Hayat zordur ama bazen çok daha zordur. Bu cümleyi
defalarca kurdurdu bana 2020. Sürekli yanımda taşıyıp aklıma gelenleri not
ettiğim cep defterimde “ilk kez” nitelemesiyle yazdığım cümle sayısı herhalde
hiç bu yıldaki kadar çok olmamıştı.
Kişisel yaşamımda hangi tarihsel olaylara tanıklık ettiğimi
defalarca sorma gereği hissettim 2020’de. Tarihe tanıklık ediyorduk çünkü. Hem
okuyorduk, hem yaşıyorduk. Tarihe mal olan olayları izlemekle yaşamak başka
şeyler. Yaşananların size dokunan, sizi etkileyen yanlarını ne kadar
hissettiğiniz o yaşananlarla ilgili tecrübelerinizin derinliğini belirler. Bu
defa, tüm insanlık hem izledi, hem yaşadı. Yerkürede bugün yaşayan tüm nesillerin
çok büyük bir bölümü hep beraber aynı şeyi böylesine eş anlı tecrübe etmemişlerdi.
Kendimle sohbetler ettim uzun uzun. Endişelendim, sıkıldım,
ölümlere üzüldüm. İtalya’nın balkonlarında söylenen şarkıları dinlemek
hüzünlüydü. Çaresizliğe ve ölüme haykırıştı çünkü her çıkan ses. Ama, hayatın
tam anlamıyla gerçeğiydi. Tanıklık ettik. Hissedebildiğimiz kadar hissettik.
Sonra, çember daralıp yakınımıza gelince tehlike, algılarımız değişmeye
başladı.
Berlin Duvarı var iken gördüğüm Doğu Almanya, Brandenburg, 1970’lerin
Yugoslavya’sı, Bulgaristan’ı, Macaristan’ı bugün pek çok genç için anlam ifade
etmiyor. O anlarda neye hissederek tanıklık ettiğimin farkında değildim ama o
gün yaşadıklarım çok değerli geliyor bana bugün. Güzel, çirkin, iyi, kötü gibi
kıyaslamalar değil yapmak istediğim. Dünyada neyse gerçek, onu hissetmiş
olmanın getirdiği tecrübenin tadı kastettiğim.
Artan dijitalleşmeyle insan olma yönümüzden uzaklaştık. Duyularımızın
hissettirdikleri azaldı. Bir anda fazla geldi günlük yaşamımızdaki teknolojinin
böylesine süratle artan yoğunluğu. Mecburuz bu illetle yaşamaya. Bazıları
memnun ama ben değilim. Kaçış da yok bu işten.
Basiti keşfetti insanlar. “Yokmuş meğer şuna buna
ihtiyacım” diyen bir sürü insanla sohbet ettim. İçimden, “yeni mi anladın” diye
sorup kimsenin yüzüne vurmadım anlattıklarını.
Siyaset, yine berbat yüzünü göstermekten geri durmadı
ölümlere rağmen. Siyasetçiler ölümden hiç etkilenmezmiş. Bu tespite dair bir
makale okumuştum yıllar önce. Psikolojik analizler içeriyordu. Bu yıl ikna
oldum ki etkilenmiyorlar. Dünyanın her yerinde seviyesi iyice düşmüş siyaset,
insanları birbirine düşürmekte büyük mesafeler kat etti. Bir maske ya da aşı
siyasi sembollere dönüşebildi mesela. İnsan sağlığını ilgilendiren konularda
dahi kutuplaşabildi siyasetçinin peşinden sürüklediği insanlar. Vatan hainliği,
alçaklık, sefillik, kendi kazdığı çukurda boğulmak gibi üstün nitelikli
kavramlar günlük dilin içinde olağanlaştı.
Türkiye yoruyor. Uzun zamandır yoruyor. Aynı yıl içinde
birbiriyle yüz seksen derece tezatlık içeren ekonomi politikalarının verdiği
ağır hasarla çok yorgun giriyor 2021’e ülke. Yıllardır uygulanan hatalı
politikaların olumsuz sonuçlarının finansal ve siyasal zorlukları ile karşı
karşıya kalınınca söylem değişiklikleri başladı. Bilimin en temel kurallarından
kopmanın sonuçlarıdır bunlar. Hangi alan olduğu da fark etmiyor. Her alanda
koptu ülke bilimin işaret ettiği kurallardan.
Görevde iken alınan kararlarda hiçbir şerhi olmayan
insanların görevden uzaklaştırılınca, geçmişte çalıştıkları kurumlarına karşı
muhalif tutum sergilemeleri de ilkeli duruşu olan insanların anlayabileceği
yaklaşımlar değil. Ancak, böylesi karakter özelliklerinin söylemleri de
sıradanlaştı. Ahlaki zafiyetin boyut atlamasına tanıklık ediyoruz son yıllarda
ama 2020 bu konuda da çok renkli görüntüler sundu.
Yıllardır Türk televizyonlarını izlemiyorum. Yıllardır Türk
gazetelerini okumuyorum. Benzer ilkelere sahip olduğum ve saygı duyduğum ve
görüşlerini paylaşmasam da saygı duyduğum için sevdiğim kişilerin yazılarını
okuyorum. Bir elin parmaklarını da geçmiyor bu insanlar. Ağırlıklı olarak,
yabancı basını takip etmekteyim. Onların içinde de en kaliteli olduğunu
düşündüklerimi seçerek takip ediyorum. Türkiye için ise bilginin doğrudan
kaynağından besleniyorum. Böylesine ağır bir kriz ortamında bu cephedeki çöküşün
saklanabilir tarafının kalmadığına da tanıklık ettik 2020’de.
Türkiye’de eğitimin bilinçli ve geniş perspektifli insan
üretme özelliği çok zayıftı ama son yıllarda neredeyse yok olma noktasına
geldi. Türkiye’de “üniversite” yok. Adı üniversite olan ama daha çok birer kurs
görüntüsünde olan bu yerlerde bireysel çabası ile bir şeyler yapmaya çalışan az
sayıda doğru insan var. Kurumsal alt yapı çökünce, bilimsel düşünen insanlar
yetiştirmek bir geleneğe dönüşemiyor. Geleceğe son derece donanımsız olarak yol
alıyor ülke. Bu arada, akademik unvanlar da birer kurs sertifikası olma
özelliğiyle dağıtılıyor etrafta. Dünyada bazı hatırı sayılır üniversitelerin ortamlarını
görmüş olmakla, yüzümü ekşitmeden bakamıyorum o dünyaya. Haksızlık da
etmeyelim. Ülkenin tüm kurumlarında çöküş var. Ama, eğitimin yeri bir başka ve
çok önemli olduğu için özellikle üzerinde duruyorum.
Küresel sorunların çözümüne dair toplumsal destek
bulabilmek dünya genelinde zorlaştı. Şeffaflıktan uzak Çin mi, Amazon
ormanlarını imara açmayı planlayıp küresel iklim değişikliği olgusunu
umursamayan Bolsonaro mu seçmenlerine küresel sorunları anlatarak doğru
yönlendirme yapacaklar? Hele ki onlarca yıl boyunca ağır borçluluk sorunlarıyla
boğuşacak bu dünyada. Salgının ilk günlerinde virüsün varlığını dahi kabul
etmeyen Johnson ve Trump, yönetmekte oldukları ülkelerin insanlarının bir
bölümünün gereksiz yere ölümüne neden oldular.
Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de
çevresel sorunlar, devletin bundan sonra oynayacağı ve oynaması gereken roller,
sosyal devlet, eşitsizlik gibi konu başlıkları gereken ilgiyi göremiyor. Bunda,
liderlerin popülist politikalarının rolü son derece kritik bir rol oynuyor.
Toplumların bu konularda farkındalık düzeyi düşük. İnsan zekasına hiçbir
entelektüel katkı sunmayan içi boş gündemler popüler kültürün hastalıklı
yanları olarak toplumları derin bir uykuya yönlendiriyor. Eğer ki bilmediğim ya
da hakkında bir yazı okumadığım gayriahlaki bir yanı yoksa, dünyanın toplumuna
faydalı tek kalan lideri olarak Angela Merkel’i görüyorum.
Kendimle sohbetlerimde edebiyatın ayrı bir yeri oldu
2020’de. Zaman zaman gerçekleştirdiğim yapılandırılmış okumaları bir başka
boyuta taşıdım. Mecburen evde geçen zamanlarda edebiyata olan ilgimi tatmin
etme fırsatı buldum. Çok sayıda ekonomi dışı yazılar yazdım hayata dair.
Dostoyevski üzerine okuduğum bazı edebiyat eleştirileri
sonucunda Karamazov Kardeşler’i yeniden okumam gerektiği kanısına vardım.
Okuduğum yazılarda anlatılan perspektiften hiç bakmamıştım Dostoyevski’nin roman
karakterlerine. Kazancakis ayrı bir meşgul etti beni. Yeniden Çarmıha Gerilen
İsa ile bir Ege köyünün hikayesini suyun öte yanından esintiler altında okudum.
Almanya’nın iki dünya savaşı arasındaki tarihine biraz derin bir yolculuk
yapınca, 2020’nin tarihi boyutunu daha iyi anladım. Bir başka kitapta,
Karlsbad’tan İstanbul’a dönen Atatürk’ün İspanyol gribine yakalanıp bir hafta
Viyana’da yatmak zorunda kaldığını öğrendim. Başka bir yılda okusaydım bunu,
eminim ki hiç umursamadan geçerdim bu bilgiyi. Bilim felsefesi üzerine makaleler
okudum. Tüm bu okuduklarımdan yeni yazılar çıkarmaya karar verdim.
Zaman, izafi bir kavram. Aslında, değişen çok da bir şey
yok. Bir şeyler akıp giderken, insanoğlu doğanın kurallarını keşfedip bulmuş
takvimi. 2021’de de ne gelirse onu yaşayacağız. Önce sağlık! Aşılar ile umut
yeşerdi içimizde. Fakat, çok ağır ve çözümü onlarca yıl alacak yükler yükledi
2020 üzerimize. Ve maalesef bunların bazılarını aşamayacağız ve bedellerini
ödeyeceğiz.
Dünyanın iyi insanlara hiçbir zaman olmadığı kadar çok
ihtiyacı var.
Yorumlar
Yorum Gönder