Ana içeriğe atla

Zaman Değişiyorken Ülkelerin Dünyadaki Konumu Değişiyor mu?

İlhan Selçuk'un Yüzbaşı Selahattin'in Romanı adlı eserini lise yıllarımda okumuştum. Yüzbaşı Selahattin bir Osmanlı subayıdır. Harbiye'yi bitirmiş ve ardından Osmanlı'nın son dönemlerindeki savaşlarında görev almıştır. Hayatını, savaşlarda yaşadıklarını günlüklerinde kaleme almıştır. Yüzbaşı Selahattin'in oğlu, bu günlükleri kitap haline getirmesi için İlhan Selçuk'a verir ve günlükler bir kitaba dönüşür. Yani, kitapta anlatılan her şey gerçektir.

Yüzbaşı Selahattin, Harbiye'yi bitirdikten sonra, Trablusgarp Savaşı'nın yaşanmakta olduğu dönemde Çanakkale'de görevlidir. Görev yerinde, bir çadırda kalmaktadır. Yanında bazı kitaplar vardır ve her akşam çadırının önünde bu kitapları okur. Zaman içinde, halkın kendisine bakış açısında bir gariplik hissetmeye başlar. Nedenini anladığında fark eder ki, kitap okuduğu için halk kendisinin cahil olduğuna kanaat getirmiştir. Çünkü, koskoca Harbiye'yi bitirmiş bir adamın hala kitap okumakla ve öğrenmekle ne işi olabilir?

Yüzbaşı Selahattin'in başına geleni kitapta okuyunca bir lise öğrencisi olarak pek şaşırmıştım. Ne haldeymiş Osmanlı o zamanlar diye hayıflanmıştım. Bu hikayeden etkilenmiştim. 1910'larda yaşanmış bir olayın yaklaşık olarak 80 sene sonra bende yarattığı duygular kitabı okurken bir tebessümle kendini göstermişti.

Yakın bir zaman önce, Türkiye’nin güney illerlinden birinde yaşayan bir veteriner ile sohbet ediyordum. İnsanların günlük hayatta kullandıkları bazı çok hafif ilaçların dahi hayvanlara verilmesi halinde ölüm vakalarının görülebildiğini öğrendim. Bazı hayvanseverler, ev hayvanlarının soğuk algınlığı yaşadığı düşüncesiyle kendilerinin kullandıkları bazı ilaçları hayvanlarına veriyorlar ve hayvanlarının ölümüne neden olabiliyorlarmış. Veteriner, bir hayvana ilaç verirken, hayvanların düzenli olarak kullandıkları başka bir ilaç olması durumunda, yeni verecekleri ilacı çok özenle seçtiklerini anlattı. Herhangi bir hastalığa karşı yeni vermeyi düşündüğü bir ilacın sürekli kullanılan ilaçla nasıl tepkimeye gireceğini gördüğü kalın bir kitaba mutlaka baktığını ve o kitaba göre yeni ilaç seçimini yaptığını söyledi. Fakat, bu kitaba bakmasının bölge halkının kendisine bakış açısında büyük bir probleme neden olduğunu dile getirdi. "Bu durum ne gibi bir problem yaratabilir acaba?" diye sorumu sordum ama ardından Yüzbaşı Selahattin'in Romanı'nda okuduğuma benzer bir hikayenin geliyor olduğunu aklımdan geçirdim. Tahminimde yanılmamışım.

Çevredeki çiftçi ve hayvan yetiştiricisi halk, "bu adam nasıl veteriner olmuş acaba?" diye arasında konuşuyormuş. Çünkü, okulda bir “halt” öğrenemediğini düşünüp, elindeki kitaptan hangi ilacın hangi ilaçla nasıl bir tepkimeye gireceğini ve hayvanlar üzerinde nasıl sonuçlar doğuracağını anlamaya çalışmasını "cehalet" olarak nitelendiriyorlarmış. Sohbete devam ederken, Türkiye'nin halini konuşmaya başladık ve kendisine Yüzbaşı Selahattin'in Romanı'ndaki bölümü anlattım. Ben kitabı okuduğumda 1980'li yıllardaydık. Şimdi, zaman farklı, insanlar farklı, mekan da farklı ama kafa yapısında bir değişim görülmüyor.

Dr. Wilhelm Endriss adında bir doğa bilimleri öğretmeninin bir anı kitabını bitirdim. Öğretmen, 1900'lü yıllarda, yaklaşık 6 yıl kadar İstanbul'da, Alman Lisesi'nde öğretmenlik yapmış. Kitabın adı, Türkiye'de Gezintiler. İstanbul'u ve çevresindeki bölgeyi uzun yürüyüşlerle dolaşmış. Bugünün Gebze'sini, Kartal'ını, Mudanya'sını hayal ediniz. Endriss'in bu bölgelerde yaptığı yürüyüşlere dair anlatımlarını okurken, neredeyse bir Afrika ülkesinden söz edildiği hissine kapılıyorsunuz. Biraz abartılı bir benzetme yaptığımı itiraf edeyim ama eğer kitabı okursanız, haksız bir abartı yapmadığımı anlarsınız.

Yazının başlığına uygun olarak, Endriss'in o zamanki Osmanlı topraklarında farklı kültürlerle geçirdiği zamanlara özel dikkat harcamak gerekiyor. Öncelikle, bugünkü paranoyak devlet geleneğinin o dönemlerde de var olduğunu geziler sırasında, bir yabancı olarak sürekli asker tarafından durdurulmasından ve hatta zaman zaman gezilerinin engellendiği noktaya varmış olmasından anlıyoruz. Bir Alman, neden sırtında bir çantayla köy köy dolaşıyor? Ne işi var ortalıkta öyle dolaşıyor? Misyonu nedir? Böyle yürüyerek neyi amaç edinmiştir?

Endriss, Anadolu'da dolaşırken Eskişehir'e uğruyor. O dönemde, Osmanlı'da demiryolu inşaatları var ve bu inşaatları Alman mühendisler yönetiyor. İşçi konumundakiler ise Osmanlı vatandaşları. Çok doğal, aynı yıllarda, kitap okuyana "cahil" olarak bakan bir halk var ki durum şimdi de değişmemiş.

Endriss, Eskişehir'de bir otele uğruyor. Oteli açan, bir Alman kadın. Kadının adı Tadia. Bugün Eskişehir'de aynı adı taşıyan bir otel mevcut. O tarihlerde, demiryolu inşaatında görev yapan Almanlar kalıyor bu otelde. Eskişehir'de bir Alman kolonisi kurmuşlar.

Anadolu'daki gezilere Midilli Adası ziyaretiyle ara veriyor Endriss. Midilli'ye ulaştığında, Türk kültüründen tamamen kopmuş olduğu ve Yunanistan'a varmış olduğu hissine kapılıyor. Oysa, ziyaretin gerçekleştiği tarihte Midilli Adası Osmanlı toprağı. Fakat, hakim kültür başka. Rum Halkı'nın daha eğitimli, ekonomik açıdan daha iyi durumda ve daha çalışkan olduğu tespitini yapıyor Endriss. Türkler'in de Rumlar gibi bayındır bir hale gelmeye özendiklerini anlatıyor. Benzer şekilde, yine o dönemde Osmanlı toprağı olan Ortadoğu'ya gittiğinde de İstanbul'da ve Anadolu'nun batısında gördüğünden farklı bir kültürün varlığına tanıklık ettiğini anlatıyor. Ortadoğu izlenimlerinde, bugün o bölgede teker teker ülke haline gelmiş toprakların bugün çok daha gelişmiş olduğu izlenimi edinilmiyor kitaptaki anılardan. Tabii, değişmek, büyümek ile kalkınmak ve gelişmek kavramları arasında çok büyük farklar var.

Almanya, Türkiye, Yunanistan, Suriye, Ürdün, v.s. Zaman geçtiği, olaylar geliştiği halde ülkelerin dünyadaki konumları pek değişmiyor. Sahip olunan kültürel özellikleri kıran ve kendisini gelişerek başka konuma getiren çok ama çok az sayıda ülke var dünyada. 1910'ların Almanya'sında mühendis Almanlar ve işçi konumunda Türkler çalışıyor. Teknik bilgi açısından Türk işgücü çok geri durumda. Bugün de konum aynı. 1910'da Osmanlı'nın ithalatı 11.8 milyon Mark, ihracatı ise bunun hemen hemen yarısı kadar. Almanya'nın 1913 verileriyle ithalatı 10.7 milyar Mark ve ihracatı 10.1 milyar Mark. Bir ülke milyon, diğeri ise milyar düzeyinde uluslararası ticaret verisi konuşuyor o yıllarda. Bugün, Almanya'nın teknolojisi ve katma değeri yüksek üretimi başka ülkelerde cari açık ve işsizlik kaynağı oluyor. Diğer bir ifadeyle, dünyanın başı ekonomik açıdan Almanya'nın teknolojisi ile belada. O teknolojiden faydalanıyor olmasına rağmen.

Bu arada, ülkeler büyük talihsizliklerle son derece çalkantılı dönemler de yaşayabiliyorlar. 1913’ün Almanya’sının ilerleyen yıllarda ne hale geldiğini ve 1950’lere kadar ağır bunalımlı dönemlerden geçtiğini de biliyoruz. Ama, ülkelerin sosyal genetik kodları var. Onlar yerinde duruyor. O kodlarda bilim var, sanat var, gelişme var.

Yukarıda verdiğim örnekleri çok sayıda örnekle çoğaltabiliriz. Dünyada bulunduğu konumu endeksleme mantığında değiştirebilen pek ülke yok. Bazı konularda birkaç sıra iner, birkaç sıra çıkarlar ya da çok özel bir alana kafayı takan biri çıkıp ülkeyi özel bir alanda başka bir konuma getirebilir ama kültürlerin yaşama ortak bakış açısı ve ortak felsefesi gelişmişlik düzeyini ağırlıklı ortalama mantığında belirliyor. Bazı "marjinal sayılan" zekalar biraz fazla kitap okuyor, bir kaderi kırmaya çalışıyor ama olmuyor. Olması da pek mümkün gözükmüyor.

Aynı hedefe topyekün yönelebilmek ve gelişmeyi ortak bir kültür çerçevesinde arzulamanın önemi büyük.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo