Ana içeriğe atla

Kredibilitenin Yok Oluşu

Türkiye, son üç merkez bankası başkanını görevden aldıktan sonra dördüncü başkanı göreve getirdi. Erdem Başçı (2011-2016) sonrasında göreve gelen Murat Çetinkaya (2016-2019), Murat Uysal (2019-2020) ve Naci Ağbal (2020-2021) görevlerinden alınarak başkanlığa veda ettiler.

Görevden almalar ile ilgili nedenler kafa karıştırıcı gibi gözükse de, temelinde faiz artırımı olduğu anlaşılıyor. İktisat öğretisi, enflasyonu indirmek için faizin artması gerektiğini söylüyor. Ancak, hükümet cephesi bu öğretiyi dikkate almıyor ve tersini iddia ediyor. Aslında, iktisat öğretisi ile ters bir düşüncenin var olmadığını ama iktisat öğretisine ters düşen bir söylemin ideolojik nedenlerle benimsenmiş olduğunu düşünmek sanırım yanlış olmaz.

Türkiye, 2013’ten bu yana enflasyon ile faiz ilişkisinin yönünü tartışıyor. Hane halkı ve firmalar söz konusu tartışmalar ve rotası her an değişme potansiyeline sahip para politikası uygulamaları nedeniyle karar almakta zorlanıyorlar.

Politika uygulamalarının birkaç ay içinde 180 derecelik değişime uğrayabileceği tedirginliği altında optimum iktisadi kararlar nasıl alınabilir? Alınan kararların kalıcı olması ve verimlilik sağlaması nasıl beklenebilir?

Enflasyon-faiz arasındaki ilişkinin tartışılması merkez bankası üzerinde hemen hemen 2013’ten bu yana siyasi baskı yarattı. Erdem Başçı döneminde başlayan ve devam eden son derece karmaşık para politikası araçları dizaynı söz konusu oldu. Politika uygulamalarının zamanlama hataları, Türkiye’nin son yıllarda düzenli olarak kur şokları yaşamasına neden oldu. Kur şoklarının enflasyonda ani ve sert çıkışlar yapması ise takip eden dönemlerde sert faiz artırımlarını tetikledi. Önceki dönemlerin yanlış para politikası uygulamaları, gereği olmayan finansman maliyetleri artışlarıyla karşı karşıya kalınmasına yol açtı.

2014 yılının Ocak ayında yaşanan kur artışına karşı siyasi baskılar nedeniyle zamanlaması doğru bir faiz hamlesi ile karşılık veremeyen merkez bankası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bir günde en yüksek miktarlı döviz müdahalesinde bulunuyor ama kurdaki artışı yine de durduramıyordu. Bu nedenle, zamanlaması yanlış bir faiz hamlesi ile Türkiye’nin finansman maliyetlerini sert bir şekilde yükseltiyordu. Ancak, dönemin başbakanı, siyasi baskıya rağmen yine de merkez bankasının bağımsız olduğuna dair vurgu yapmaktaydı. Bu vurgu, piyasanın bir bölümünde olumlu yansıma bulmaktaydı.

Piyasanın likidite ihtiyacı dışındaki nedenlerle, yerli parayı savunmak amacıyla yabancı para rezervlerini kullanmak hiçbir zaman kuru düşürücü etki yapmaz. Tam tersine, spekülatif atakları tetikler. Müdahale ile birkaç saat ya da gün için düşen kur, yeniden sert çıkışa geçer. Zira piyasa, merkez bankasının yeniden müdahale edeceği beklentisine girer ki bu beklentiyi oluşturan merkez bankasıdır.

Erdem Başçı’nın görev süresi dolduktan sonra göreve gelen Murat Çetinkaya döneminde yaşanan 2018 yılı kur krizi ve ardından yine zamanlama hatalarıyla dolu faiz müdahalesi ve ardından gelen sert faiz artırımı, Murat Çetinkaya görevden alındıktan sonra “lafımızı dinlemiyordu” ifadesi ile eleştiriliyordu. Yani, siyasi baskıya rağmen bağımsızlık vurgusunun yerini, söz dinlemeyen bir merkez bankası başkanı imajı alıyordu. Artık, merkez bankasının araç bağımsızlığına sahip olabileceğini düşünecek hiçbir gerekçe kalmamıştı.

Murat Uysal dönemi, başlangıçta iktidarın faiz ile ilgili görüşlerine uygun bir faiz politikası ile geçti. Yeni başkan, söz dinliyordu. Faiz, yine politika zamanlaması hatalarıyla bu kez “önden yüklemeli indirim” uygulamalarıyla enflasyon ile uyumsuz bir şekilde düşürülmekteydi. Nitekim, faiz indirimleri sonucunda enflasyon yükselişe geçmeye başlamıştı ki korona krizi baş gösterdi.

Murat Uysal dönemi, BDDK’nın aktif rasyosu uygulaması nedeniyle para politikasının ve dolayısıyla parasal aktarım mekanizmalarının çalışmadığı, aynı zamanda para politikası araçlarının dizaynının karmaşık (kompleks) değil, karmakarışık olduğu bir noktaya geldi. Diğer bir ifadeyle, Erdem Başçı dönemiyle başlayan para politikalarının hane halkı ve firmalar tarafından anlaşılamaz yapısı, bu defa anlaşılması imkansız bir düzeye ulaştı. Geç likidite penceresi üzerinden para politikası yönetmek gibi para politikasının doğru tekniğine hiç uygun olmayan yöntemlerle bu ağır süreç yönetilmeye çalışıldı. Sonuç, kontrolden çıkan enflasyon ve faiz oranı oldu.

2020’nin bahar aylarından yaz ortalarına kadar merkez bankası faizi düşürüyordu. Faiz indirimini, merkez bankasının para politikasının ana unsuru olarak 2014’te ilan ettiği “politika faizi” üzerinden yapmıyordu. Zira, politika faizi üzerinden faizi artırmak ya da indirmek basında “faiz indi” ya da “faiz artırıldı” ifadeleriyle özetleniyor, ancak merkez bankasının “ortalama fonlama faizi” artış ya da azalışları manşete taşınmıyordu. Böylece toplumdaki algı, faiz oranının değiştirilmediği yönünde oluşmaktaydı. Sanki, “kimseye çaktırmadan faiz artırımları ya da indirimleri” gerçekleşiyordu. Oysa merkez bankası, paranın kullanım maliyetini (faiz) düşürüyor ya da artırıyordu. Nitekim, Temmuz 2020 sonrasında politika faizi kullanılmadan ortalama fonlama faizinin artmaya başlaması, Murat Uysal’ın da görevden alınmasına neden oldu.

Naci Ağbal, kısa süre içinde para politikasını doğru bir noktaya taşıdı. Naci Ağbal’ın da eleştirilebilir uygulamaları olsa da, Erdem Başçı, Murat Çetinkaya ve Murat Uysal dönemlerinden sonra ilk kez doğruya en yakın uygulamalar hayata geçirilmeye başlanmıştı. Görev yaptığı süre içinde, enflasyonu kalıcı olarak düşürmek konusunda dirayet göstermiş, ancak para politikası dışındaki hiçbir unsur kendisine yardımcı olmamıştı.

Merkez bankası başkanlarının ardarda görevden alınmalarını sadece piyasa ve ekonomi çerçevesinde değerlendirmek ağır bir hata olur. Bu, bir yönetim krizidir. Öncelikle, enflasyon ile faiz arasındaki ilişkinin hükümet cephesinde yanlış değerlendiriliyor olması bu yönetim krizinin temel noktasını oluşturuyor.

Yıllar içinde erozyona uğrayan merkez bankası kredibilitesi, Naci Ağbal’ın uzun yıllar sonra hayata geçirdiği doğru uygulamalar sonrasında görevden alınmasıyla sıfırlandı. Bu noktadan sonra, merkez bankası başkanının herhangi bir açıklaması piyasada güven oluşturamayacaktır. Ortaya çıkacak para politikası uygulamaları, çok sayıda parametreyi elbette etkileyecektir. Ancak, merkez bankasının geleceğe yönelik beklentileri yönetebilmesi ve hedefleri doğrultusunda yönlendirmesi bu şartlar altında mümkün olamayacaktır. Güven unsurunun yok olması, merkez bankasının piyasa değişkenleri için oluşturmaya çalıştığı değerlerle aynı değişkenler için piyasanın oluşturduğu değerler arasındaki bağın (korelasyonun) zayıflamasıyla ve hatta kopmasıyla sonuçlanacaktır. Bunun anlamı, para politikasının etkinliğinin zayıflaması ya da kaybolmasıdır.

Öyle anlaşılmaktadır ki, merkez bankası faiz oranlarını düşürecektir. Ne zaman gerçekleşeceğini tahmin etmek mümkün değil. Parasal istikrarın bu şartlar altında nasıl sağlanacağı düşünülmektedir? Parasal istikrarı sağlamak merkez bankalarının görevi iken parasal istikrar komitesinin rolü ne olacaktır? Anladığımız kadarıyla, arz yönlü düzenlemeler söz konusu olacak. Eğer, depo basarak fiyat kontrolleri söz konusu olacaksa, çok büyük parasal istikrarsızlıklar söz konusu olacak demektir.

Önümüzdeki günler ve aylarda ne gibi gelişmelerin olacağını tahmin etmeye çalışmakta piyasa. İktisat öğretisi, hangi koşullar altında nelerin yaşanabileceğini anlatıyor.

Hiçbir analiz iyimser ya da kötümser olamaz. Veriler üzerinden bulgular bilimin kurallarına tabi tutulur. Önümüzdeki günlerde faiz düşürülürse, kur yükselecek ve enflasyonu ivmelendirecektir. Ekonominin yapısal olarak bağımlı olduğu kısa vadeli yabancı sermaye çıkış yapacaktır. Bunun anlamı, hedeflenen büyümeye ulaşılamamasıdır. Zira, büyümeyi finanse etmekte olan zayıf kaynaklar daha da zayıflayacaktır. Enflasyonun yükseldiği koşullar altında, merkez bankası faizi indirse de piyasada bire bir yansıma bulması mümkün olmayacaktır. Çünkü, risk primleri güçlü bir şekilde artmış olacaktır.

İşsizlik, çeşitli tanımlar altında %12-29 aralığında. Genç işsizliği uzun süredir %25 civarında. Enflasyon, TÜİK verilerine göre %16’ya yakın. Üretici enflasyonu ise %27. Kişi başına gelir 2013’ten bu yana düzenli olarak düşüyor. Bu verilerin hepsi TÜİK’ten. Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durumla ilgili duygu ifade eden sözcükler kullanmaya gerek yok. Veriler, mesajı çok güçlü olarak veriyor.

Ortaya çıkan tablo karşısında siyasi gelişmeler ve korona bahane edilerek ekonomi politikalarının doğru olduğu düşüncesine kapılmasın kimse. Türkiye, yabancı saldırısı altında değil. Siyasi gelişmelerin ortaya koyduğu zor ekonomik koşullar tüm dünya ülkeleri için geçerli. Önemli olan, o zor dönemlerdeki ekonomik dalgalanmaları göğüsleyebilecek kurumsal alt yapının, kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun kurumlar arası çapraz denetleme mekanizmalarının, hukukun üstünlüğünün ve bilime uygun düşüncenin varlığıdır. Aksi takdirde, genç işsizliği %25, enflasyon %16 oluyor, kişi başına milli gelir sekiz yıl boyunca düzenli olarak düşüyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo