Ana içeriğe atla

Pazar Yeri Sosyolojisi

Antik Yunan'da, halkın toplanma yerine agora denirdi. Alışverişin her türlüsü gerçekleşirdi agoralarda. Mal alışverişi, politik fikirlerin tartışılması, sanatın paylaşılması gibi faaliyetlerle toplumun sosyal yaşamı paylaştığı yerlerdi agoralar.

Hangi antik Yunan kentini gezseniz, en görkemli yerlerin tiyatro alanlarının yanında agoralar olduğunu görürsünüz. Agora, sosyolojik bir anlam ifade eder. Toplumsal yaşama ışık tutar.

Agoraların biraz değişime uğramış halinin bugünün pazar yerleri olduğu düşünülebilir. Köy ve kasaba pazarlarını, şehirlerdeki semt pazarlarına göre daha bir agora havasında düşünmek mümkün.

Şehirler çok anonimleşmiş durumda. Yerel ya da uluslararası marka zincirlerinin alışveriş merkezlerinde ya da kocaman binalarda yarattıkları alışveriş mekanlarında kimseyi tanımadan, endüstrileşmiş ekonomiyi hissederek alışveriş yapıyoruz. Ama, bir köy pazarından çay ya da kahve içmeden ayrılmıyoruz. Bir de cigara ikramları.

Agora, köy ya da kasaba pazarı sosyolojik açıdan birbirlerine en yakın özellikleri sunuyorlar. Bir tam gün geçiyor köy pazarlarında. Köyün ahalisi sabahtan akşama kadar pazar meydanında koşturup duruyor. Sadece sebze ve meyve değil, koyun ve küçük kümes hayvanları da satılıyor ve alınıyor köy pazarlarında. Köylü sohbet ediyor, dedikodusunu yapıyor, birbiriyle tartışıyor, haftalık ihtiyaçlarını karşılıyor bu arada. Haftalık sosyalleşme yeri oluyor pazar yeri. Herkes birbirinden haberdar oluyor pazar meydanında. Köylerin adeta sosyal medyası pazarlar.

Pazar, şehire kayınca kaybetmeye başlıyor yerel olmanın sıcaklığını. Zaten, baştan bir ayrım çıkıyor ortaya şehirle yüzleşince: Zeytinburnu, Avcılar, Beşiktaş pazarlarının karşısında birden sosyete pazarları beliriveriyor. Düşük, orta ve yüksek gelir grupları, yani sınıf ayrımı birden çeşitlendiriyor pazar türlerini. Düşük ve orta gelir gruplarının pazarları biraz daha agoramsı köy ve kasaba pazarlarını andırırken, sosyete pazarları daha bir alışveriş merkezi havasına bürünüyor. Bir tarafta çay, kahve, sohbet, diğer tarafta anonimleşmiş ticari ilişkiler. Söz, senet olmaktan çıkıyor. Garanti belgeleri ve "faturanızı kaybederseniz, aldığınız malı iade edemezsiniz" soğukluğu giriyor araya.

Alışverişin bir sosyolojisi var. Pazar yerleri, en basit, en geleneksel alışveriş mekanları. Köylerden devasa alışveriş merkezlerine uzanan gelir ve sınıf dağılımları, farklı endüstriyel ilişkilerin doğurduğu farklı alışveriş alışkanlıkları ve şartlanmışlıklar!

Ben, şehirdeki alışverişlerde pazarları tercih etmiyorum. Şehirin yoruculuğunun üzerine bir de pazar trafiğini, park yeri aramayı ve bulamamayı kaldıramıyorum. Bulduğum parkın parası da cabası. Pazarların kurulduğu sokak araları da sempatik gelmiyor. Hele ki, tamamlanmamış binaların her yeri inşaat demiri olan zemin katlarında kurulan sevimsiz pazarlara dayanamıyorum. Bir şekilde, pazar fiyatına alışveriş yapılabilecek alternatifleri buluyorum. Sosyete pazarlarına sadece merakımdan gitmişliğim var. İhtiyaçtan değil yani. Alışveriş merkezlerine ise mümkün olduğunca gitmemeye çalışıyorum. Sokağı seviyorum çünkü.

Köylerde ve kasabalarda eğlenceli oluyor gözlem yapmak. Düzenli olarak gittiğiniz yerlerde ya da doğup, büyüdüğünüz köy ya da kasabalarda her gördüğünüzle sohbet edip alışveriş yapabilirsiniz ama büyük şehirlerde zayıflıyor bu hava. Her hafta, aynı satıcıdan kandırılmadan sebze, meyve aldığınıza inanabilirsiniz ama bir köy pazarının sıcaklığını bulamazsınız yine de. Bir tam gününüzü geçirecek hava yoktur yani büyük şehirlerin semt pazarlarında.

Agora ile köy pazarının yakınlığının diğer ucunda alışveriş merkezleri var. Bu da bir sosyolojiye işaret ediyor. Sokakta mağaza dolaşmak yerine, kapalı bir dev binaya girip vakit geçiriyor insanlar. İşin ilginç tarafı, hiçbir mağaza satıcısıyla bir sohbet falan da yok. Bir tam gün içeride kalıp, çoluk çocuk ortalıkta dolanılıp, hatta hiçbir alışveriş yapılmadan akşam ediliveriliyor alışveriş merkezlerinde. Çocuklar birkaç oyuncak ata, eşeğe jeton atıyor, dondurma yiyor ve akşama kadar içeride kalınıyor. Bu arada, anne ve baba hafta içinden vakit bulamadıkları tartışmalarını yapıyorlar belki ya da çocukların ne kadar da çabuk büyüdükleri üzerine uzun bir sohbete dalıyorlar.

Köy pazarlarında, uzun ağaç dallarını bacak arasına sıkıştırıp ata binme oyunu oynayan çocuklar toz kaldırarak geçiyor yanınızdan. Daha sıcak, daha doğal, daha içimizden gibi. Bu çocukların karın bölgesinde selülit olmuyor mesela şehirlilerin pleysteyşıncıları gibi.

Agora ile başlayıp alışveriş merkezine uzanan yolculukta sosyolojik bir yapı değişikliği var. İhtiyaçlar ve ihtiyaç duyulmadığı halde yapılan alışverişler var. Söze dayalı veresiye ve taksitli kredi kartı kullanma alışkanlıkları var.

Şehirlere kaydıkça, temelden kopuş ve algılarla oynayış var. Birine ilkel ve basit, diğerine modern ve karmaşık diyorlar. Siz hangisine gerçekten ihtiyaç duyuyorsunuz?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo