Ana içeriğe atla

Kısa Vadeli Sermaye Bağımlılığı: Siyasetin Gölgesinde Ekonomi

Türkiye ekonomisi, büyümenin finansmanını birkaç on yıldır kısa vadeli sermaye giriş çıkışlarına dayandırmaktadır.

Türkiye, hukukun üstünlüğü, demokrasi, ifade özgürlüğü gibi medeniyet ölçüsü olma özelliği taşıyan konu başlıklarında son yıllarda geri gitmiştir. Kısa vadeli sermaye yatırım kararlarını, bu başlıklar altındaki ilerlemeler ya da gerilemelerden etkilenerek almamaktadır. Zira, kısa vadeli sermayenin bir ülkeye giriş ve çıkış yapması son derece kısa bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşebilmektedir. Ancak, yukarıdaki başlıklar altında ortaya çıkan gelişmelerin piyasa koşullarında sert dalgalanmalar ile belirsizlik ve istikrarsızlık yaratması bir süre için kısa vadeli sermayenin bir ülkeden uzak durmasına neden olabilir. Diğer bir ifadeyle, bu başlıklar altında bir ülkenin gelişmişlik düzeyi kısa vadeli sermayenin bir ülkeye yönelmesinin temel belirleyicisi olmamaktadır. Ancak, kısa vadeli sermayenin kendisini tehdit altında hissetmeyeceği temel hukuki ve siyasi koşulların istikrarlı varlığı söz konusu olduğu sürece.

Kısa vadeli yabancı sermayenin Naci Ağbal döneminde Türkiye’ye giriş yapmaya başlamasının nedeni, para politikası dizaynı ve uygulamalarının doğru noktaya çok yaklaşmış olması ya da uzun zaman sonra en doğru para politikası uygulamalarının Naci Ağbal döneminde hayata geçmiş olmasıdır. Türkiye’nin ekonomi dışında yaşadığı ve yarattığı risklerin piyasada oynaklığı bozmaması halinde, yabancı sermaye Türkiye’ye giriş yapabilir. Ancak, tüm diğer unsurlardan bağımsız olarak, kısa vadeli yabancı sermayenin Türkiye’ye karşı son dönemdeki ilgisizliğinin nedeni, TCMB’de yaşanan yönetim krizi ve para, dolayısıyla faiz politikasının iktisat teorisine uygun olarak uygulanıp uygulanmayacağının bilinmemesidir.

Kısa vadeli yabancı sermayenin Türkiye’ye girişi durumunda döviz arzı arttığı için döviz kurları düşüyor, buna karşılık yerli para, yani TL değerleniyor. Bu durumda yurt içinde üretmek yerine ithal etmek daha çekici hale geliyor. O halde, neden kısa vadeli sermayenin Türkiye’ye giriş yapması nedeniyle TL’nin reel değeri yükselsin ve ithalat artsın ve böylece yerli üretim hasar alsın? Ayrıca, kısa vadeli yabancı sermaye diğer adıyla portföy yatırımıdır ve yüksek faiz ortamından yararlanır. TL’nin faizinin yüksek olması Türkiye ekonomisinin yavaşlamasına neden olurken kısa vadeli yabancı sermayenin faiz üzerinden kazanç elde edip, Türkiye’nin risklerinin arttığını gördüğünde Türkiye’yi terk etmesi Türkiye için kabul edilebilir bir durum mudur?

Yukarıdaki paragrafta ortaya konan tespitler ve sorular yıllardır gündemdedir. Nesilden nesile aktarılan çözüm önerileri de sunulmuştur. Bu tespitler ve soruların etrafında ele alınan çözüme yönelik konuların temelinde Türkiye’nin büyüme oranları değil, büyüme yapısının ve kaynaklarının değişim süreci, diğer bir ifadeyle kalkınma projesi yer almaktadır.

Türkiye, ekonomisinin temel büyüme kaynağını birkaç on yıldır kısa vadeli yabancı sermaye girişlerine dayandırmıştır. Durum, Türkiye’nin sanayileşme sürecinden erken çıkışını (immature deindustrilization) beraberinde getirmiştir. Olgunluk noktasına gelemeyen sanayileşme süreci, Türkiye’yi ithalat yapmadan üretim ve ihracat yapamayan bir ülke konumuna taşımıştır. Bu nedenle, Türkiye’nin mevcut üretim yapısı ağırlıklı olarak montaja dayalı ve düşük katma değerli üretimin hakim olduğu bir model üzerine kuruludur. Oysa, enerji ihtiyacını ithalatla karşılamak zorunda olan Türkiye’nin katma değeri yüksek üretim modeliyle dış açık sorununu asgari düzeye indirecek bir modeli benimsemesi gerekirdi.

Yapısal reform ifadesini kullanmak istemiyorum. Zira, bu kavramın içi boşalmış bulunuyor. Bunun yerine kalkınma projesi ifadesini tercih ediyorum ve bu kalkınma projesinin hayata geçmesinin önündeki en büyük engelin Türkiye’nin siyasi atmosferi ve toplumsal yapısı olduğunu nedenleriyle belirtmek istiyorum.

TCMB’nin faiz kararlarının ne olacağı her an konuşuluyor. Faiz kararının kur ve enflasyon üzerinde ne etki yapabileceği her an konuşuluyor. Faiz, kur, enflasyon arasındaki dengelerin 2020’de, 2021’de, 2022’de nasıl şekillenebileceği her an konuşuluyor. Önümüzdeki dönemlerde de sürekli olarak konuşulacak. Ancak, bu gündem maddelerinin arkasındaki felsefeyle ilgilenmediğimiz takdirde kısır döngüden çıkabilmek imkansız.

Öncelikle, kalkınma projesini Türkiye’nin özellikle hammadde ve aramalı üretiminde dışa bağımlılığını büyük ölçüde düşürecek bir üretim modelinin hedeflenmesi olarak düşünüyorum. Bu modelin hedeflenmesi, ürün geliştirmeye ağırlık veren ve sadece teknoloji ve üretim yöntemi adaptasyonu ile sınırlı kalan araştırma-geliştirme kültürünün çok ötesine geçilmesini gerekli kılıyor. Bu kültürün ötesine geçmek ise, katma değerli üretimi de hedefleyen bir anlayışın da hedeflemesini kalkınma projesinin ayrılmaz bir parçası haline getiriyor.

Bir üst paragrafta dile getirdiğim son derece yuvarlak ifadelerin somut projelere dönüşebilmesi için her sektörde ve her sektörün alt sektörlerinde girdi-çıktı analizlerinin yapılması gerekiyor. Hangi sektörün ya da alt sektörlerin hangi temel hammadde ve aramalı ihtiyacını ithalatla karşıladığının tespitinin yapılması gerekiyor. Bunlar şirket bazında biliniyorsa da, her sektörde sektör bazında bilinmiyor. Bilmek de yetmiyor, ithal edilen ürünlerin hangilerinin süratle Türkiye’de üretilebileceğinin çalışmalarının yapılması gerekiyor. Bu çalışmaların yapılabilmesi için sektör örgütlenmelerinin altında organize olmaya ihtiyaç var. Bu organizasyonların altında her sektördeki üreticilerin, profesyonellerin, akademinin, hukukçuların, mühendislerin, çevre mühendislerinin, ihtiyaç duyulan diğer mesleklerin ilgili sektörlerde çalışanlarının bir araya gelmesi ve araştırma sonuçlarını ortaya dökmesi gerekiyor. Somut planlarla, gerekiyorsa yasamanın temsilcileriyle ilgili mevzuat geliştirmelerinin tartışılması gerekiyor.

Türkiye, sürekli yapısal reform konuşuyor ama spesifik bir çalışmaya henüz rastlanmış değil.

İnsan hakları, demokrasi, fikir ve ifade özgürlüğü, yasaların hukuka uygunluğu, kuvvetler ayrılığı gibi konuları zaten hiç konuşmaya gerek yok. Bunlar yoksa, toplumsal gerilimlerin dinmesi ve yukarıda anlatılanlara odaklanılabilmesi mümkün olamaz.

Diyelim ki, Türkiye kalkınma projesine odaklanabildi. Bu durumda, nitelik devreye girecek. Eğitimin seviyesi ve yaygınlığı yüksek öğrenimdeki öğrenci sayısı ile ölçülemez. Kalkınmak için nitelikli işgücü gerekiyor. Nitelikli işgücü yaratacak nitelikli bir eğitim düzeni var mı?

Eğitimin zayıf olduğu toplumlarda iş dünyasının da, tasarruf sahibinin de hükümetten ya da devletten talepleri bilimin kurallarının dışına çıkıyor. İş dünyası, bir kalkınma projesi yaratalım fikriyle temas kurmuyor hükümetle. Fiyatları, faizi zorla baskılaması için talepte bulunuyor ya da devletin ödeme garantisi verdiği yabancı para cinsinden geliri için “benim döviz pozisyonum yok, gelirim de Dolar ile” diyebiliyor. Yani, toplumun ödediği vergilerle Dolar geliri elde ettiğini ifade ediyor. Bunda da herhangi bir sakınca görmüyor. Hane halkı, kripto paradan ya da herhangi bir finansal işlemden zarar edip, devletin zararını karşılamasını talep ediyor. İstihdam yaratacak projeleri talep etmek yerine, iş insanının vergilerden elde ettiği yabancı para geliri gibi, hane halkı da vergiye göz dikiyor. Bu taleplerle, toplumsal uzlaşı sağlanır mı? Eğitimin kalitesi, toplumun taleplerinin de kalitesini belirliyor.

Çok kapsamlı ve son derece spesifik çalışmaların tetikleyicisinin, yönlendirici ve yönetici olması gerekenin önce hükümet ve sonra devlet mekanizmaları olduğu Türkiye örneğinde çok net. Böylesine detaylı ve hedefe yönelik çalışmaların cumhurbaşkanlığı düzeyinde açıklanan reform paketleriyle hayata geçebilmesi mümkün mü? Spesifik olarak hedef tespit etmeden, hangi endüstrilerde hangi kaynakların kısa vadede, hangilerinin orta ve uzun vadede harekete geçirilebileceğinin çalışmaları yapılmadan hangi reform nasıl yapılabilir? Üretim yapısı ve dışa bağımlılık nasıl ortadan kaldırılabilir? Ülkenin, bugün ulaşma olasılığı olmayan hedefleri tespit etmesi de önemli.

Siyaset, toplumsal mutabakatın sağlandığı bir alan olmalıdır. Ancak, Türkiye’de siyasetin icra ediliş tarzı toplumsal mutabakat ortamı sağlamaktan son derece uzaktır. Özellikle 1990’larda başlayan popülist siyaset anlayışı 2000’li yıllarda çok daha üst seviyeye çıkmıştır. Siyasette popülist politikaların toplumsal yansıması her ülkede kutuplaşmadır. Kutuplaşma, siyasi partiler için “safların sıkılaşması” ile beraber oyların korunması anlamına gelir. Zira, siyasetin sertleşen tarz ve söylemleri toplumda rasyonel düşünceyi yok ederek “taraftarlık” duygusuna dayanan davranış biçimlerini geliştirir.

Türkiye’nin toplumsal yapısında üç temel özellik dikkat çekicidir: otoriter teslimiyet, gelenekçilik ve otoriter agresyon. Yani, toplum kendisini güçlü bir lidere teslim etmek ister (otoriter teslimiyet), geleneklere aşırı bağlıdır ve herkesin bu geleneklere uyumlu olmasını ister (gelenekçilik), gelenekten sapanlara hoşgörüsüzdür (otoriter agresyon). Bu özellikler, popülist politikalarla beraber safların sıkılaşmasına verimli bir zemin hazırlıyor. Bu zemin, aynı zamanda toplumun siyasetten etkilenme potansiyelini de artırıyor. Siyaset, toplumun bu özelliklerini elbette biliyor. Toplumsal mutabakat ya da sözleşme? Bu siyasi atmosferde konuşmak mümkün mü?

Toplumsal yapının hazırladığı zemin ve siyasetin bu zemini kullanış şekli, ekonomide reform yapmak için gereken ve yukarıda aktarılan spesifik ve kapsamlı çalışmaların yapılmasını mümkün kılabilir mi?

Dönelim, kısa vadeli sermaye ile ilgili olarak yukarıdaki satırlarda sorulan sorulara. neden kısa vadeli sermayenin Türkiye’ye giriş yapması nedeniyle TL’nin reel değeri yükselsin ve ithalat artsın ve böylece yerli üretim hasar alsın? TL’nin faizinin yüksek olması Türkiye ekonomisinin yavaşlamasına neden olurken kısa vadeli yabancı sermayenin faiz üzerinden kazanç elde edip, Türkiye’nin risklerinin arttığını gördüğünde Türkiye’yi terk etmesi Türkiye için kabul edilebilir bir ekonomik durum mudur?

Tekrar edelim, kısa vadeli sermayeye yüksek bağımlılığı olan bir ekonominin büyüme oranlarının temelinde kısa vadeli sermaye varsa, yani büyümenin ana kaynağı kısa vadeli sermaye ise, yukarıda anlatılan kalkınma projelerine girişmeden o ekonominin kısa vadeli sermayeyi ters çevirme şansı var mıdır? Büyümemek yönünde bir tercih söz konusu olursa, kısa vadeli sermayenin gelmemesi için faiz düşürülsün. Yalnız, şunu belirtmek lazım ki enflasyon oranının altında kalan nominal faizle yerli tasarruf sahibi de tasarrufunu TL’de değil, yapancı parada tutuyor. Reel faiz pozitif olsa bile enflasyon-faiz ilişkisi iktisat teorisine uygun tanım bulamayıp yanlış para politikası uygulamalarına sebep olduğu sürece yerli tasarruf sahibi yine tercihini TL’den yana kullanmayacaktır. Hal böyle iken, yabancı para cinsinden mevduatların TL’ye çevrilmesi yönünde yapılan çağrıların yarattığı bir tedirginlik de söz konusudur. Kamu bankaları eliyle yabancı para cinsinden mevduatların eritilmeye çalışılmasının sonu vardır, sürdürülebilir değildir. Dolayısıyla, sorunun temeli çözülmeden böyle bir politika gereksizdir.

Türkiye, kalkınma projesini hükümet ve devlet mekanizmalarının önderliğinde yönetmeden kısa vadeli sermaye bağımlılığından kurtulamaz. Kalkınma projesine girişmeden kısa vadeli sermayeye sırt çevirmek büyümeyi durdurmak anlamına gelir. Bu da siyasi ve ekonomik bir tercihtir. Kısa vadeli sermayeye sırt çevirmekten kastım, yabancı sermaye giriş ve çıkışlarını yasaklamak değildir. Sırt çevirme ifadesini, Türkiye’nin ekonomik ortamını kısa vadeli yabancı sermayeye cazip kılmamak anlamında kullanmaktayım.

Kısa vadeli sermayeye bağımlı bir ekonomi olmanın bir ülkenin siyasi ve ekonomik tercihlerini ne kadar kısıtlayabileceği bilinmektedir. Ayrıca, kısa vadeli sermayenin gelişmekte olan ülkelerde yarattığı kur, enflasyon ve faiz hassasiyeti de yine örnekleriyle mevcuttur. Ancak, kalkınma projesine başlamadan, ilerleme sağlamadan kısa vadeli sermayeden bir anda vazgeçmek benim gibi kısa vadeli sermaye bağımlılığını yıllardır eleştirenler açısından dahi mümkün gözükmemektedir. Zira, kalkınmanın gerçekleşmesi için gerekli kaynakların yaratılması da gerekmektedir. Kısa vadeli sermayeden bir anda vaz geçmekle büyümenin durduğu bir ekonomide kar nasıl oluşacaktır? Nakit akışı ve daha da önemlisi yatırım için gereken nakit fazlası nasıl oluşacaktır? Vergi gelirlerinin hasar gördüğü kamu açıkları nasıl giderilecektir?

Toplumsal mutabakat, toplumsal uzlaşı sağlanmadan ekonomi kalkınır mı? Kısa vadeli yabancı sermaye bağımlılığından kurtulmanın yolu kısa vadeli sermayeyi ivedilikle reddetmek mi, kalkınma projesi üretmek midir? Kalkınma projesinde aynı masaya oturan iş dünyasının, meslek kuruluşlarının, sektörel kuruluşların, profesyonellerin, akademisyenlerin, işçilerin, hukukçuların ve ihtiyaç duyulan her kesimden insanın “parti taraftarlığı” duygularıyla çalışmaya başlamasından olumlu sonuç alınabilir mi? Hatta, mevcut kutuplaşma nedeniyle bu kesimlerin aynı masaya aynı amaçla oturması dahi mümkün olabilir mi?

J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’ni 1762’de yazdı. Hobbes, More, Locke, Bacon, Platon, Campanella, Montesquieu gibi yazarlar ideal devlet yapılanmasını, toplumsal mutabakatı, demokrasiyi, hukuku, v.s. anlattılar. Anlatılanlar, toplumsal gelişmenin haritasını çiziyordu. Bugün, dünyanın pek çok ülkesi de bu anlatılanlardan uzakta bulunuyor. Türkiye, toplumsal gelişme ve mutabakat için varması gerek nokta ile mesafeyi yakınlaştırmak yerine, açmış bulunuyor.

Demokrasisi, fikir ve ifade özgürlüğü, toplumsal birlik ve beraberliği, hukukun adaleti ve hakları koruyuculuğu ve üstünlüğü gelişmiş toplumların, eğitim, sanat, bilim gibi dallarda gelişmişliği de ileri gidiyor. Siyasetçinin, toplumu bu amaçlara yöneltmesi, yönlendirmesi çok önemli. Hele ki, Türkiye gibi siyasetin yönlendiriciliğinin yüksek, etki alanının yaygın olduğu toplumsal yapılarda. Bunun için de vizyonu geniş liderlere, milletvekillerine, partilerde çalışma yapanlara ihtiyaç var.

Her ne kadar zihnimde çok sayıda akademik bilginin ve kitabın desteğiyle bu yazıyı yazdıysam da, umarım örneklemelerle somut olarak demokrasi, fikir özgürlüğü, hukuk, bilim, sanat, eğitim gibi konuların ekonomik kalkınma ile ilişkilerini anlatabilmişimdir.

Türkiye kalkınabilirse, kur, enflasyon, faizi sadece birer değer olarak konuşur, yönetebilir. Aksi takdirde, “sadece” haftaya TCMB ne yapar, Dolar’ı nereden alalım, faize mi para yatırsak gibi konularla toplum oyalanmaya, yıllar da Türkiye’nin aleyhine işlemeye devam eder.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo