Başarılı
olmak için çalışmak gerekir. Zeka, doğuştan kazanılmış bir özelliktir. Akıl ise
bilgi, öğrenme ve tecrübe ile kazanılır. Çok zeki doğularak, çok çalışarak çok
akıllı olunabilir. Kişi, zekasını, çalışkanlığını ve aklını kullanarak yaşamda
hedefleriyle uyumlu noktalara ulaşabilir. Ancak, tüm bunlar kişisel başarı ile
ilgili konular.
Kişisel başarı, kişinin hedefleriyle kıyaslanarak belirlendiği için kitlesel
başarının kriterleri gibi toplumda ya da uluslararası alanda genel kabul görmüş
kavramlara ve verilere sahip değildir. Diğer bir ifadeyle, kişisel başarının
kriterlerini daha subjektif, kitlesel başarınınkini ise daha objektif olarak
düşünmemiz mümkündür. Kişisel ve kitlesel başarının subjektiflik ve objektiflik
kavramları çerçevesinde tartışılması da mümkün olabilir. Ancak, yaygın olan
anlayış çerçevesindeki bakış açılarını ele alarak konuyu irdelemekteyim.
Kişisel başarı, öncelikle ahlaklı olmayı zorunlu kılıyor. İçinde ahlakın
olmadığı herhangi bir çaba başarı ile sonuçlanamaz. Ahlaki niteliği olmayan bir
çabanın ahlak dışılığı ortaya çıktığında, başarılı gibi görünen bir çabanın
başarılı olma vasfı ortadan kalkar. Ancak, ahlaki erozyona uğramış olan
toplumlarda gayri ahlaki bir çabayla başarılı gibi görünen kişiler ya da
kurumlar başarılı olma vasıflarını kaybetmezler. Türkiye, bu grupta düşünülmesi
gereken ülkelerden biridir.
Türkiye, özellikle 1980'lerden itibaren yaşadığı ahlaki erozyon ile beraber
ahlaki yollarla başarılı olmak isteyen bireylerin toplumsal başarıya katkı
sunabilmelerinin önünde büyük engellerin bulunduğu bir ülkeye dönüşmüştür.
Özel kurumlardaki gayri ahlaki davranış biçimleri kamu kurumlarında kleptokrasi, iş takipçiliği, adam kayırmacılık, v.b. alışkanlıkların ortaya çıkması şeklinde kendini göstermiştir. Zaman içinde, özel ve kamu kurumlarındaki gayri ahlaki davranış biçimleri, birbirini besleyen bir döngü oluşturmuştur. Sonuçta, toplum olarak Türkiye, kişisel düzeydeki ahlak erozyonunun kitlesel bir ahlak erozyonuna dönüştüğü bir ülke halini almıştır.
Kişisel başarı için sebat, düzenli ve metotlu çalışma, tutarlılık ve istikrar son derece önemli rol oynamaktadır. Birbirini tekrarlayan ve besleyen bilgilerin öğrenilmesiyle oluşan öğrenme döngüleri sayesinde bilginin özümsenmesi ve edinilen bilgi üzerinde düşünülmesi mümkün olur. Öğrenme döngülerinin oluşturulabilmesi temelde bir eğitim metodolojisi meselesidir. Eğitim kurumlarının öğretme metotlarındaki kusurlar ve yanlışlıklar öğrenme döngülerini baltalayan özellikler taşıyabilmektedir. Kurumsal düzeydeki bu metot sorununun kişisel düzeydeki yansıması zeki bir kişinin zekasına fazla güvenmesi olarak karşımıza çıkabilir. Öğrenme döngülerinin kırılmasında, kişisel düzeydeki nedenlerden biri yüksek zeka sahibi kişilerin eksik çalışmaları ve eksik öğrenme çabası göstermeleridir.
Öğrenme döngüsünün sürmesi, edinilen bir bilginin farklı bilgilerin temeli
olarak kullanılmasını gerekli kılar. Diğer bir ifadeyle öğrenme döngüsü, bir
bilginin üzerine yeni bilgilerin inşa edilmesi ve eski bilgilerin yeni
bilgileri elde edebilmek için kullanılması sürecidir. Yukarıda belirtilen
kurumsal ya da kişisel nedenlerin öğrenme döngülerini kırması, bilginin
özümsenmesi yerine ezberlenmesi ile sonuçlanır. Bu sonucun ortaya çıkması ise
matematiksel soyutlama ve dolayısıyla bilimsel düşünebilme yeteneğinin
geliştirilememesi anlamını taşır. Bu iki özelliğin yok olması veya kaybedilmesi
ise bilgi üretiminin sürdürülebilirliğinin ya hiç olmaması ya da zaman içinde
ölmesi demektir. Sonuç itibariyle, öğrenme döngülerine bir eğitim metodu
temelinde sahip olmayan bir eğitim sisteminden inovasyon yaratabilme
potansiyeline sahip bireyler çıkamaz.
Türkiye, öğrenme döngüsü kavramına göre eğitim veren kurumların çok az sayıda
olduğu bir ülkedir. İlkokul çağından üniversite sonuna kadar devam eden eğitim
modelinde bir üst paragrafta sözü edilen kavramların olumlu yönde
kullanılabileceği eğitim kurumu bulabilmenin çok güç olduğu bir ülkedir.
Kişisel başarının diğer bir önemli unsuru motivasyondur. Motivasyonun iki temel
tetikleyicisi bulunmaktadır. Birincisi, kişinin arzu ettiği iş ya da mesleği
icra ediyor olmasıdır. İkinsici ise, seçilen mesleğin ve işin icra edildiği
kurumların kişisel başarıyı teşvik ediyor ya da kurum kültürü anlamında
ödüllendiriyor olmasıdır. Bugüne kadar, seçtiği mesleği çok sevdiğini ama
seçtiği mesleği icra etmenin mümkün olabildiği kurumların çağdışılığı nedeniyle
mesleğinden soğuduğunu söyleyen çok kişiye rastladım.
Kişisel başarı daha subjektif kriterlerle belirleniyor ise, kitlesel başarının
kriterlerini, yani toplumsal başarıyı ne belirliyor? Kişilerin kitlesel
başarıya yönelmesi için çok çalışarak, tecrübe kazanarak aklını geliştirmesi
yeterli midir?
Kitlesel başarının kriterlerini ortaya koyma noktasında Birleşmiş Milletler,
OECD, IMF, Dünya Bankası, v.b. çok uluslu kuruluşların ülkelerarası istatistiki
verileri bizlere yardımcı olabiliyor. Kitlesel başarı kriterleri denince,
bilim, sanat, spor, hukukun gelişmişlik düzeyi, demokrasi, sağlık, kültür, iş
dünyası, v.s. alanlarında uluslararası tanınırlığı olan kişi ve kurumların
varlığını ve saygınlığını anlıyoruz.
Kişisel başarıyı kitlesel başarıya taşıyan zemini ancak kurumlar sunabiliyor.
Bireysel çalışma alanları dışındaki tüm alanlarda kurumsal alt yapı kitlesel
başarıda kilit rol oynuyor.
Kitlesel başarı için de önce ahlak gerekiyor. Aksi takdirde, kişisel başarı
sahibi olanların kitlesel başarıya sunacakları katkı konusunda motivasyonları
kırılıyor.
Kurumsal alt yapının sağlamlığı için öğrenme döngüsünü özümsemiş, yani
sorgulayan girişimciler, yöneticiler, sanatçılar, v.s. gerekiyor. Ortak bir
düşünce yapısında ve kültüründe olan kişilerin çokluğu ortak bir toplumsal aklın
oluşmasına katkı sunuyor. Kişilerde olduğu gibi toplumlarda da başarı için akıl
zekadan çok daha önemli bir role sahip oluyor. Kişisel öğrenme döngüleri
toplumsal öğrenme döngülerine dönüşmeye başlayınca bilgi üretiminde süreklilik
ve gelişme başlıyor.
Gelişmiş ülkelerin uzun ömürlü kurumları vardır. Üniversiteler, akademiler,
firmalar, finans kuruluşları, sanat müzeleri, tiyatrolar, v.b. kurumların bu
ülkelerin gelişme süreçlerinde önemli katkıları olmuştur. Teknoloji üretme,
inovasyon, yeniliklerin keşfi ya da üretilmiş teknolojilerin başarıyla
uygulanması, toplumun entelektüel dağarcığının gelişmesi gibi kavramların içini
doldurabilen toplumlar kitlesel başarıya ulaşabiliyor. Bu kavramların içlerinin
doldurulabilmesi için ise kurumsal alt yapı gerekiyor.
Türkiye, kişisel başarısı belli düzeyde olan çok insana sahip olmasına rağmen
kitlesel başarıyı yakalayamayan bir ülke. Kişisel ve kitlesel başarı,
birbirlerini tetikleyen kavramlar. Kişisel başarıların uluslararası alanda
tanınırlığı için de sağlam kurumsal alt yapılar gerekiyor. Türkiye, böylesi
kurumsal alt yapılardan mahrum olmanın getirdiği sancıları yaşıyor. İşin
kötüsü, mevcut olan kurumsal alt yapıları da kaybetti. Zira, eğitimdeki
metotlar, bilimsel ortak akıl yerine bilim dışı ortak inancı teşvik eder bir
hale büründü.
Türkiye'de kurumlar kısa ya da sahiplerinin ömürleriyle sınırlı vadelerdeki
hedeflerle yönetiliyorlar. Kişisel başarıda kişisel hedeflerin belirlediği
subjektiflik kavramı dışında kişisel başarıyla tanınırlık kriterini
kullandığımızda Türkiye'den yetişmiş kişilere uluslararası arenada pek
rastlayamıyoruz. Zira, kurumsallığın getirdiği sürdürülebilirlik kavramı yok.
Başarılı insanlar üreten bir gelenek yok çünkü.
Türkiye, inovasyonda alt sıralarda. Yani, Türkiye'de inovasyon yok. Yukarıda
anlattığım kriterler ve gerekçelerle inovasyonun var olabilmesi olasılığı da
yok. Bu nedenle, inovasyon haftası, günleri, v.s. gibi adlarla anılan bazı
organizasyonları son derece gereksiz görüyorum. Hangi kurumla, kim ile
inovasyon yapılacak? Hangi eğitim ile inovasyon hamlesi başlatılacak? Bu
kavram, markalaşma kavramı ile beraber son derece ayağa düşmüş durumda.
Düşününüz ki hukuk eğitimi aldınız. Aldığınız eğitimin felsefesi ve
prensiplerine bakarak Türkiye'de hak ve adalet arayacaksınız. Kişisel başarınız
yine de olabilir ama Türkiye'deki hukukun kurumsal alt yapısından nasıl bir
hukuk ülkesinin kitlesel başarısnı bekleyebilirsiniz?
Düşününüz ki iletişim eğitimi aldınız. Medyada çalışmak konusunda son derece
yüksek bir motivasyonunuz var. Fakat, Türkiye'deki medya kuruluşlarının çalışma
metotlarıyla okulda öğrendiğiniz mesleki felsefe ve prensiplerle kurumsal
zemindeki çalışma alışkanlıklarını nasıl karşılayacaksınız?
Düşününüz ki mühendislik eğitimi aldınız ve bir üretim tesisinde
çalışıyorsunuz. Gelişmenin bir gelenek halini alamadığı ve yine yukarıda
anlattığım gerekçelerle yeniliklerin sürdürülebilir olmadığı bir kurumsal
zeminde vida sıkmaktan başka ne iş yapacaksınız?
Düşününüz ki ekonomi eğitimi aldınız. Risk yönetimi alanında çalışmak
istiyorsunuz. Mühendisin sadece vida sıktığı bir ülkede sermaye piyasasında
sanayi şirketleriniz yok denecek kadar az ve tüm portföy yatırımlarınız
bankalara yönelmiş durumda. Okulda öğrendiğiniz hangi risk yönetimi ilkeleriyle
mesleğinizi icra edeceksiniz?
Gelişmekte olan ülke olmaktan, az gelişmişliğe doğru yol aldık. Geri gitik.
Türkiye meşgul. Topluca müezzinlik, topluca ölü yıkayıcılığı ve topluca kıble
uzmanları yetiştiren bir ülke var artık ortada. Yukarıdaki konularla meşgul
etmeyiniz Türkiye'yi. Ortak akıl yerine, ortak inanç çağındayız. Ortak aklı ve
ortak inancı dengeli bir şekilde idare etmeyi öğrenmek için 22. yüzyılı
beklemek durumunda kalır mı Türkiye?
Not: bu yazı, kişisel tecrübe ve gözlemlere dayanmaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder