Ana içeriğe atla

Banka-Firma İlişkileri Yönetimi

Türkiye, korona salgını ile oluşan ağır ekonomik koşulları kredi mekanizması üzerinden hane halkını ve şirketleri borçlandırmak suretiyle hafifletmeye çalıştı. Ancak, ekonomik canlılığın zayıfladığı ve gelir kayıplarının yaşanacağı koşullar altında, bu tercihin orta ve uzun vadede makroekonomik dengelere hasar vereceği açıktı. İktisadın kuralları, olasılıkları anlatıyordu.

Temelinde ekonominin olmadığı ve insani boyutu özellikle çok ağır basan bir krizin topluma ödeteceği maliyetin maliye politikası desteği ile hafifletilmesi gerekiyordu ki son günlerde atılan bazı adımlar maliye politikasının kullanımına ağırlık vermeye başladı. Anlamı, hibeler yoluyla toplumda ihtiyaç sahibi olan kesimlere destek olmak. Son derece önemli adımlar ama devamının gelmesi gerekiyor.

Bankacılık sisteminin aktif rasyosu uygulaması ile üstlendiği yükler 2021’de sorunlu krediler konusunu sürekli gündemde tutacaktır. Geçtiğimiz günlerde yapılan bir düzenleme ile donuk alacak sınıflandırılmasına tabi tutulacak krediler için 90 gün yerine 180 gün kriterinin kullanılması konusundaki uygulama süresi 30 Haziran 2021’e kadar uzatıldı. Anlamı, sorunlu kredilerin halk içindeki tabiriyle yüzdürülüyor olduğudur. Düzenleme, sorunu çözmüyor ama erteliyor. Ancak, bankalar vermek zorunda kaldıkları kredilere düzenlemelerin dışında risk yönetimi ilkeleriyle bakıyor olacaklar.

Türkiye’de kredi kullanma kültürü zayıftır. Reel sektör, bankalara verdiği bilgilerin hangisinin verilmesi ya da verilmemesi gerektiği konusunda sürekli kafa karışıklığı içindedir.

İktisat teorisi, bankaların kredi vermemeyi tercih etmelerini kredi tayınlaması (credit rationing) olarak tanımlar ki bunun nedenlerinden biri kredi veren ile müşteri arasındaki bilgi asimetrisidir. Yani, bir kreditöre vermesi gereken bilgiyi vermediği için kredi kullanma olanaklarını kaçıran müşteriler söz konusudur.

Bilgi asimetrisi ve bu nedenle oluşacak kredi tayınlamasının büyümeden çok risk yönetimi konularının gündemde olacağı 2021 yılında ekonominin bazı noktalarında hasar oluşturması olasıdır. Bu nedenle, bankacılık sistemiyle ilişki yönetiminin hem reel sektörün olabildiğince canlılığını koruyabilmesi, hem de bankacılık sisteminin zayıflamaması için önemi büyüktür.

Aktif rasyosu kalktığına göre, bankaların yasal olarak kredi verme zorunlulukları söz konusu rasyo kriterinin dışına çıkmış oldu. Bundan böyle, kredibilitesi yüksek olan, iyi yönetilen firmalar bankaların kredi verme kriterlerinden geçerek ihtiyaç duydukları kredilere ulaşma imkanına sahip olmaya devam edecekler. Tersi durumda olanlar ise, bu imkana ya hiç sahip olamayacaklar ya da kısıtlı düzeyde sahip olacaklar.

Bankalarla ilişkiler neden önemlidir? Bir ekonomide bankaların temel fonksiyonu, başta mevduat toplamak olmak üzere çeşitli yöntemlerle parasal kaynak yaratıp, kredi vermek suretiyle tasarrufların yatırımlara ve işletme sermayesi finansmanına dönüşmesini sağlamaktır.

Bankalar, topladıkları kaynaklara bir faiz öderken, muteber buldukları kurumlara, projelere kaynak aktarımı yaparak ülke ekonomisinin büyümesine katkı sağlarlar. Kaynak aktarımı, bazı ülkelerde bankacılık kesimi ağırlıklı bir yapıyla mümkün iken, bazı ülkelerde sermaye piyasası ağırlıklı bir yapıyla sağlanmaktadır. Örneğin, Türkiye ve Avrupa'daki finansal yapıda kaynaklar daha çok bankacılık kesimi üzerinden, ABD'de ise ağırlıklı olarak sermaye piyasası üzerinden yatırımlara yönlendirilmektedir.

Kurumlar, kısa vadeli ve uzun vadeli planlarına yönelik olarak değişik vadelerde fon talebinde bulunurlar. Bankalar da, müşterilerinin bu taleplerini müşterilerini her yönden analiz ettikten sonra değerlendirir ve bir karara ulaşırlar. Müşterinin ne zamandan beri sektöründe faaliyette olduğu, yönetimin profesyonelliği, temel faaliyet alanının dışındaki işlere para aktarımı yapılıp yapılmadığı, şirket hissedarları ve profesyonel yöneticilerinin etik kurallara ve ülkede geçerli mevzuata ne kadar uygun hareket edip etmedikleri, firmanın mali yapısının ne kadar sağlam olup olmadığı, firmanın faaliyetlerini sürdürürken ödemelerini, taahhütlerini aksatıp aksatmadığı, v.b. kriterler, bankaların bir müşteriyle hangi teminat yapısı, kredi limiti, faiz oranı ve vade ile çalışacaklarını belirler. Bu kriterlerin sonuçları, hem bankaların kendi fonlanma olanakları ve bankacılık politikalarıyla hem de piyasa koşullarının dikte ettiği koşullarla beraber değerlendirilmek suretiyle ortaya çıkar.

Yukarıdaki iki paragrafta ifade etmeye çalıştığım çalışma esasları çerçevesinde başlayan ve sağlıklı işleyen uzun vadeli bir banka-müşteri ilişkisi, hem müşterinin işlerine, hem de bankanın finansal yapısına katma değer sağlar. Yani, karşılıklı bir katma değer yaratma döngüsü söz konusudur.

Eski Fed başkanı Ben Bernanke, 1929 Buhranı üzerine uzmanlığı olan bir akademisyendir ve krizde temel rol oynayan faktörlerden birinin banka-müşteri ilişkilerinin çökmüş olması ve borç alanlar için reel faiz maliyetlerinin yükselmesi olarak açıklar. Bugün içinden geçilen koşulların boyutunun 1929 Buhranı ve/veya dünya savaşları dönemleriyle karşılaştırılabileceğini düşündüğümüzde, Ben Bernanke’nin bu önemli tespitine atıfta bulunmak bir zaruret halini almaktadır.

Bazı endüstriler yapıları gereği kredinin var olmadığı bir ekonomik düzende yaşayamazlar. Bu nedenle, bu sektörlerde faaliyet gösteren firmaların, bankalarla ilişkilerini sağlıklı olarak yürütmeleri son derece önemlidir. Ayrıca, bir firmanın kendi faaliyetlerini fonlamak için hangi oranda kredi kullanımı yapacağını ve/veya özkaynaklarına yöneleceğini finansal optimizasyon ilkeleri çerçevesinde belirlemesi de son derece büyük önem taşımaktadır. Böylece, bir banka kredisi ile fonlama yapmanın firmanın faaliyetlerinde meydana getireceği katma değer yaratma gücü matematiksel olarak ölçülebilir bir nitelik taşır.

Bir firma, bankalarla çalıştıkça, kredi kullanım olanakları yarattıkça finans piyasasında kredibilitesini yükseltmekte ve zamanla daha iyi koşullarda kredi olanaklarına ulaşabilmektedir. Bu durumda, kredi/özkaynak kullanımı optimizasyonu da zamanla değişen bir denklem ortaya koyacaktır. Bir firmanın, finans piyasasında artan tanınırlık/itibar unsuru, bir nevi sertifikasyon görevi görecektir. Firmanın çalıştığı banka portföyüne yeni bankalar katılırken, söz konusu firma ile çalışan bankaların hangileri olduğuna bakacak ve eğer bu bankalar muteber bankalarsa, firmanın da itibarı yükselecektir. Çünkü, doğru risk/getiri analizi yapan bankalar doğru riskleri doğru fiyatlarla alırlar. Bu döngü içinde, bankalar kendi aralarında birbirleri için bir sınıflama yaparken müşteriler üzerinden de bir risk profili zamanla ortaya çıkmaktadır. Yani, firmaların çalıştıkları banka profili de o firmanın ve bankaların risk algılaması ve politikaları hakkında bilgi verici bir hale gelir.

Bankalar, kredi kullandırabildikleri ölçüde kar edebilen kuruluşlardır. Bu nedenle, piyasada var olan kaliteli ve kredibilitesi olan firmalara kredi vermek isteyeceklerdir. Böylece, bir firma üzerinden bankalar, birbirleriyle rekabet eder hale geleceklerdir. Bu rekabetin varlığı sağlıklıdır. Zira, firmaların katlanmak zorunda oldukları finansman maliyetlerini düşürücü etkiler yapacaktır ve finansman sağlamak konusunda alternatifler sunacaktır. Fakat burada, bankacılık sisteminin sağlıklı bir finansal yapı içinde faaliyetlerini sürdürmesiyle firmaların finansman maliyetlerinin makul düzeylerde olması arasında hassas bir denge söz konusu olacaktır.

Herhangi bir nedenle bir banka-firma ilişkisinin zedelenmesi ya da çökmesi, karşılıklı güven kaybı anlamına gelecektir. Süreç, bir firmanın doğal iş akışı içinde ihtiyacı olmayan bir kredi yapılandırmasının ve koşullarının ortaya çıkması ile sonuçlanacaktır. Bu durum, firmanın faaliyetlerinin büyüyememesi, finansman maliyetlerinin yükselmesi ve finansal tablolarının olumsuzlaşması noktasına kadar uzanabilir.

Her bankanın sunabildiği hizmetler farklıdır. Her bankanın aynı finansal hizmetleri sunabilmesi, mali yapı, organizasyonel yapı, coğrafi varlık, v.b. nedenlerle mümkün değildir. Bu nedenle, firmaların farklı bankalarla çalışmaları hayati öneme sahiptir. Bir bankanın en iyi neyi yaptığı ya da yapamadığı banka seçiminde rol oynayan önemli bir faktördür. Ayrıca, hem firmaların ihtiyacı olan finansal hizmetler, hem de bankaların sunabildiği finansal hizmetler zamanla farklılık gösterebilmektedir. Bu nedenle, bankalar ve fimalar arasındaki düzenli diyalog son derece önemlidir. Bu noktada, hem bankaların, hem de firmaların kendi iş yapış şekillerinde ve politikalarında meydana gelen değişiklikleri karşılıklı olarak paylaşmaları önemlidir. Böyle bir ilişki, uzun dönemli, sağlıklı ve yüksek katma değer yaratan bir banka-firma ilişkisine dönüşecektir.

Türkiye'de, bankalarla bilgi paylaşımı konusu firmaların büyüklükleri, kültürleri, sektörleri, v.b. faktörlerle farklı derinliklerde kendini göstermektedir. Bankalar, hangi projeye, hangi işe, hangi firmaya, hangi sebeplerle kredi vereceklerini kendi kredi politikaları çerçevesinde belirlerler. Bu nedenle, bir bankaya sunulacak bir bilgi paketinin tüm bankalardan aynı koşullarda bir kredi olanağı olarak dönmesi beklenemez. Ancak, ülkemizde bir bankanın bir firmadan bilgi istemesini kendisine hakaret gibi gören çok sayıda firmanın var olduğunu bilmekteyiz. Bu noktada, bir kültür eksikliğinin var olduğu gözlemlenmektedir. Aynı zamanda, bankaların gizlilik ilkesiyle çalışan kurumlar olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla, bankalarla bilgi paylaşmak son derece doğaldır. Ancak, firmaların da çalıştıkları bankaları bir değerlendirmeye tabi tutmaları ve hangi bankayla neden ve ne ölçüde çalışacaklarını belirlemeleri gerekir. Yani, bankaların da firmalar nezdinde bir derecelendirmesi olması gerekir. Nasıl ki bankalar firmalara bir derecelendirme uyguluyorsa aynı yaklaşım firmalar tarafından da sergilenmelidir. Likidite olanaklarını kaybederek bir anda mali bir krize giren bir banka, kredi kullanımıyla yaşayan sektörlerdeki müşterilerini de krize sürüklemeyecek midir?

Bir firmanın çalışması gereken banka sayısını ne belirler gibi bir sorunun cevabı kolay değildir. Ancak, bu noktadaki belirleyici unsur firmaların karakter özellikleridir. Bir firmanın tek bir bankayla çalışması, firma için finansal ürün fiyatlamalarında büyük dezavantaj yaratacaktır. Bankalar, müşterileri üzerinden birbirleriyle rekabet ederler. Rekabet ise firma için fiyat avantajı demektir. Tek bir banka ile çalışmak, önemli bir likidite riskidir. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, her bankanın değişen ekonomik koşullarda değişen fonlama maliyetleri, ürün yapıları değişiklikleri ve sektör tercihleri olabilecektir. Bu nedenle, aynı bankayla her ekonomik koşulda çalışılması mümkün olamayabilir. Bu nedenle, kaç bankayla çalışılacağından çok, tek bir banka ile çalışılmaması ana prensip olmalıdır. Ancak, mikro ölçekteki firmalar için bu durum söz konusu olmayabilir. Zira, bankaların da kar amaçlı kuruluşlar olduğu unutulmamalıdır. İş hacimlerindeki artışa paralel olarak artan finansal ihtiyaçlarla bankaların sundukları hizmetler bir noktada örtüşecek ve banka-müşteri arasında karşılıklı fayda ilişkisi yaratılacaktır. Dolayısıyla, çok küçük firmalarda tek bankayla çalışmak hem firma, hem de banka için daha faydalı olabilir. Fakat, büyüyen organizasyonların zamanla yeni bankalara yönelmeleri fiyat, risk ve likidite unsurları açısından bir mecburiyettir. Yani, banka sayısını iş hacminin ve çeşitliliğinin gelişimi belirler.

İç piyasada ve yurt dışında faaliyet gösteren bankalarla çalışma tercihi de yine firmaların karakter özellikleriyle paraleldir. Yabancı bankaların ağırlıklı olarak bir işin kendisine kredi vermek gibi bir eğilimleri bulunmaktadır. Yani, ticaretin aşamalarını finanse etmek isteğindedirler. Bu amaçla, bir malın alımı için açılması söz konusu bir akreditifi, bir malın satışıyla ilgili akreditif işlemlerini, ticaretin varlığını ve aşamalarını belgeleyen tüm dökümanları görerek ve hangi ticari işleme kaynak aktarıldığını bilerek hareket etmektedirler. Oysa Türkiye'de genel itibariyle bilançonun finansmanı söz konusu olmaktadır. Böylece, ancak işletme sermayesinin finanse edilmesi için gerekli olan kısa vadeli kredi olanakları yaratılabilmektedir. Oysa, ticaretin finansmanı söz konusu olduğunda çok ağır kriz dönemleri dışında bankalardan finansman olanakları mevcuttur. Zira, bankalar yapılan ticaretin tüm aşamalarından haberdar olarak ve kendilerini de garanti altında hissederek finansman sağlamaktadırlar. Aksi durum, bankaların hiç bilmedikleri işlemleri finanse etmeleriyle sonuçlanmaktadır.

Dünya genelinde de ticaret finansmanı kaynaklarının daraldığı bir süreç yaşandı. Bunun sebebi, 2008 krizi ve sonrasında yaşanan süreçti. Uluslararası ticaretin yavaşlaması hem ekonomik krizin pekçok sektörlerde yarattığı etkilerle, hem de ticaret finansmanı kaynaklarının uluslararası bankalarca sınırlandırılması sonucunda ortaya çıktı. Çıkan sonuç şu: Yurt dışındaki bankalarla çalışmak için kriz koşulları ihmal edildiğinde, uluslararası ticaretin içinde yoğun olarak var olmak gereği ortaya çıkıyor. Çünkü, uluslararası faaliyetler, uluslararası finans piyasalarında da sertifikasyon yaratmak gerektiğini ortaya koyuyor.

Sonuç olarak, bankaların finansman olanakları ülkenin ve uluslararası ekonomik koşulların dikte ettiği ortamla paralel. Firmalar ise, reel ekonominin büyümesi gibi çok önemli bir fonksiyonu üstlenmiş durumdalar. Her iki kesimin de birbiriyle ilişkisi çok ama çok önemli. Tasarrufların kaynak olarak üretime aktarılması sağlıklı banka-firma ilişkisinden geçiyor. Her iki tarafın da yüksek etik değerlerle çalışması ve ilişkilerin güvene dayanması kritik bir nokta.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo