Ana içeriğe atla

Tadı Kaçık Bir Dünya

Her neslin kendince enteresan olarak tanımlayacağı dönemler vardır. Yaş ilerledikçe, geçmişten söz etmek keyifli oluyormuş ama korkutucu tarafları olduğunu da hissetmiyor değilim. Herşey çok mu hızlı gelişir oldu, yoksa benim yaşım mı fazla ilerledi?

1997 yılını hatırlıyorum bir an. Dönüm noktası nitelikli kararların öncesinde olduğum bir yıl olarak hatırlıyorum 1997'yi ve o yıl yaşadığım herşey o kadar canlı ki kafamda. 1994'e gidiyorum. Yine bir dönüm noktası hayatımda. 2007 yılı, iş yaşamımda önemli gelişmelerin olduğu ve çok önemli şeyler öğrendim dediğim bir yıldı.

Okul yıllarını ve sonrasında geçen hayata hazırlık yıllarını çok detaylı bir şekilde keyifle hatırlıyorum. İş hayatından da keyif aldım ama öğrencilik ve sonrasındaki birkaç sene kadar renkli olmuyor iş hayatına dair anıları insanın. İnsan, iş yaşamı içinde rutinleşiyor.

Okul yıllarını hatırlayınca, heyecan dolu hikayeler var. İş yaşamındaki hikayeleri de aslında heyecan verici kılan çok şey var ama işin heyecanı sizin bakış açılarınızda. Yaşamın felsefesini düşünmezseniz, neyi neden yaptığınızı hissetmeden yaşarsanız, hayat boşa gitmiştir. Yaşamamakla eşdeğer yani. Üniversite bittikten sonra, 1994 krizini gördüm. Ardından 1997'de Asya krizi. Sonra, 2008. Ben üniversitedeyken SSCB çökmek üzereydi. Dünya, barış, kardeşlik ve değişim rüzgarları ile başka bir havaya giriyordu. Gençtik, tecrübesizdik. Sabah kahvaltısında Londra'da, öğle yemeğinde New York'ta, akşam yemeğinde Pekin'de falan olacaktık. Globalleşme rüzgarı herkesi etkilemişti. Herkes daha fazla seyahat edecek, dünyayı keşfedecek, daha özgür olacak, farklı kültürleri tanıyacak, birbiriyle iş yapacaktı. Bunların hepsi oldu aslında ama pek de mutlu olmadı insanlar bu işlerden. Peki, neden?

Okul biterkenki havamla, 1995 yılında yazdığım İngilizce bir yazıya aldığım bir eleştiri beni şaşırtmıştı. Globalleşme kelimesini defalarca kullanmıştım yazımda. Bana sorulan soru şuydu: neyin globalleşmesinden söz ediyorsun? Ne demek neyin globalleşmesi? Dünya globalleşmiyor mu? Biz globalleşmiyor muyuz? Emek var, sermaye var, kültürler var, insanlar var, teknoloji var, sektörler var. Fakat, hepsi birden mi globalleşiyor ve mobilize oluyor? Bana soruyu soranlar Amerikalı idi. Üniversite yeni bitmişti. Globalleşmede öne çıkan şeyin sermaye olduğunu gördüm. İnsanlar daha fazla seyahat ediyor, daha fazla birbirini tanıyor ve öğreniyordu ama Avrupa'da bile fazla yer değiştirmiyorlardı.

1990'ların başlarında dünya öylesine kaptırmıştı ki kendini bu globalleşme işine, ulus devletin geleceğini sorgulayan yeni makalelerin sayısını takip etmekte zorlanır hale gelmiştim. Bu arada, Euro'nun ucu gözükmüştü. Ulus devletin çöküşü ve yeni yönetim şekillerinin nasıl dizayn edileceğine dair yazıların hemen ardından örnek olarak Avrupa Birliği projesi anlatılıyordu. Ortak kurallarda uyum ve yeknesaklık konuları "convergence" kavramı altında inceleniyordu.

1990'ları Türkiye, ABD ve İsviçre'de yaşayarak ve çok seyahat ederek geçirdim. Türkiye geri gidiyordu. Geri gidiş ivme kazanacaktı. O zamanlarda yazdığım yazılardan birini şöyle bitirdiğimi hatırlıyorum: Türkiye, kafatasçı milliyetçilik ve dinci muhafazakarlığın kıskacına doğru ilerliyor ve bu manzaradan aydınlık bir gelecek çıkmaz. O günlerde yaşananlar ve Türkiye'nin "yönetemeyen demokrasi" lakırdılarıyla geçirdiği günler bugünlere nefis bir zemin hazırlıyordu. Geliyordu yani bugünler.

Dünyanın ufak tefek krizlerle boğuştuğu dönemlerden geçiliyordu. ABD patlamıştı adeta ama. Silikon Vadisi'nde çok iyi klavye kullanırım diyenler dahi iş buluyordu neredeyse. Internet devreye giriyordu yavaş yavaş. Sonra, yavaş yavaş falan da kalmadı. Süratle daldı hayatlarımıza. 1980’lerde, bilgisayar kursuna gitmek diye bir durum vardı mesela. Neden gidiyorsunuz diye soru sorduğumda, geleceğe hazırlandıklarını anlatırlardı. TÜBİTAK'ın Bilim ve Teknik dergisinin adam gibi olduğu yıllarda okumuştum günlük hayatta programlama diye birşeyin kalmayacağını. İnatla ilgilenmemiştim bilgisayarlarla. Gereksiz yere teknoloji kullanma merakım da hiç olmadı hayatımda. Tuşa basınca her istediğimi yaptırdığım zaman gelince kullanırım bilgisayar diye inat etmiştim. Çok yaklaşmıştı artık o beklenen zaman. 1995'te Excel, Word kullanmaya başlamıştım ve gereksiz gördüğüm bilgisayar kursları gerçekten gereksiz kalmıştı. Bugün, çocuklar daha ilkokulda kendi kendilerine öğreniyorlar bu programları. Fakat, böyle konuşuyorum diye bugünkü çocukların daha zeki olduğunu düşündüğüm sanılmasın. Bugünkü çocuklar çok farklı canım diye başlayan bilmiş yaşı geçkinlerin toplum filozofu hallerinden hiç hoşlanmam. Sana da verselerdi o aleti zamanında sen de kullanırdın. Zeka o kadar kolay ilerlemiyor.

Neyse, biz dönelim yine nereden nereye geldik meselesine. Dünyanın gidişatı konusuna felsefe temelli bakmam sayesinde günlük hayatın içindeki olaylar karşısında heyecanım giderek azalıyordu. Tarihte, benim yaşadığım ve izlediğim olayların benzerleri meydana gelmişti. Bir devinim söz konusuydu. Hiçbir şey bir değişim sonrasında kalıcı hale gelmiyordu. Değişim hep vardı ve devam ediyordu. Bazen yavaş, bazen hızlı. Ama, değişim hep vardı. Önemli olan, yaşadıklarımızı anlamlandırmaktı. Türkiye'nin 2001 krizini yaşarken, günlük hayatta yaşadıklarımızın hiçbir önemi yoktu. O günleri, sebepleriyle ve sonuçlarıyla, tarihsel bakış açılarıyla anlatınca anlamlı hale geliyordu. Yani, bir anayasa kitapçığını başbakanın cumhurbaşkanına fırlatmasıyla olmuyordu o iş. Başka bir sebep vardı temelde. İşte, o başka sebepleri anlayıp anlatınca her zaman okunacak yazılar çıkabilirdi ortaya. Yoksa, günlük tutmaktan başka bir yere gidemezdi yazdıklarım. Günlük tutmayı da hiç sevmem ayrıca.

Bu globalleşme ve kardeşçe bir dünya yaratma heveslilerinin yazdıkları kitapların ne kadarının samimiyetle yazıldığını bilemem. Yani, gerçekten bu işi bilimsel yönleriyle ve istatistiki verilerle destekleyerek anlatanlar vardı ama birşeyi atlıyorlardı. Bu iş, herkese eşit fayda sağlamıyordu. Bir yerde tıkanacaktı. Sorun çıkaracaktı. Tarihte de böyle olmamış mıydı? İnsan bu. Hep kendisi için daha fazlasını istiyor. Kendisi için ama.

Şirketler sosyal sorumluluk projeleri falan geliştiriyorlar ve artık başka bir şekilde var olamayacaklarını anlatıyorlar. Yani, toplumu düşünmek zorundayız mesajları veriyorlar ama karşılıksız olmuyor o projeler. Bir de, Fukuyama adında bir adam çıkıp aklımı karıştırıyor. Globalleşme ile ortaya çıkan düzenin artık insanlığın vardığı son nokta olduğunu ve buradan sonra düzenin değişmeyeceğini anlatıyor. Acaba öyle mi? Yoğun olarak düşünüyorum o günlerde. Karşı cephede Marx duruyor çünkü. İkisi arasında gidip geliyorum ve yaş henüz 22-23. Tecrübe, henüz çok yetersiz bazı şeyleri açıklamakta.

Bilmek cehalettir. Okudukça cahilleşirsiniz. Öğrendikçe küçülür, büzülür, korkaklaşırsınız. Bilmediklerinizin ve öğrenmek zorunda olduklarınızın farkına varırsınız. Hep, "ya daha fazlası varsa ve ben bilmiyorsam" hissiyle yaşayıp, iyice paranoyak bir insana dönüştürür sizi bilmek. Oysa, bilmemek ne kadar güzeldir. Her türlü ukalalığı yapabilirsiniz bilmeyince. Siz, çekingen tavırlarınızla ve şüpheciliğinizle, sorgulayarak konuşurken, göğsünü gere gere çıkar birileri ve ezer geçer sizi. Toplum, onları daha çok dinler. Çünkü siz, alternatiflerden, olasılıklardan, varsayımlardan söz edersiniz, klişelere tutunmamayı öğrenmişsinizdir ama o birisi reçeteyi sunmuştur: "doğru budur". Başka söze ne gerek var?

2000'ler başlarken işler değişmeye başladı. Bir başka dünyanın dönüşümünün başlangıcı oldu 2000'lerin başları. Terör vurdu dünyayı. Türkiye'yi hep vuruyordu. Irak'ta, Afganistan'da, Pakistan'da, Lübnan'da hep vardı terör ama ABD'deki kuleler inince işin rengi değişti. Batı, terörü tanıdı. Vahşeti gördü. Daha sonra, daha fazla gördü. Paris'te, Brüksel'de, Madrid'te, Londra'da, Berlin'de. Perişan ettiler çünkü dünyayı. 1980'lerin başında pompaladılar dünyaya barışı, kardeşliği falan da, daha önce yaptıkları işlerin ve attıkları temellerin bir gün gelip kendilerini vuracağını hesap edemediler. Belli ki bir yerlerde bir şeyleri ihmal etmişler. Eski dostlar, bir de baktılar ki düşman olup çıkmış karşılarına.

2000'lerin başlarında değişmeye başlayan dünya, bir de 2008 ile yedi darbeyi. Dünyaya yayılan hakim görüş ve zincirlerinden salınan vahşi kapitalizm de geldi vurdu dünyayı. Bir de baktık ki 1929 gibi birşeyler oluyor. Marx'ın geri döndüğü falan söyleniyor. Ben de yazı yazmaya devam ediyorum o günlerde. O günlerde yazdığım bir yazıda da diyorum ki, bu kriz demokrasileri tehdit eder. Biraz bekleyelim, kriz derinleşecek çünkü. Derinleşince, insanlar başka şeylerin derdine düşecek. Öyle olmamış mı tarihte?

1933'te Hitler seçimle iktidara geliyor. İnsanı anlayınca ve tanıyınca, Almanya'nın o günlerinde Hitler'in başa gelmesi çok doğal, çok normal geliyor bana. Tartışıyoruz. Bazıları, "olur mu öyle şey canım" diyorlar. Nasıl normal dermişim Hitler'in iktidara gelmesine. Bir bakın tarihe diyorum. Aç insan herşeyi yapar. İnsanın doğası bu. Çökmüş Almanya o zaman. Adam da gelmiş otoyollar yapmış. Hani şu bayıla bayıla bindiğiniz ve antika araba meraklılarının topladığı kaplumbağa Volkswagen var ya, onu da Hitler ürettirmiş. "Volks" halk, "wagen" araç demek.Yani, halkın aracı demişler üstelik. Ben Hitler'i mi savunacağım? Biraz tarih, realiteyi koyuyor ortaya. Yorum yapmak değil niyetim. Tespitte bulunuyorum. Yok, ikna edemiyorum. Yapacak birşey yok.

Sonra, bugünlere geliyoruz. Dönüyorum eski bir yazıma. Hatırlıyorum çünkü "bu kriz demokrasileri tehdit eder" dediğimi yazıların bir yerinde. Yavaş yavaş tırmanıyor aşırı milliyetçilik. 2008'den sonra, geçmişten kalan, bir yerlerde birşeyleri unutulanların yarattıkları vahşet bu defa Suriye'yi vuruyor. Bir grup adam birkaç saatte alıveriyor koca ülkeyi. Şaşkına dönüyoruz. Milliyetçilik yükseliyor her yerde. İnsanlar zaten şu globalleşme zımbırtısından eşit faydalanamadık diye dert yanarken, bir de yaşamları tehdit altına girince iyice tedirgin oluyorlar. Kabuklarına çekilmeleri gerektiğini düşünmeye başlıyorlar. Birileri de çıkıp, "boşverin size pompalanan globalleşme hikayesini, ben size bakacağım, sizi eski güçlü günlere döndüreceğim" diyor. Bunların adı bir yerde Trump, başka bir yerde Marine Le Pen, başka bir yerde ise Alternative für Deutschland oluyor. İsimler farklı ama bakış açıları benzeşiyor.

Döndük başa. İnsanoğlu sürekli ölüyor, doğuyor. Doğduğu anda beynine tarihi enjekte edecek bir teknoloji bulunsa! Öğrenecek, idrak edecek, kafasında bilgileri damıtacak, olgunlaşacak. Geçti 30-35 sene. Diyorlar ki, 100 yıl kadar sonra 150 yıla çıkacakmış ortalama insan ömrü. Esas, ölümsüzlüğü bulursa belki çözülür bu iş ama o zaman da başka sorunlar var. Kaynaklar belli. Üremeyi durdurmak gerekiyor. Sorunlu bir durum.

Yıllar geçiyor. Gazeteleri karıştırıyorum bir gün. George Orwell'in 1949 tarihli 1984 romanının satışı patlamış. Trump'ın danışmanlarından Kelyanne Conway bir konuşma yapmış. Ardından, romanın satışlarında %9.500'lük bir artış gerçekleşmiş. Kadın, "alternatif gerçekler" demiş. 1984'ü okuduysanız, bu ifadeyle irkilirsiniz. Orwell, "Newspeak" diye bir dil geliştiriyor romanda. Yaratılan İngilizce, insanların düşüncelerini kısıtlı olarak ifade edebilmelerini sağlıyor. Bu dili kullanarak, düşünme yetenekleri kısıtlanan insanlar yaratılıyor. Bu alternatif gerçekler de bu dili çağrıştıran yorumlara maruz kalınca kitabın satışı patlıyor. Önemli bir sinyal var burada. İlerleyen yıllarda, Amerikan demokrasisinin ağır yara aldığına tanık oluyoruz.

Böyle bir yerdeyiz bugün. Bazen sohbet etmek güzel oluyor. Bu da bir sohbet yazısı olmuş olsun. Okulu bitirdiğimde neredeydi dünya, şimdi nerede! Türkiye ise başka bir hikaye. Döndü yine 1950'lere. Soruyor genç arkadaşlarım bazen hiç böyle kötüsünü gördük mü diye. Tamam, çok kötü şeyler gördük. Biz de öyle güllük gülistanlık yaşamadık bu ülkede. 70'ler, 80'ler, 90'lar hep kötüydü evet ama bu kadar kötüsünü hiç görmemiştik.

Populizm bir hastalık. Çok önemli çalışmalar var bu alanda. Her yerde aynı etkiyi yapıyor: kutuplaşma. Muhalefetin olmadığı bir Türkiye'yi eski Türkiye’de hiç görmemiştim.

Dünyanın tadı kaçık. Yazacak, üzerine sohbet edecek çok şey var. Olumlu katkıyı nerede yapabiliriz? Onca hoyratlığın içinde bu sorunun cevabı da hiç kolay değil.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo