Ana içeriğe atla

Shakespeare & Company

Uzun saatlerimi üniversite kütüphanesinde geçirdikten sonra, yorgunluğumu hissediyorum. Hava kararmaya başlıyor. Café Strada’dan kahvemi alıp ince ince atıştıran yağmurun altında yürümeye başlıyorum. Hava serin ama uzun saatler çalışmanın yorgunluğunu büyük bir keyifle atıyorum yürürken. Kahvenin sıcaklığı ile elim ısınıyor.

Önünden geçtiğim dükkanlardan gelen kokular iştahımı kabartıyor. Bir dükkanın önünden geçerken, içeriden aniden çıkan birkaç öğrenciyle çarpışmamak için duruyorum; kafamı kaldırıyorum. Bu dükkanın içinden gelen kokular bir başka kabartıyor iştahımı. Tereddüt etmeden dalıyorum içeri.

Yıllanmış saman kağıtlarının tozla karışık kokusu zeminin eskimiş ahşap kokusuyla karışıyor. Her taraf kitap dolu. Raflar, tüm duvarları kapatmış. Orta yaşlı bir kadın elinde bir listeyle dolaşıp, merdivene çıkıp kitaplar yerleştiriyor raflara. Bazı kitapları da dükkanın kasasının yanında tasnif edip birşeyler söylüyor kasada duran genç adama. Ev, kütüphane, kitapçı dükkanı karışımı sıcacık bir havası var ortamın. Müdavimi oluyorum kitapçının. Berkeley’in Telegraph Avenue kültürüne çok uygun kitapçının salaş havası.

James Joyce bir farklı sunuluyor okuyucuya burada. Anlamıyorum nedenini ve henüz haberim yok o dükkana girdikten sonra keşfedeceklerimden. Kitapçının girişindeki tabelada bazı şehirlerin isimler var: Paris, Bogota, Berkeley, ...

1996'yı 1997'ye bağlayan yılbaşı için Paris'teyim. Cenevre'de başlayan yeni yaşamımın ilk günleri. Trenle üç buçuk saatte kendimi Paris’e atıveriyorum. İnsanın içini donduran bir kış yaşanıyor Avrupa’da. Her yer donmuş. İnsanlar, sıcak bir yere sığınmak için hızlı hızlı yürüyor sokaklarda.

Saint Michael Bulvarı üzerinde, Jardin Luxembourg'un büyük giriş kapısı önündeki sokak çeşmesinin donmuş suları şaşkınlık uyandırıyor. Su, akarkenki haliyle buz kütleleri halini almış. Soğuğa aldırmadan ama hissederek yürüyorum. Notre-Dame’ı geçiyorum. Artık bir bahane üretip bir yere girmem lazım ısınmak için. Önünde kitaplar olan bir dükkan dikkatimi çekiyor bir an. Üzerindeki sarı tabelası ve tabelanın üzerinde yer alan şehir adlarını görüyorum. Tabeladaki yazı şaşırtıyor beni: Shakespeare & Company. Hemen dalıyorum içeri Berkeley’de olduğu gibi.

Kitapçının içine girdiğim anda yine tavana kadar çıkan kitap rafları ve yine eskimiş kağıt kokan hava büyülüyor beni. Yaşlıca bir adam oturuyor bir köşede. Amerikalı olduğunu anlıyorum aksanından. Bir şekilde laf açıp sohbet etmenin yolunu arıyorum. Koca rafların önünde koltuklar. Dükkana giren insanlar raflardan kitap alıp inceliyorlar oturup. Ortalıkta dolaşıp, kitapları tasnif edip raflara yerleştiren adamın adının George olduğunu öğreniyorum sohbete başlayınca. Berkeley’de yaşamıma renk katan kitapçının Paris’teki şubesini keşfetmiş olmak dışında bir düşünce yok kafamda o an. Ama, bu düşüncemin yanlış olduğunu anlıyorum sonra.

George, 1951'de açmış kitapçıyı. Önceden, yine Shakespeare & Company adıyla kitapçının sahibi olan Sylvia Beach'in anısına aynı adı vermiş kitapçıya. Birkaç kitap alıyorum, sayfaların arasında dolanıyorum. Berkeley’de iken tabelasında Paris yazan kitapçıyı ben neden kendim aramadım da tesadüfen buldum? Kızıyorum kendime ama olsun. Yine de denk gelmiş durumdayım.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında yetişkinlik çağına erişen insanlara dünyanın bazı bölgelerinde kayıp nesil (lost generation) nitelemesi yapılıyor. Kayıp nitelemesinin nedeni, söz konusu neslin savaş yıllarının insan hayatını perişan eden etkileriyle yönsüz, hedefsiz kalmış olması. Ancak, kayıp nesil ifadesinin edebiyatta tanım bulduğu özel bir nokta var. 1920’lerin Paris’inde yaşayan Amerikalı bir grup yazar için özellikle kayıp nesil (lost generation) ifadesi kullanılıyor.

Paris’teki Shakespeare & Company’yi keşfettiğim günün ertesinde yine gidiyorum dükkana. George yine orada. Evi de kitap dükkanının üst katındaymış. Sohbet daha bir derinleşiyor bir önceki güne göre. İki gün üst üste geldiğimi görünce, ilgimi fark ederek daha detaylı anlatmaya başlıyor kitapçının tarihçesini. Dinledikçe keyif alıyorum George’un anlattıklarından. O gün dinlediklerim, hayatımın unutulmaz sohbetlerinden birini armağan ediyor bana.

Shakespeare & Company’nin hikayesini anlatan ve biri Sylvia Beach’e ait iki kitap alıyorum. Bu kitapları okuyorum ilerleyen günlerde ve George’un bana anlattıklarıyla harmanlıyorum kitapta okuduklarımı. Öğrendiklerimi George sayesinde yaşıyorum adeta.

Shakespeare & Company adı ile Paris’te bir kitap dükkanı açan ilk kişi Sylvia Beach. Yıl, 1919. Kayıp nesil olarak adlandırılan edebiyatçıların uğrak bir mekanına dönüşüyor Shakespeare & Company. Ernst Hemingway, Gertrude Stein, Ezra Pound, Andre Gide, Paul Valery, F. Scott Fitzgerald, James Joyce gibi isimler sürekli Sylvia Beach’in kitapçısında saatler süren sohbetlere dalıyorlar. Fakat, James Joyce’un Ulysses’i 1922’de Shakespeare & Company tarafından basılınca, James Joyce ve Shakespeare & Company isimleri birlikte anılır hale geliyor.

Paris, Almanlar tarafından işgal ediliyor ve Shakespeare & Company 1941’de kapanıyor. Sylvia Beach de bir süre için 1943’te Almanlar tarafından tutuklanıyor.

George, Le Mistral adı ile 1951’de açıyor bugünkü Shakespeare & Company’yi. George da Sylvia Beach ile yakın dost olup Beach’in merkezinde bulunduğu çevrenin içinde yer alıyor.

1951’de, Paris Üniversitesi’nde doktorasını tamamlayan ve George ile yakın dostlukları olan bir kişi daha var: Lawrence Ferlingetthi. O da Amerikalı.

Berkeley günlerimde, San Francisco’nun North Beach bölgesindeki İtalyan mahallesine sık sık giderdim. City Lights Bookstore'a girmeden dönmezdim Berkeley’e. Lawrence Ferlingetthi de George gibi sürekli kitap dükkanında oturan yaşı geçkin bir adamdı. Her gidişimde sohbet ederdim kendisiyle. Kim olduğunu bilmeden başladığım sohbetlerim, kim olduğunu öğrenince bir başka olmuştu.

Jack Kerouac, Allen Ginsberg, William Burroughs, Lucien Carr gibi Beat Akımı üyeleriyle beraber geçirdiği günleri dinlemiştim Lawrence Ferlingetthi’den. Bir Beat üyesi olduğunu kabul etmese de Beat akımına dahil olduğu yönünde güçlü bir algı oluşmuştur hakkında. 1950’lerin sakin dünyasında tek heyecan yaratan gündemin Beat olduğu iddia da edilmiştir zamanın dergilerinde. San Francisco ve Beat Amerika’da da başka bir ülke ve insanları gibi algılanır adeta.

Elimde Beat Akımı'nın temsilcileriyle yapılmış söyleşileri içeren bir kitap vardı. Lawrence Ferlingetthi de kendisiyle söyleşi yapılanlardan biri. Büyük bir keyifle ve hem Berkeley'i, hem San Francisco'yu, hem de Paris'i hissederek okumuştum kitabı. Shakespeare & Company’yi henüz keşfetmemiştim ama dünya edebiyatına mal olmuş bir akımın neredeyse üyesi sayılacak birisiyle sohbet etmek heyecan vericiydi.

Paris’te, George ile sohbet etmeye başladıktan sonra ve Shakespeare & Company ile ilgili okumalar yapmaya başlayınca, George ile Lawrence Ferlingetthi’nin Le Mistral’in George tarafından açıldığı günlerden tanışıyor olduklarını öğrendim. Ardından, George’un George Whitman olduğunu. Okuduğum ama hayat hikayesini hiç bilmediğim George Whitman. San Francisco’daki City Lights ile Berkeley’deki Shakespeare & Company ve Paris’teki Shakespeare & Company bana muazzam bir pencere açmıştı. Hem okuyarak, hem de tarihe tanıklık etmiş ve edebiyat akımlarının içinde yer almış kişilerle sohbet ederek.

Paris’e gidince Viktor Hugo’yu keşfedersiniz. Le Marais’nin sokaklarında dolaşırken, buram buram Paris aristokrasisidir soluduğunuz hava. Quasimodo ya da Napolyon’dur hissetmek istediğiniz ama böylesine tesadüflerle Paris’te yaşamış kayıp nesli böylesine derinden hissetmek başka bir pencere sunuyor bakış açılarına ve hafızaya.

George Whitman, Sylvia Beach’in anısına Le Mistral’in adını Shakespeare & Company yapar 1964’te. Sylvia Beach, 1962’de Paris’te ölmüştür.

2011 yılında, The International Herald Tribune gazetesini aldım elime. Dolanıyorum sayfalarında. George Whitman’ın fotoğrafı ilişti gözüme. Hayat hikayesi ve ölüm haberiydi fotoğrafın yanında yazanlar.

Çeşitli sebeplerle yine gidip Paris’e mutlaka uğradım Shakespeare & Company’ye. Bugün, bir kadın yaşatıyor Shakespeare & Company’yi. Adı, Sylvia Beach Whitman. George Whitman’ın kızı.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo