Bir
zamanlar güzel bir şehirdi İstanbul. Tadı çıkarılacak büyülü bir kentti. Tadını
almaya başladığım yaşlarda geçmişini merak ettim. Siyah beyaz fotoğraflarına
baktım. Duvarlarıma astım o fotoğrafları.
Beyoğlu,
İstanbul’un içinde ayrı bir İstanbul’du. Farklıydı havası. Sinemalarına,
pastanelerine, meyhanelerine, barlarına yetiştim Beyoğlu’nun. Buluşma noktası
denince, başka bir yer neredeyse hiç gelmezdi aklımıza gençlikte.
1990’ların
başlarında, neredeyse hergün Beyoğlu’na giderdim. Hatta, bana ait olduğu
yönünde sürekli etrafıma takıldığım Tünel’e yaklaşırken solda kalan Arda Tunca Han’a.
Beyoğlu’nun
trafiğe açık olan zamanını gördüm ilk olarak. 1950’lerin, 60’ların tramvaylı Beyoğlu’sunu
görmemiştim. Sonradan yapılan tramvay hattı, gerçek bir Beyoğlu değildi. Nostalji
havası katmak için yapılmış bir şeydi.
Bizden
öncesi de vardı Beyoğlu’nun. Eğlencesi, hüznü, farklı renkleri ve kültürleriyle
hep çekmişti İstabullular’ı Beyoğlu. Kimler gelmiş, kimler geçmişti Beyoğlu’ndan?
Bugün, hiç gidesim gelmeyen Beyoğlu. Bizim Beyoğlu’muz, bizim İstanbul’umuz.
Gençliğinin
önemli bir bölümünü Beyoğlu’nda geçirmiş babamla sohbetlerimizden bir yazı
çıktı. Yani, ben değilim aşağıdaki satırların sahibi.
1960’ların,
hemen hemen 60 yıl öncesinin Beyoğlu’su. Babamın kaleminden yaşanmış Beyoğlu
sokakları:
Beyoğlu
İstanbul’da yaşayıp büyümüş herkes için
bir başka anlamı vardır Beyoğlu’nun. Birçok kültürün iç içe girdiği, en
gösterişli ve en şatafatlısından en sefiline kadar birçok yaşamın bir araya
geldiği bir bulunmaz cennet, bir batakhanedir Beyoğlu. Üstüne sayısız kitaplar,
makaleler yazılmış bir düş, bir heyecan ve bir kültürdür Beyoğlu.
Neşeli kahkahaların hıçkırıklara
karıştığı, küfürlerin en edebi sözlerle, çeşit çeşit mezelerin rakı ile
buluştuğu, tensel zevklerin sokaklarda satıldığı, romanın şiirle buluştuğu ve
en güzel tiyatroların oynandığı bir mekândır Beyoğlu.
Ellili, altmışlı yıllarda takım elbise
giymeden çıkmazdık Beyoğlu’na. Kızlara hoş görünecektik ya, işte biraz da belki
o yüzden. Hafta sonları sinemaları ile tam bir eğlence mekânı idi.
Sinemaların önünde bilet bulamayanların
derdine deva olan karaborsacılardan bilet almak için bazen tartışmalar, hatta
kavgalar çıkardı. Bir keresinde böyle bir kavgaya tanık olmuştum. Bir adam,
bayağı cüsseli ve iri kıyım, tam dört kişi ile kavga ediyordu Saray Sineması’nın
girişinde. Adam sırtını duvara yaslamış kendini savunmaya çalışıyor, karşı
gruptan önüne gelene de yumruğu patlatıyordu. İki tanesi burunlarına yediği
yumrukla saf dışı kalmıştı. Ben hayatımda bir insanın yediği yumrukla
ayaklarının yerden kesilip yere yapıştığını ilk defa orada gördüm. Üçüncüsünün
durumunu görünce dördüncü kaçtı zaten, öbürlerini de etraftan toparladılar.
Adam üstünü başını düzeltip sinemaya girdi. Etraftan söylediler, meğer
boksörmüş. Saldıranlar da karaborsacılar.
En iyi filimler Beyoğlu’nda vizyona
girerdi. Saray Sineması’nın yanındaki sokakta kapısı olan Lüksemburg Bilardo Salonu
da aynı binada idi. Türkiye’nin en iyi bilardocuları burada oynar, her sayı
atışında istekalarına farklı ağırlıklar takarlardı. Sokağın sağında ise Ağa
Camii vardır. Arka taraflarda ise gençlerin sıkça ziyaret ettiği bir sokak
vardı, Abanoz Sokak. Şimdi sokak aynı sokak ama sakinleri değişti. Yeni Melek,
Lale, Yeni Ar, Emek ve daha başkaları Beyoğlu’nun ünlü sinemalarıydı.
Sinemaların yanı sıra yemek yenip sohbet
edilecek, içki içilecek mekân da çoktur Beyoğlu’nda. Çiçek Pasajı akşamcıların mekânı
idi ki hala öyledir. Şimdi kapanmış olan ve Çiçek Pasajı’nın hemen yanındaki
Balık Pazarı’nın arkalarına doğru taşındığını bildiğim Degustasyon meyhanesi
eskiden ünlü şair, yazar ve gazetecilerin buluşma yeriydi. Akşamüstleri
başlayıp gecenin ilerleyen saatlerine kadar son derece adabına uygun
tartışmaların yapıldığı içki içilen, ancak bu günlerde sanıldığı gibi hiçbir
olayın çıkmadığı yerdi. Öyle idi o zamanlar. İçki içmenin bir kültürü vardır
çünkü. İçki dediysem, özellikle rakı içmenin kültüründen söz ediyorum.
Üniversitede, iki veya üçüncü sınıfta
idim. Bir akşamüstü, bir grup arkadaşla Degustasyon’a gittik. Kapıda bizi
karşılayan garson önce bizi tepeden tırnağa şöyle bir süzdü ve kendisini
izlememizi söyleyerek bizi içeri aldı. Lokantanın arka tarafında, soldaki
merdivenle çıkılan, salona yukarıdan bakan yarım kat mı desem, balkon mu desem,
öyle bir yere oturttu bizi. Biz beş kişi idik galiba. Ben oturduğum yerden
balkonun parmaklığına kolumu atmıştım ve hem masadaki sohbete katılıyor, hem de
aşağıda oturanları inceliyordum. Geleli ne kadar olmuştu bilmiyorum, bizim masada
sohbet iyice koyulaşmış ve konunun heyecanı ile sesimiz de biraz yükselmişti.
Bir ara gözüm salona ilişti ve herkesin sohbeti ve yemeği içmeyi bırakıp bize
bakmakta olduğunu fark ettim. Hemen arkadaşlarımı uyarıp masada sükûneti
sağladıktan sonra biraz daha oturup, hesabı isteyip kalktık. Öyle idi o
zamanlar. Eski Türkiye’de büyükler küçükleri bakışları ile terbiye ederlerdi.
Bunun için bakmasını bilen büyüklere ve o bakışları anlayacak küçüklere ihtiyaç
var kuşkusuz.
Balık Pazarı, Çiçek Pazarı’nın hemen
yanında, ülkemizde çıkan her cins balığın bulunabildiği bir pazardır. Her ne
kadar şimdilerde işin içine kokoreç işi filan girdiyse de niteliği çok değişmiş
değil. Arkada Nevizade Sokağı, meyhaneleri ile ünlü olup dertlerin ve
sevinçlerin paylaşıldığı, nice aşkların ve nice ayrılıkların yaşandığı
heyecanlara, öfkelere şahitlik etmiş bir tarihi sokaktır. Nevizade belli bir
kesimin, yani keyfine düşkün insanların çok iyi bildiği bir sokaktır.
Rahmetli Vural Arıkan’ı hatırlarsınız. Benim
yaşımdakiler mutlaka anımsıyordur. Türkiye’nin en iyi vergi hukukçularından
biri olup, katma değer vergisini Türkiye’ye tanıtıp ilk defa uygulayan maliye bakanı
idi. Bir gün çalıştığım odaya gelip, “haydi gel balık pazarına gidip balık
yiyelim” dedi. Gittik Balık Pazarı’na. Önce bir balıkçıya uğrayıp sinarit miydi,
yoksa lagos muydu şimdi hatırlayamıyorum, bir balık alıp meyhanelerden birine
girdik. Kendisi balığın nasıl pişirileceğinin tarifini iyi tanıdığı aşçıya da
verdikten sonra çok güzel bir sohbet eşliğinde iki kadeh içki içtik. Vural Bey
tanıdığım en entelektüel, en zeki, en gurme insanlardan biri idi.
Anlattığım yerler aslında birçok eski
mekânın da bir zamanlar bulunduğu yerlerdir. Mesela Alman lokantası Fischer
gibi. Mesela, sarı votkası ünlü Rus lokantası Rejans ve daha niceleri gibi.
Peki ya kültür? Beyoğlu bir kültür
merkezidir aynı zamanda. Galatasaray’da tam köşede Yapı Kredi Yayınları ve
bunun gibi İstiklal Caddesi’nin (Cadde-i Kebir’in) değişik yerlerinde
bulabileceğiniz kitapçılar. Galatasaray’dan Fransız Sokağı’na inerken sağda
Mektup Kırtasiye ve diğerleri hem müşterileri, hem de ürünleri ile kitapçıların
tamamlayıcılarıdırlar. Ve tiyatrolar. Tiyatrolar da Beyoğlu kültürünün ayrılmaz
parçasıydılar. Ferhan Şensoy, Genco Erkal, Küçük Sahne ve diğerleri geri
kalanlar olarak, yakın zamana kadar faaliyetlerine devam ediyorlardı.
Anlatıyordum ya, Beyoğlu’na çıkarken
kıyafete bile dikkat edilirdi derken, şimdilerde çok karmakarışık bir yapı oluştu
burada. Eskiden Fransız Konsolosluğu’nun önünde bir simitçi vardı. “Haydi taze
simitleeer. Akşam simitleri bunlar çıtır, çıtır” diyerek satardı simitlerini.
Epey aradan sonra, 7-8 yıl önce bir gün Taksim’den girdim Beyoğlu’na. Birdenbire
duyduğum sesle irkildim. “Al ahşamın, al ahşamın, al ahşamın” diye bağıran biri
simit satıyor. Simit tablasını görmesen ne sattığını anlaman olanaksız. Değişen
Türkiye, ekonomik ve demografik yapı, hatta görsel olarak da yaşanan değişim.
İstanbul’u 6 ay terk etmeye görün, döndüğünüzde ya trafiğin yönü değişmiştir ya
da bazı semtleri tanıyamazsınız. Kazılmıştır, yeni binaların inşaatı
başlamıştır ve bildiğiniz bir sokak yok olmuştur. Yani boş bırakmaya gelmiyor
bu şehri vesselam.
Markiz ve Lebon pastaneleri öğrenci iken
okul çıkışı uğradığımız yerlerdendi. Alman Lisesi öğrencisi idim. Saat 13:00
dolaylarında çıkardık okuldan. Paramıza göre takılırdık pastanelere, langırt
salonlarına. Biraz büyüdükten, yani ortaokuldan sonra bazen de arka sokaklarına
Beyoğlu’nun. Bizim okulda Türk, Rum, Ermeni, Yahudi arkadaşlarımız vardı. Hepsi
ile hala görüşüp eski günleri anarız. Affedersiniz, hiçbir ayırım yoktu
aramızda. Neşeli, geleceğe umutla bakan çocuklardık. Kız erkek karışık
okuyorduk. Bazılarının aklı almayacak ama hiçbir taciz vakasına (vakaaa değil)
rastlanmadı okulda. Yakınlarda bir Ermeni Kız Lisesi vardı ve bizim
dağıldığımız saatlerde onlar da okuldan çıkmış olurlardı. Bir de “Sankt
George”, yani Avusturya Lisesi öğrencilerine rastlardık, onların okul Yüksek
Kaldırım’da idi.
Bir gün arkadaşlardan birinin aklına
Ermeni Lisesi kızlarına Ermenice laf atmak geldi. Hemen bir Ermeni arkadaşa
gidip fikrimizi açıkladık ve “en güzeli kırmızı ayakkabılı” cümlesinin Ermenice’sini
öğrendik. Maksat, laf attığımız çevreden anlaşılmasın, yani kızlardan başkası
söylediğimizi anlamasın. Okul çıkışı ilk işimiz Ermeni kızlara rastlar
rastlamaz bu cümleyi söylemek oldu. Bizim bilmediğimiz bir dilde bir şey
söyleyip kızların hepsinin ayaklarına baktığını görmek çok hoşumuza gitmişti.
Büyük eğlence yani.
Tünel Meydanı’ndan eski Beyoğlu Evlendirme
Dairesi’nin önünden geçip yokuşun sununa doğru sağda idi okulun giriş kapısı.
Şimdilik buradan içeri girmiyorum. O anlatım başka sefere. Tünel’de okula inen
yokuşun başında tam köşede Foto Süreyya isminde bir fotoğraf stüdyosu vardı. Vitrininde
kocaman bir Atatürk resmi dururdu. Muhtemelen Foto Süreyya’nın kendi çektiği
bir fotoğraftı bu. Beyoğlu’na sırtınızı dönüp biraz yürüyünce Yüksek Kaldırım’da
bulursunuz kendinizi. Buradan yokuşu indiğinizde Karaköy’e varırsınız.
Yüksek Kaldırım’ın hemen başında, solda
bir lostra salonu vardı o zamanlar. Bizler de bir hata olduğunu sonradan
anladığımız sigaraya başlamışız. Şimdi ne ilgisi var demeyin, çünkü buradan
büyük bir gizlilikle ve şifreli konuşarak “yeşil boya var mı?” diye sorardık.
Lostra salonunun sahibi, boyamakta olduğu ayakkabıdan gözlerini ayırıp bize
doğru döner ve eğer varsa, onay anlamında başını hafifçe aşağı doğru eğer, işi
bitince de salonun arka tarafındaki perdenin arkasından bir paket Salem sigarası
verirdi. Marlboro sigarasının şifresi de kırmızı boya idi. Amerikan sigaraları
kaçak olarak gelirdi ve doğal olarak biraz pahalı idi. Eski Türkiye’de Tekel
İdaresi’nin ürettiği yerli tütünden yapılmış sigaraları içerdik. Geliri düşük
olanlar Birinci, orta halliler Bafra, Yenice, kadınlar Gelincik ve Bahar,
zenginler de Kulüp, Sipahi ve Yeni Harman sigarası içerlerdi.
Yüksek Kaldırım’da o zamanlar hemen
girişinde müzik aletleri satan mağazalar, kırtasiyeciler, daha aşağıya indikçe
de sahaflar vardı. Gençlik okumalarımın çoğunu bu sahaflara borçluyum. Arsen
Lüpen’ler, Pardayyan’lar, özellikle Rus ve Fransız klasikleri ve benzeri
kitapları oldukça ucuza buralardan alırdım.
Tünel deyince Asmalımescit’i
hatırlamadan geçmek olmaz. Burası da İstanbul’un en eski meyhanelerinin şimdi
kapanmış olan Refik’in, Yaren’in, Asmalı Cavit’in ve daha birçoklarının
bulunduğu bir sokaktır. Her meyhaneden neşeli kahkahalar taşardı sokağa.
Taksim’den Tünel’e Beyoğlu deyince ilk
aklıma geliverenler bunlar işte. İyi ki yaşamışız eski Türkiye’nin eski
Beyoğlu’sunu.
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil