İş yaşamımın başlarındaydım. “Bir gün yönetici olursam, böyle bir yönetici olmalıyım” diyebildiğim için çok şanslı olduğumun bilincindeydim.
Sontara adlı markanın Avrupa pazarı kendisinden
soruluyordu. Benim işim, kendisine asistanlık yapmaktı. Sontara’nın farklı
endüstrilerde kullanımı nasıl mümkün? Gitmek istediğimiz ülkelerde tedarik
zincirleri yeteri kadar olgun mu? Üretimin aşamalarında Sontara’yı
kullanabilecek teknolojik yeterlilik hangi ülkelerde var? Yoksa, neler yapmak
gerekiyor? Bu gibi çok sayıda soruya cevap üretmekti işim.
40’lı yaşlarının başındaydı Anne Tucker. Ben Cenevre’ye
gittiğimde, 4-5 yıldır Cenevre’de yaşıyordu. ABD’nin Tennessee eyaletinin
Nashville kasabasındandı. Son derece disiplinli ve prensipliydi. Aynı zamanda
güler yüzlü. Kendisiyle çalıştığım yıllar, bana iş hayatımın prensiplerini
armağan etti.
Hemen hemen 900 kişiydik DuPont’un Avrupa merkezinde. Tek
Türk bendim bu kalabalığın içinde. Bir hayli iddialı kriterlerden geçerek
seçilmiştim taşıdığım pozisyona. 1990’ların ortalarında olduğumuz ve eski Demir
Perde yavaş yavaş dış dünyaya açılmaya başladığı için, gelişmiş ülkelerin
tedarik zincirlerinin yeni açılan pazarlara nasıl adapte edileceği üzerine inşa
edilmiş bir projede yer almak heyecan vericiydi. Dünyanın büyük değişimini
izliyor, aldığım eğitimin teorik temellerinin uygulamasına bire bir tanıklık
ediyordum. Bunlar, işin teknik taraflarıydı. Fakat, iş yaşamının çok önemli
beşeri yönleri de vardı ki, ben bunları çok uluslu bir ortamda keşfediyor ve
öğreniyordum.
İsviçre’nin ve Cenevre’nin son derece renksiz dünyası
dışında keyfim yerindeydi. Bu şartlar altında, Cenevre’de yaşamak da bir
avantajdı. Zira, trene atlayıp Lyon’a, Paris’e, Güney Fransa’ya inmek
istediğimde, evimden çıkıp trene ulaşmam en fazla yarım saatimi alıyordu. O
günlerde, 1 İsviçre Frangı hemen hemen 6 Fransız Frangı’na denk geldiğinden, Fransa’ya
geçmek maddi olarak da avantajlıydı. Hem daha eğlenceli, hem de daha ekonomik.
Bir hafta sonu, Paris’te bir otelde kalmama ve 3 öğün yemeği dışarıda yememe
rağmen, Cenevre’de, evde geçirdiğim bir hafta sonuna göre daha az para
harcayabiliyordum.
Dönelim Anne Tucker’a. Cenevre’deki yaşamımın içinde, hafta
içlerinde sıkılıyordum. Evimde televizyon yoktu. Sürekli kitap okuyordum.
Ancak, okumalarımı mutlaka dışarıda bir kafede yapıyordum. Uzun yürüyüşler ve
bir kafede kitap. Bu hayat tarzımdan Anne Tucker’a da söz ettiğimde, “ben de
burada bir yabancıyım, beni de ara sıra çağır yürüyüşlere” demişti.
İş, dostluk, disiplin, ciddiyet, şaka yapmak gibi kavramlar
arasında elbette ki sınır vardı ama bu kavramları davranışlarımın sınırlarında
tutmayı iş yaşamında henüz tecrübe etmemiştim. İş ortamında son derece ciddi,
son derece disiplinli ve prensipli Anne Tucker ile iş dışındaki bir ortamda
görüşmek nasıl olabilecekti? Benden çok büyüktü. Ancak, Amerikalı olması kültürel
nedenlerle benim için de bir avantajdı. Zaten, çok uluslu bir firmanın bir
markasının tüm Avrupa operasyonlarından sorumlu bir kişi olarak profesyonel
yaşamın henüz başında olan bana akşam dışarı çıkmayı teklif etmesi bile doğu
kültürlerinde doğal karşılanacak bir durum değildi. Bunu, ancak batılı bir
profesyonel ve de özellikle bir Amerikalı yapabilirdi.
Zaman içinde, Anne Tucker ve daha pek çok farklı ülkeden
insanlarla akşamları dışarı çıkar olmuştum. Fakat, bu insanların büyük bir
bölümü İsviçreli değildi. Onlar, yabancılarla pek sosyalleşmezler. Çünkü,
yabancılar bir gün o şehirde yaşamayacaklardır. Dolayısıyla, onlarla görüşmeye
gerek yoktur. Genel olarak İsviçreliler’in mantıkları böyle çalışır.
Anne Tucker ile konuşmalarımızda, hem ABD’den, hem
Türkiye’den, hem dünyadan, hem de DuPont’taki işlerimizden söz ediyorduk.
Sürekli soru soruyordum. Dünyada olup bitenden çok haberdardı. Çok iyi bir
gazete ve dergi okuyucusuydu. Özellikle politikayı çok takip ediyordu ve farklı
kültürleri tanımaya özen gösteriyordu. Ben de O’nun açısından çok şey
öğrenilecek farklı bir kültürden geliyordum. Bana çok soru soruyordu. Benim
sorularım, daha çok kendisinden iş öğrenmeye yönelik iken, O benimle sohbetiyle
Türkiye’yi öğrenmeye çalışıyordu. Türkiye ile kültürel teması o kadar yok
denecek düzeydeydi ki, ne anlatsam çok ilginç geliyordu kendisine.
Çok uluslu bir ortamda çalışıyor olmamız nedeniyle, din ve
politika bir tartışma noktasına getirilmezdi. Konuşulurdu ama tartışılmazdı. İçinde
bulunduğum projenin bir noktasında, Yunanistan ile yoğun temaslarda bulunmam
gerekti. Yunan bir DuPont personeli ile beraber seyahatler yapmam, Cenevre’deki
binada sıkça bir araya gelmem gerekiyordu. Anne Tucker, bunun benim için bir
problem teşkil edip etmeyeceğini sordu. Ben de, asla bir problem olmayacağını
ve hepimizin bir iş yapmak için bir arada olduğumuzu ve ortak bir dünya kültürü
ile çalışıyor olduğumuzu söyledim. Ancak, O’nun bana karşı gösterdiği bu hassasiyet
karşısında teşekkür ettim.
Tüm dostça konuşmalarımıza, şakalaşmalara, bazen içilen bir
kadeh şarap ya da bir biraya rağmen, iş ortamında bambaşka bir tavrı vardı. Bu
durum, benim için de çok doğaldı. Hiç şaşırtıcı bulmuyordum. Kendisinin alçak
gönüllülüğü karşısında sıfır hatayla çalışmam gerektiği hissi ve düşüncesiyle,
ben de belki de normalin üzerinde iyi bir iş performansı ortaya koyuyordum.
“Arda, haftaya Lüksemburg’ta olacağım ve akşam da
Almanya’ya geçeceğim. Polonya, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti için yazdıklarını
bana yarına kadar özetler misin lütfen? Almanya’dan da buralara geçeceğim.” Bunları
söyleyen insan, birkaç gün önce yemek yediğimiz, beraber şarap içtiğimiz insan
değil. Bir başka Anne Tucker var karşımda. İş yerindeki profesyonel Anne Tucker
ile akşam yemek yerken sohbet ettiğim Anne aynı değil. İşte, hata yaptığımda da
uyarıyor ama büyük bir nezaketle. Nezaketi bozması gerektiğinde, nasıl
bozduğuna da çok defa şahitlik etmişliğim var.
Avusturya’da bir fuar var ve çok sayıda müşteri ile fuarda
bir araya gelinecek. Aramızdaki bir Avusturyalı’nın, Anne Tucker’ın neredeyse
dakika bazında nerede, hangi toplantıların kimlerle ve ne amaçla yapılacağını
planlıyorken, planı neredeyse sabote edecek türden sözleri karşısında nasıl
parladığını da çok iyi biliyorum. “Bu tavırlarınla toplantıya katılmayı
düşünüyorsan, hiç gelme. Gelmeyeceksen de, DuPont’ta bundan böyle ne yapmak
istediğine dair planlarını ve planlarımı Cenevre’ye döndüğümde ayrıca
konuşuruz!” Ortamda, bir anda soğuk bir duş! Haklı ama. Bir şeye itiraz
edilecekse, edilir. Ama, tavır takınmak başka bir şey ve koordinasyonu bozuyor.
Bizim bulunduğumuz departmanda çalışan ve yaşı 65’e
yaklaşmış bir kişi var. Avrupa’nın pek çok ülkesine satış yapıyor. Bir
müşteriye bir yazı hazırlamış ve faks ile gönderecek. Fakat, yazı elle
yazılmış. Çok da önemli konular var içerikte. Emekliliğe çok yaklaşmış olmanın
getirdiği bir boşvermişlik var sanki üzerinde. Kabul edilebilir gibi bir durum
değil bu İsviçreli’nin yaptığı. Sonradan düşünüyorum ki, belki de elle yazı
yazıp faks göndermenin doğal karşılandığı günlerden geliyor kendisi ama devir
değişti. Artık e-mail var. Faksın dahi pabucu dama atılacak belki de yakında.
Durum, müşteriler karşısında bizi zor durumda bırakabilir düşüncesiyle Anne
Tucker ile görüşmem gerekiyor. Bu mesaj, böyle gitmemeli.
İnsan, hayatında bazı şeyleri düzeltmeye çalışırken çok
sayıda birbiriyle zıt yönlü gelişmeyi eş anlı olarak yönetmek zorunda kalabiliyor.
Bu yazının geri çekilmesi lazım. Yoksa, firmanın itibarı zedelenecek. Bu
durumu, 65 yaşına yakın bu kişiyle konuşsam, ben daha 3 günlük iş tecrübesiyle
nasıl bir tavır görürüm? Bilmiyorum. Anne Tucker ile konuşsam, koskoca adamı
ispiyonlamış gibi olacağım. Hiçbir şey yapmazsam, gördüğüm bir hatanın
profesyonellik kuralları çerçevesinde önüne geçmemiş olacağım. Böyle bir
olumsuz durumu görüp de müdahale etmemekle işimi yapmamış olacağım. Bu
tecrübesiz halimle ben bu işin altından nasıl kalkacağım? Hızlı da olmam lazım.
Çünkü, yazı çıkmak üzere.
Son derece sakin bir tavırla Anne Tucker’a gittim. Bu
yazının hangi formatta bizim elimizden çıkmak üzere olduğunu anlattım. Profesyonel
görevim gereği, böyle olumsuz bir gelişmenin önüne geçmem gerektiğini ve bu
nedenle kendisiyle konuşmak zorunda kaldığımı anlattım. Ancak, bu yazıyı
göndermek üzere olan kişiyle hiçbir problemim olmadığını, bu yazıyı bu halde
görmeme rağmen kendisine karşı davranışlarımda herhangi bir saygısızlık söz
konusu olamayacağını dile getirdim. Anne Tucker, “doğru yaptın Arda, teşekkür
ediyorum ve bundan sonrasını bana bırak ve bu konuyu unut, sana günün geri
kalanında iyi çalışmalar diliyorum” dedi. Bu konu, bir daha hiç gündeme
gelmedi. Ben, yaşı benden çok daha büyük olan İsviçreli’ye karşı her zaman son
derece saygılı davrandım. Benim tavırlarımı Anne Tucker’ın gözlemlediğini de
tespit ettim. Yaşım henüz çok genç olduğu için, benden önceki nesilleri demode görüyormuşum
gibi bir intiba uyandırmak da hiç istemiyordum. Yani, ukala damgası yemek de
elbette hoşuma gitmezdi. Önemli olan, profesyonelce doğru olanı yapmak ve
ilişkileri akıllıca yönetmekti. Evet, konu bir daha hiç açılmadı. Ta ki ben
Türkiye’ye dönmeye karar verip Anne Tucker’dan bir referans mektubu talep edene
kadar.
Aylarca kafamı kurcalayan soruya cevap buldum. İstemediğim
halde, ABD’ye geri dönmek yerine, Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Anne
Tucker’dan bir referans mektubu rica ettim. Mektubun bir yerinde şunlar
yazıyordu: çalışma arkadaşlarına karşı doğrunun ne olduğunu her zaman gösterir,
organizasyon içinde önemli uyarıcı roller üstlenir ama bunları yaparken uyumlu
çalışma ortamına katkı sunmayı insan ilişkileri çerçevesinde hiç ihmal etmez.
Yaşamın içinde, çok yabancı ile çalıştım. Türkiye’de
çalışırken de bir İngiliz yönetim kurulu üyesi ile çok fazla çalışmak, sıkça iş
seyahatlerine gitmek durumunda kaldım. Türkiye’deki çalışma ortamında en çok
yakındığı şeyin insanlara biraz samimiyet gösterdiğinde profesyonel çizgilerle
arkadaşlık ilişkilerinin birbirine girdiği idi. Biz, kendi aramızda orta
noktayı bulmuştuk. Ne ben Türk iş kültürüne adapte olabilmiştim, ne de O
Türkler ile istediği gibi çalışabilme ortamını yakalayabilmişti. Tipik Türk yöneticileri
genelde kasıntı, kendini fenomen zanneden kişilerdi, çalışanlar ise hemen
laubalilik yapabilmeye müsait. İş hayatım boyunca, ben de sadece Türkler’in
çalıştığı ortamlardan uzak durmaya çalıştım.
Anne Tucker, bana hiçbir zaman hiçbir konuda izin vermedi.
“Kendini planla ve işini bitir, sonra da bana neler yaptığını zamanında
raporla” diyordu. Ben de, kendisine asla mahcup olmak istemediğim için, arada
hatalar da yapsam iyi bir iş performansı sergiliyordum. Birşeyleri daha iyi
yapma ve ilerleme çabası bende adeta bir din halini almıştı. Sürekli olarak
kendimi beğenmediğim bir havada geçti bu nedenle profesyonel yaşamım.
Ben hiç izin kullanmadım. Hep, kendimi planladım ve işimi
yaptım. Burada bana öyle bir ders verdi ki Anne Tucker, hiç unutmadım.
Şubat 1997’de, ailemle bir akşamüstü yaptığım bir telefon
görüşmesinde, dayım ve eşinin bir trafik kazasında vefat ettiklerini öğrenmemle
alt üst oldum. Neyi kutluyorduk hatırlamıyorum ama şirkette bir kokteyl
ortamındaydım. Odama çıktım ve İstanbul’u aradım. Durumu öğrendim ve kokteyle
gidemedim. Odamın kapısını kapattım. Gözyaşlarına boğuldum.
Kokteyle dönüşüm gecikince beni sormuşlar. Merak etmişler.
Odama geldi birileri. Kimin ya da kimlerin geldiğini hatırlamıyorum. Durumumu
görünce, bana ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Anlattım nasıl bir haber
aldığımı. Haber, Anne Tucker’a gitmiş. Aradan yarım saat geçti ve Anne Tucker
geldi yanıma. 2 tane uçak bileti getirdi. Gidiş, ertesi sabah ama dönüş tarihi
açık. Kardeşim bana ziyarete gelmişti o günlerde. Bunu biliyordu Anne Tucker.
“Git ve şu andan itibaren yapmak zorunda olduklarını değil, içinden gelenleri
yap” dedi. Ertesi sabah İstanbul’a uçtuk kardeşimle. 10 gün kaldım İstanbul’da
ve Cenevre’ye geri döndüm. Bıraktığım yerden çalışmaya devam ettim.
Yönetici oldum. İnsanlar benim onayıma başvurmak istediler
çeşitli konularda. İzin istediler. Hayatımda kimseye izin vermedim. Çünkü, ben
hiç izin istemedim. Nasıl alınıp verildiğini bilmedim. Benden yaz tatiline
çıkmak için izin isteyenlere, “vermiyorum” dedim hep. “Peki” deyip odamdan
çıkmaya kalktılar. “Durun” dedim. “Sizler yetişkin insanlar olarak benden izin
isteyemezsiniz, tatile çıkacağınızın haberini verirsiniz ancak” dedim.
“Ailenizde biri hastalandığında, sabah hastaneye gitmek için bana soru
sormayacaksınız, doğrudan hastaneye gideceksiniz” dedim. Aklı annesinde,
babasında, çocuğunda, eşinde olan bir insan nasıl çalışabilir ki? “Sadece haber
verin” dedim. İnsan, plan yapar, işini zamanında bitirir ve ne zaman tatile
çıkacağına, çıkmayacağına karar verir. Bunun için izne gerek olamaz. Yetişkin
bir insan izin mi ister?
Çalıştığım arkadaşlarıma her zaman “yalan söylemeyin
lütfen” dedim. “Bir gün, kız arkadaşınızla, erkek arkadaşınızla dolaşmak için
işi kırmak isteyebilirsiniz. Bunun için ailenizden birini falan öldürüp cenaze
çıkarmayın ortaya” dedim. İnsan, çalışırken çok bunalabilir ve açık havaya
çıkıp, yarım saat nefes almak isteyebilir. Son derece insanca istekler bunlar.
“Yapın bunu ve sormayın, sadece haber verin” dedim her zaman.
Her çalıştığım ortamda çok disiplinli ve prensipli oldum.
Hatayı gördüğümde her zaman siyah ve beyaz renklerle koydum ortaya sorunları.
Bundan dolayı, ya ben veda ettim bazı işlere ya da bana veda ettiler. Ama,
kimsenin aklında gri renk kalmadı hiçbir zaman.
Türkiye’ye hiç uygun olmayan bu yönetim modelini suiistimal
etmeye kalkan bir kişi çıktı karşıma. O’nu da işten çıkarmak zorunda kaldım.
“Bana itiraz edin” dediğim kişilerin bana “estağfurullah”
demesine hep çok kızdım. “Ben herşeyi bildiğini iddia edecek kadar aptal
olmamayı öğrendim yöneticilikte, bu özelliğimi de sizin yüzünüzden kaybedemem”
cevabını verdim bana “estağfurullah” diyenlere.
Bunlar, iş yaşamından tecrübeler. Fakat, iş yaşamını hiç
sevmedim. İnsanın özgürlüklerini çok kısıtlayan bir dünya bu. DuPont’ta
öğrendiklerim çok önemli ve çok güzeldi ama aynı şirketin yönetim kurulu
üyelerinin aynı anda 105.000 kişiye konuşup “bir şirket demokrasi değildir”
dediklerini de gördüm. Avrupa’daki bazı yöneticiler bazı uygulamalara itiraz
ediyor ve şirketin Wilmington/Deleware’daki dünya merkezinden gelen talimatları
uygulamıyordu. 105.000 kişinin katıldığı böyle bir toplantı bir zorunluluk
halini almıştı. Yönetim kurulu başkanının şu sözlerini hiç unutamadım: “bu masa
etrafında oturan bu kişilerin yıllık maaşlarının toplamı dünyadaki bazı ülkelerin
milli gelirinden daha fazla ve biz bu parayı bu işi yönetmek için alıyoruz.” Çok
çarpıcıydı. 1802’de kurulmuş bir şirketti. Çok şey görüyor ve çok şey tecrübe
ediyordum.
Şimdi, iş yaşamının bambaşka bir evresindeyim. Yıllar
içinde gördüklerimi, yaşadıklarımı yazmak bana fayda sağlıyor. İnsan, bir iç
hesaplaşmasına da giriyor yaptıklarını ve yapmadıklarını düşününce. Şimdi,
başka bir aşamada başka şekilde çalışmak var. Daha fazla tecrübe aktarmak, daha
fazla düşünsel boyuta odaklanmak. Bundan sonrası daha keyifli. Bazı konularda
daha dışarıda kalmak, daha fazla özgür olmak istiyor insan. Özgür olmanın
getirisi sonsuz.
Net bir yazı.. kutlarim..
YanıtlaSilHarika..Arda bey..Bende 4 yil kadar yabancı bir şirkette çalıştım.. ogretmeligimden önce.. 82 de mezuniyetten sonra doğu tayinleri vardı ve problemler de vardı.. dayım maden prof idi..onunda tavsiyeleri ile Türk philipste satış ve Fin.da görev aldım.. yazdıklarınız ve bayan Tucker ile iş yaşamınız banada müfit beyi hatirllati..anılar gözümün önünden aynısı olarak akıp gitti..oda iş yerinde çok disiplinli ve profesyonel..ama işten çıktıktan sonra..yemek ve eğlencede sınırları alabildiğince kaldiriyordu..anadolunun çeşitli bölgelerinden gelen satış teşkilatındaki arkadaşların ertesi günkü toplantılarda nasıl fırça yediklerini..satış raporlarında dusuklukleri idare ederiz diye opera otelde geç saatlere kadar oturup 10 dk..4 dk..geç gelmelerinin nelere mal olacağını hesapliyanadiklarini ..altlarından araçlarının alındığını.. asansörde bendn yaşça büyük büyük bolgere bakan insanların ağlarken hazin bir şekilde ne kadar kuculduklerine de şahit olmuştum.. bu tecrübelermin eğitim ve öğretim hayatımda çok katkısı oldu..
YanıtlaSilAnlattıklarınıza benzer şeylere çok şahitlik ettim. Farklı bir iş kültüründe gördüklerimi Türkiye'de yaşayamamanın zorluklarına katlanmak kolay olmadı bana da.
SilÇok değerli detaylar içeren, yöneticilik hakında çok da alışık olmadığımız bilgiler veren ve en önemlisi de yaşanmış tecrübelere dayalı gözlemlerin olduğu bir yazı. Bir arkadaşım sayesinde yazılarınızı takip etmeye başladım.Paylaşım için çok teşekkürler.
YanıtlaSilBen teşekkür ederim. Çok alışık olunmayan tecrübeler olduğunun farkında olduğum için yazmak istedim. Hayatım boyunca, kibirden uzak ama tecrübeye ve bilgiye değer veren bir anlayışla çalıştım. Fakat, Türkiye'deki iş kültüründe bu değerlerle yaşamanın zorluklarını tecrübe ettim. Bu anlamda, çok zorlandım. İş hayatına gözlerimi çok farklı bir kültürle açtım. Bu, hem kişisel olarak doğrular yaptığımı düşünmeme neden oldu, hem de Türkiye ortamında büyük zorluklar yaşattı bana.
SilBu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil