden
sofralarda. Çınar ağaçları ve bir de gemici fenerleri asılı dallarda.
Fakirlikmiş, fukaralıkmış, keyifli Ege akşamlarında kimsenin umurunda değilmiş.
Masa hizasının altındaki boylarıyla parmak uçlarına uzanıp çalarlarmış sofradan
dutları. Sonra kaçıp saklanırlarmış yakalanmasınlar diye. Köşe bucak saklanıp,
çenelerinden sularını akıta akıta yerlermiş çaldıkları meyveleri. Ana baba
korkusu varmış aslında ama eğlencesine değiyormuş durum çakılınca yenen birkaç
tokadın.
Bir ucunda kilise, diğer ucunda cami. Her dini bayramda bir mahalle diğerine
konuk olurmuş. Hasan varmış sürekli ortalıkta dolanan. Mahallenin delisi Hasan.
O'nu da giydirirlermiş tertemiz her bayramda. Kimin bayramı olduğu önemli
değilmiş. Maksat, Hasan'ın keyfini yerine getirmekmiş. Gevrek gevrek gülüşüyle
anlatırmış mutluluğunu Hasan. O gülünce, herkes gülermiş.
Khiristos'un "batırdınız ulan kapının önünü hergeleler" diye
bağırtısıyla anlarlarmış akşamüstü olduğunu. Cumbadaki sedire, pencereden etrafı
seyretmeye hep aynı saatte gelirmiş Khiristos. Kendisini kızdırmak için kapı
önüne toplanan çocukların bıraktıkları ay çekirdeği çöpleri her akşamüstü
attırırmış tepesini istisnasız.
Adonia'nın peşine düşer olmuş mahallenin erkekleri. Genç kızlığa girince,
bir başka olmuş O'na mahallenin havası. Analar, babalar tedirginmiş ya kızları,
oğulları kaptırıverecek olurlarsa gençliğin ateşine kendilerini diye. Akşam
yemeklerinde göz göze gelmeler, utangaç gülücükler... Zamanla birbirlerine
karışmışlar. Kimsenin ne dili, ne de dini umurundaymış. Çocukluktan gençliğe,
gençlikten yetişkinliğe, bir ömürlükmüş dostluklar.
Siya siya kürekleri çekerek girermiş mendirekten içeri İbrahim Kaptan.
Dalgaların hışmından kurtulup, salarmış kürekleri. Parmaklarının ucunda
sallandırırmış tuttuğu balıkları kıyıda kendisini bekleyen çocukları
heyecanlandırmak için. Akşamın batmaya yüz tutan güneşinde parlayan pullardan
seçilmezmiş balıklar uzaktan. Kovada çırpınırken bağrışırmış çocuklar istavrit
diye.
"Ne para, ne pul. Ne de dert, tasa. Ne geliyorsa karşımıza onu yaşardık
olduğu gibi" diyor Adonia. Bir gitmiş, bir daha kendine gelememiş. İbrahim
Kaptan'ı son gördüğünde caminin avlusundalarmış. Son katıldıkları cenazede.
Önce sofraların tadı kaçmış, ahengi bozulmuş. Şarkılar susmuş. Kimsenin ne
yüreği, ne de eli gider olmuş uda, buzukiye. Sessiz bir tedirginlik hüküm
sürmüş mahallelerin havasında. Sonra, sonra demişler ki "ülkenize
gidiyorsunuz". Hangi ülke diye soracak olmuş Adonia, susmuş ama. Adının
Adonia olduğunu ilk kez anlamış o gün. Ayşe değil, Fatma değil. Adonia!
Khiristos ağlamış. Mahallenin kızgın, inatçı yaşlısı ay
çekirdeği dağıtmış çocuklara. Yesinler diye değil, eksinler diye ama. Aksi
bir şaşkınlıkla bakmış çocuklar ellerindeki ay çekirdeği külahlarına.
Anlamamışlar olup biteni. Ne Mehmet, ne de Dimitri. Dönüp dönüp Adonia'ya
bakıyormuş sulanmış gözlerle Khiristos: "Adonia, anlamıyorum neden
gidiyoruz toprağımızdan? Neden kopuyoruz köklerimizden? Ben kime ne yaptım ki?
Şuracıkta oturup bakıyordum etrafa. Bazen biraz fazla çıkıyordu sesim kabul.
Belki fazla kızıyordum hergelelere ama temizlemesi bana düşüyordu sonra her
yeri. Ah Lena ah! Sen ölmesen gelir miydi bunlar başıma?"
Adonia, şuursuzca kızmış Khiristos'a o gün. Kendi derdi kendine yetiyormuş.
Sonradan üzülmüş kızdığına ama aklında İbrahim Kaptan varmış. Herkes bir
şeyin derdinde. Çil yavrusu gibi ortada. Adonia da kendisini neyin beklediğini
bilmediği bir maceraya uzanıyormuş. Korkak, çocukça ve annesinin kollarına
sığınmak istercesine. Söylentiye göre, "ülkeniz" lakırdısını
duyduktan birkaç gün sonra ölmüş kahrından annesi. Yüreği kaldırmamış bu
ızdırabı. Adonia, "hiç değilse O kendi toprağında kalacak" diye
teselli etmeye çalışıyormuş kendini.
Bir ara udundan kaldırdı kafasını. Uzaklara baktı. Cigarasından bir nefes
çekti. "Bak bir de bu şarkıyı çok söylerdik" dedi. Karşı kıyıya
gönderircesine başladı yine udunu çalmaya. Kim bilir karşıdan neler
gönderiyorlardır diye mırıldanarak tebessüm etti.
Not: Bugüne kadar dinlediğim mübadele dönemi anılarından hayalimde
kalanlarla yazılmıştır bu hikaye.
Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko
hikaye degil tamda bu idi kaleminize saglik
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim. Çok haklısınız. Yazdıklarım, gerçek olaylardan. Ben, anlatım üslubunu hikaye olarak tercih ettim.
Sil