Ana içeriğe atla

Hayatın Başında Yönetim Dersleri

İş yaşamımın başlarındaydım. “Bir gün yönetici olursam, böyle bir yönetici olmalıyım” diyebildiğim için çok şanslı olduğumun bilincindeydim.

Sontara adlı markanın Avrupa pazarı kendisinden soruluyordu. Benim işim, kendisine asistanlık yapmaktı. Sontara’nın farklı endüstrilerde kullanımı nasıl mümkün? Gitmek istediğimiz ülkelerde tedarik zincirleri yeteri kadar olgun mu? Üretimin aşamalarında Sontara’yı kullanabilecek teknolojik yeterlilik hangi ülkelerde var? Yoksa, neler yapmak gerekiyor? Bu gibi çok sayıda soruya cevap üretmekti işim.

40’lı yaşlarının başındaydı Anne Tucker. Ben Cenevre’ye gittiğimde, 4-5 yıldır Cenevre’de yaşıyordu. ABD’nin Tennessee eyaletinin Nashville kasabasındandı. Son derece disiplinli ve prensipliydi. Aynı zamanda güler yüzlü. Kendisiyle çalıştığım yıllar, bana iş hayatımın prensiplerini armağan etti.

Hemen hemen 900 kişiydik DuPont’un Avrupa merkezinde. Tek Türk bendim bu kalabalığın içinde. Bir hayli iddialı kriterlerden geçerek seçilmiştim taşıdığım pozisyona. 1990’ların ortalarında olduğumuz ve eski Demir Perde yavaş yavaş dış dünyaya açılmaya başladığı için, gelişmiş ülkelerin tedarik zincirlerinin yeni açılan pazarlara nasıl adapte edileceği üzerine inşa edilmiş bir projede yer almak heyecan vericiydi. Dünyanın büyük değişimini izliyor, aldığım eğitimin teorik temellerinin uygulamasına bire bir tanıklık ediyordum. Bunlar, işin teknik taraflarıydı. Fakat, iş yaşamının çok önemli beşeri yönleri de vardı ki, ben bunları çok uluslu bir ortamda keşfediyor ve öğreniyordum.

İsviçre’nin ve Cenevre’nin son derece renksiz dünyası dışında keyfim yerindeydi. Bu şartlar altında, Cenevre’de yaşamak da bir avantajdı. Zira, trene atlayıp Lyon’a, Paris’e, Güney Fransa’ya inmek istediğimde, evimden çıkıp trene ulaşmam en fazla yarım saatimi alıyordu. O günlerde, 1 İsviçre Frangı hemen hemen 6 Fransız Frangı’na denk geldiğinden, Fransa’ya geçmek maddi olarak da avantajlıydı. Hem daha eğlenceli, hem de daha ekonomik. Bir hafta sonu, Paris’te bir otelde kalmama ve 3 öğün yemeği dışarıda yememe rağmen, Cenevre’de, evde geçirdiğim bir hafta sonuna göre daha az para harcayabiliyordum.

Dönelim Anne Tucker’a. Cenevre’deki yaşamımın içinde, hafta içlerinde sıkılıyordum. Evimde televizyon yoktu. Sürekli kitap okuyordum. Ancak, okumalarımı mutlaka dışarıda bir kafede yapıyordum. Uzun yürüyüşler ve bir kafede kitap. Bu hayat tarzımdan Anne Tucker’a da söz ettiğimde, “ben de burada bir yabancıyım, beni de ara sıra çağır yürüyüşlere” demişti.

İş, dostluk, disiplin, ciddiyet, şaka yapmak gibi kavramlar arasında elbette ki sınır vardı ama bu kavramları davranışlarımın sınırlarında tutmayı iş yaşamında henüz tecrübe etmemiştim. İş ortamında son derece ciddi, son derece disiplinli ve prensipli Anne Tucker ile iş dışındaki bir ortamda görüşmek nasıl olabilecekti? Benden çok büyüktü. Ancak, Amerikalı olması kültürel nedenlerle benim için de bir avantajdı. Zaten, çok uluslu bir firmanın bir markasının tüm Avrupa operasyonlarından sorumlu bir kişi olarak profesyonel yaşamın henüz başında olan bana akşam dışarı çıkmayı teklif etmesi bile doğu kültürlerinde doğal karşılanacak bir durum değildi. Bunu, ancak batılı bir profesyonel ve de özellikle bir Amerikalı yapabilirdi.

Zaman içinde, Anne Tucker ve daha pek çok farklı ülkeden insanlarla akşamları dışarı çıkar olmuştum. Fakat, bu insanların büyük bir bölümü İsviçreli değildi. Onlar, yabancılarla pek sosyalleşmezler. Çünkü, yabancılar bir gün o şehirde yaşamayacaklardır. Dolayısıyla, onlarla görüşmeye gerek yoktur. Genel olarak İsviçreliler’in mantıkları böyle çalışır.

Anne Tucker ile konuşmalarımızda, hem ABD’den, hem Türkiye’den, hem dünyadan, hem de DuPont’taki işlerimizden söz ediyorduk. Sürekli soru soruyordum. Dünyada olup bitenden çok haberdardı. Çok iyi bir gazete ve dergi okuyucusuydu. Özellikle politikayı çok takip ediyordu ve farklı kültürleri tanımaya özen gösteriyordu. Ben de O’nun açısından çok şey öğrenilecek farklı bir kültürden geliyordum. Bana çok soru soruyordu. Benim sorularım, daha çok kendisinden iş öğrenmeye yönelik iken, O benimle sohbetiyle Türkiye’yi öğrenmeye çalışıyordu. Türkiye ile kültürel teması o kadar yok denecek düzeydeydi ki, ne anlatsam çok ilginç geliyordu kendisine.

Çok uluslu bir ortamda çalışıyor olmamız nedeniyle, din ve politika bir tartışma noktasına getirilmezdi. Konuşulurdu ama tartışılmazdı. İçinde bulunduğum projenin bir noktasında, Yunanistan ile yoğun temaslarda bulunmam gerekti. Yunan bir DuPont personeli ile beraber seyahatler yapmam, Cenevre’deki binada sıkça bir araya gelmem gerekiyordu. Anne Tucker, bunun benim için bir problem teşkil edip etmeyeceğini sordu. Ben de, asla bir problem olmayacağını ve hepimizin bir iş yapmak için bir arada olduğumuzu ve ortak bir dünya kültürü ile çalışıyor olduğumuzu söyledim. Ancak, O’nun bana karşı gösterdiği bu hassasiyet karşısında teşekkür ettim.

Tüm dostça konuşmalarımıza, şakalaşmalara, bazen içilen bir kadeh şarap ya da bir biraya rağmen, iş ortamında bambaşka bir tavrı vardı. Bu durum, benim için de çok doğaldı. Hiç şaşırtıcı bulmuyordum. Kendisinin alçak gönüllülüğü karşısında sıfır hatayla çalışmam gerektiği hissi ve düşüncesiyle, ben de belki de normalin üzerinde iyi bir iş performansı ortaya koyuyordum.

“Arda, haftaya Lüksemburg’ta olacağım ve akşam da Almanya’ya geçeceğim. Polonya, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti için yazdıklarını bana yarına kadar özetler misin lütfen? Almanya’dan da buralara geçeceğim.” Bunları söyleyen insan, birkaç gün önce yemek yediğimiz, beraber şarap içtiğimiz insan değil. Bir başka Anne Tucker var karşımda. İş yerindeki profesyonel Anne Tucker ile akşam yemek yerken sohbet ettiğim Anne aynı değil. İşte, hata yaptığımda da uyarıyor ama büyük bir nezaketle. Nezaketi bozması gerektiğinde, nasıl bozduğuna da çok defa şahitlik etmişliğim var.

Avusturya’da bir fuar var ve çok sayıda müşteri ile fuarda bir araya gelinecek. Aramızdaki bir Avusturyalı’nın, Anne Tucker’ın neredeyse dakika bazında nerede, hangi toplantıların kimlerle ve ne amaçla yapılacağını planlıyorken, planı neredeyse sabote edecek türden sözleri karşısında nasıl parladığını da çok iyi biliyorum. “Bu tavırlarınla toplantıya katılmayı düşünüyorsan, hiç gelme. Gelmeyeceksen de, DuPont’ta bundan böyle ne yapmak istediğine dair planlarını ve planlarımı Cenevre’ye döndüğümde ayrıca konuşuruz!” Ortamda, bir anda soğuk bir duş! Haklı ama. Bir şeye itiraz edilecekse, edilir. Ama, tavır takınmak başka bir şey ve koordinasyonu bozuyor.

Bizim bulunduğumuz departmanda çalışan ve yaşı 65’e yaklaşmış bir kişi var. Avrupa’nın pek çok ülkesine satış yapıyor. Bir müşteriye bir yazı hazırlamış ve faks ile gönderecek. Fakat, yazı elle yazılmış. Çok da önemli konular var içerikte. Emekliliğe çok yaklaşmış olmanın getirdiği bir boşvermişlik var sanki üzerinde. Kabul edilebilir gibi bir durum değil bu İsviçreli’nin yaptığı. Sonradan düşünüyorum ki, belki de elle yazı yazıp faks göndermenin doğal karşılandığı günlerden geliyor kendisi ama devir değişti. Artık e-mail var. Faksın dahi pabucu dama atılacak belki de yakında. Durum, müşteriler karşısında bizi zor durumda bırakabilir düşüncesiyle Anne Tucker ile görüşmem gerekiyor. Bu mesaj, böyle gitmemeli.

İnsan, hayatında bazı şeyleri düzeltmeye çalışırken çok sayıda birbiriyle zıt yönlü gelişmeyi eş anlı olarak yönetmek zorunda kalabiliyor. Bu yazının geri çekilmesi lazım. Yoksa, firmanın itibarı zedelenecek. Bu durumu, 65 yaşına yakın bu kişiyle konuşsam, ben daha 3 günlük iş tecrübesiyle nasıl bir tavır görürüm? Bilmiyorum. Anne Tucker ile konuşsam, koskoca adamı ispiyonlamış gibi olacağım. Hiçbir şey yapmazsam, gördüğüm bir hatanın profesyonellik kuralları çerçevesinde önüne geçmemiş olacağım. Böyle bir olumsuz durumu görüp de müdahale etmemekle işimi yapmamış olacağım. Bu tecrübesiz halimle ben bu işin altından nasıl kalkacağım? Hızlı da olmam lazım. Çünkü, yazı çıkmak üzere.

Son derece sakin bir tavırla Anne Tucker’a gittim. Bu yazının hangi formatta bizim elimizden çıkmak üzere olduğunu anlattım. Profesyonel görevim gereği, böyle olumsuz bir gelişmenin önüne geçmem gerektiğini ve bu nedenle kendisiyle konuşmak zorunda kaldığımı anlattım. Ancak, bu yazıyı göndermek üzere olan kişiyle hiçbir problemim olmadığını, bu yazıyı bu halde görmeme rağmen kendisine karşı davranışlarımda herhangi bir saygısızlık söz konusu olamayacağını dile getirdim. Anne Tucker, “doğru yaptın Arda, teşekkür ediyorum ve bundan sonrasını bana bırak ve bu konuyu unut, sana günün geri kalanında iyi çalışmalar diliyorum” dedi. Bu konu, bir daha hiç gündeme gelmedi. Ben, yaşı benden çok daha büyük olan İsviçreli’ye karşı her zaman son derece saygılı davrandım. Benim tavırlarımı Anne Tucker’ın gözlemlediğini de tespit ettim. Yaşım henüz çok genç olduğu için, benden önceki nesilleri demode görüyormuşum gibi bir intiba uyandırmak da hiç istemiyordum. Yani, ukala damgası yemek de elbette hoşuma gitmezdi. Önemli olan, profesyonelce doğru olanı yapmak ve ilişkileri akıllıca yönetmekti. Evet, konu bir daha hiç açılmadı. Ta ki ben Türkiye’ye dönmeye karar verip Anne Tucker’dan bir referans mektubu talep edene kadar.

Aylarca kafamı kurcalayan soruya cevap buldum. İstemediğim halde, ABD’ye geri dönmek yerine, Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Anne Tucker’dan bir referans mektubu rica ettim. Mektubun bir yerinde şunlar yazıyordu: çalışma arkadaşlarına karşı doğrunun ne olduğunu her zaman gösterir, organizasyon içinde önemli uyarıcı roller üstlenir ama bunları yaparken uyumlu çalışma ortamına katkı sunmayı insan ilişkileri çerçevesinde hiç ihmal etmez.

Yaşamın içinde, çok yabancı ile çalıştım. Türkiye’de çalışırken de bir İngiliz yönetim kurulu üyesi ile çok fazla çalışmak, sıkça iş seyahatlerine gitmek durumunda kaldım. Türkiye’deki çalışma ortamında en çok yakındığı şeyin insanlara biraz samimiyet gösterdiğinde profesyonel çizgilerle arkadaşlık ilişkilerinin birbirine girdiği idi. Biz, kendi aramızda orta noktayı bulmuştuk. Ne ben Türk iş kültürüne adapte olabilmiştim, ne de O Türkler ile istediği gibi çalışabilme ortamını yakalayabilmişti. Tipik Türk yöneticileri genelde kasıntı, kendini fenomen zanneden kişilerdi, çalışanlar ise hemen laubalilik yapabilmeye müsait. İş hayatım boyunca, ben de sadece Türkler’in çalıştığı ortamlardan uzak durmaya çalıştım.

Anne Tucker, bana hiçbir zaman hiçbir konuda izin vermedi. “Kendini planla ve işini bitir, sonra da bana neler yaptığını zamanında raporla” diyordu. Ben de, kendisine asla mahcup olmak istemediğim için, arada hatalar da yapsam iyi bir iş performansı sergiliyordum. Birşeyleri daha iyi yapma ve ilerleme çabası bende adeta bir din halini almıştı. Sürekli olarak kendimi beğenmediğim bir havada geçti bu nedenle profesyonel yaşamım.

Ben hiç izin kullanmadım. Hep, kendimi planladım ve işimi yaptım. Burada bana öyle bir ders verdi ki Anne Tucker, hiç unutmadım.

Şubat 1997’de, ailemle bir akşamüstü yaptığım bir telefon görüşmesinde, dayım ve eşinin bir trafik kazasında vefat ettiklerini öğrenmemle alt üst oldum. Neyi kutluyorduk hatırlamıyorum ama şirkette bir kokteyl ortamındaydım. Odama çıktım ve İstanbul’u aradım. Durumu öğrendim ve kokteyle gidemedim. Odamın kapısını kapattım. Gözyaşlarına boğuldum.

Kokteyle dönüşüm gecikince beni sormuşlar. Merak etmişler. Odama geldi birileri. Kimin ya da kimlerin geldiğini hatırlamıyorum. Durumumu görünce, bana ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Anlattım nasıl bir haber aldığımı. Haber, Anne Tucker’a gitmiş. Aradan yarım saat geçti ve Anne Tucker geldi yanıma. 2 tane uçak bileti getirdi. Gidiş, ertesi sabah ama dönüş tarihi açık. Kardeşim bana ziyarete gelmişti o günlerde. Bunu biliyordu Anne Tucker. “Git ve şu andan itibaren yapmak zorunda olduklarını değil, içinden gelenleri yap” dedi. Ertesi sabah İstanbul’a uçtuk kardeşimle. 10 gün kaldım İstanbul’da ve Cenevre’ye geri döndüm. Bıraktığım yerden çalışmaya devam ettim.

Yönetici oldum. İnsanlar benim onayıma başvurmak istediler çeşitli konularda. İzin istediler. Hayatımda kimseye izin vermedim. Çünkü, ben hiç izin istemedim. Nasıl alınıp verildiğini bilmedim. Benden yaz tatiline çıkmak için izin isteyenlere, “vermiyorum” dedim hep. “Peki” deyip odamdan çıkmaya kalktılar. “Durun” dedim. “Sizler yetişkin insanlar olarak benden izin isteyemezsiniz, tatile çıkacağınızın haberini verirsiniz ancak” dedim. “Ailenizde biri hastalandığında, sabah hastaneye gitmek için bana soru sormayacaksınız, doğrudan hastaneye gideceksiniz” dedim. Aklı annesinde, babasında, çocuğunda, eşinde olan bir insan nasıl çalışabilir ki? “Sadece haber verin” dedim. İnsan, plan yapar, işini zamanında bitirir ve ne zaman tatile çıkacağına, çıkmayacağına karar verir. Bunun için izne gerek olamaz. Yetişkin bir insan izin mi ister?

Çalıştığım arkadaşlarıma her zaman “yalan söylemeyin lütfen” dedim. “Bir gün, kız arkadaşınızla, erkek arkadaşınızla dolaşmak için işi kırmak isteyebilirsiniz. Bunun için ailenizden birini falan öldürüp cenaze çıkarmayın ortaya” dedim. İnsan, çalışırken çok bunalabilir ve açık havaya çıkıp, yarım saat nefes almak isteyebilir. Son derece insanca istekler bunlar. “Yapın bunu ve sormayın, sadece haber verin” dedim her zaman.

Her çalıştığım ortamda çok disiplinli ve prensipli oldum. Hatayı gördüğümde her zaman siyah ve beyaz renklerle koydum ortaya sorunları. Bundan dolayı, ya ben veda ettim bazı işlere ya da bana veda ettiler. Ama, kimsenin aklında gri renk kalmadı hiçbir zaman.

Türkiye’ye hiç uygun olmayan bu yönetim modelini suiistimal etmeye kalkan bir kişi çıktı karşıma. O’nu da işten çıkarmak zorunda kaldım.

“Bana itiraz edin” dediğim kişilerin bana “estağfurullah” demesine hep çok kızdım. “Ben herşeyi bildiğini iddia edecek kadar aptal olmamayı öğrendim yöneticilikte, bu özelliğimi de sizin yüzünüzden kaybedemem” cevabını verdim bana “estağfurullah” diyenlere.

Bunlar, iş yaşamından tecrübeler. Fakat, iş yaşamını hiç sevmedim. İnsanın özgürlüklerini çok kısıtlayan bir dünya bu. DuPont’ta öğrendiklerim çok önemli ve çok güzeldi ama aynı şirketin yönetim kurulu üyelerinin aynı anda 105.000 kişiye konuşup “bir şirket demokrasi değildir” dediklerini de gördüm. Avrupa’daki bazı yöneticiler bazı uygulamalara itiraz ediyor ve şirketin Wilmington/Deleware’daki dünya merkezinden gelen talimatları uygulamıyordu. 105.000 kişinin katıldığı böyle bir toplantı bir zorunluluk halini almıştı. Yönetim kurulu başkanının şu sözlerini hiç unutamadım: “bu masa etrafında oturan bu kişilerin yıllık maaşlarının toplamı dünyadaki bazı ülkelerin milli gelirinden daha fazla ve biz bu parayı bu işi yönetmek için alıyoruz.” Çok çarpıcıydı. 1802’de kurulmuş bir şirketti. Çok şey görüyor ve çok şey tecrübe ediyordum.

Şimdi, iş yaşamının bambaşka bir evresindeyim. Yıllar içinde gördüklerimi, yaşadıklarımı yazmak bana fayda sağlıyor. İnsan, bir iç hesaplaşmasına da giriyor yaptıklarını ve yapmadıklarını düşününce. Şimdi, başka bir aşamada başka şekilde çalışmak var. Daha fazla tecrübe aktarmak, daha fazla düşünsel boyuta odaklanmak. Bundan sonrası daha keyifli. Bazı konularda daha dışarıda kalmak, daha fazla özgür olmak istiyor insan. Özgür olmanın getirisi sonsuz.

Yorumlar

  1. Net bir yazı.. kutlarim..

    YanıtlaSil
  2. Harika..Arda bey..Bende 4 yil kadar yabancı bir şirkette çalıştım.. ogretmeligimden önce.. 82 de mezuniyetten sonra doğu tayinleri vardı ve problemler de vardı.. dayım maden prof idi..onunda tavsiyeleri ile Türk philipste satış ve Fin.da görev aldım.. yazdıklarınız ve bayan Tucker ile iş yaşamınız banada müfit beyi hatirllati..anılar gözümün önünden aynısı olarak akıp gitti..oda iş yerinde çok disiplinli ve profesyonel..ama işten çıktıktan sonra..yemek ve eğlencede sınırları alabildiğince kaldiriyordu..anadolunun çeşitli bölgelerinden gelen satış teşkilatındaki arkadaşların ertesi günkü toplantılarda nasıl fırça yediklerini..satış raporlarında dusuklukleri idare ederiz diye opera otelde geç saatlere kadar oturup 10 dk..4 dk..geç gelmelerinin nelere mal olacağını hesapliyanadiklarini ..altlarından araçlarının alındığını.. asansörde bendn yaşça büyük büyük bolgere bakan insanların ağlarken hazin bir şekilde ne kadar kuculduklerine de şahit olmuştum.. bu tecrübelermin eğitim ve öğretim hayatımda çok katkısı oldu..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Anlattıklarınıza benzer şeylere çok şahitlik ettim. Farklı bir iş kültüründe gördüklerimi Türkiye'de yaşayamamanın zorluklarına katlanmak kolay olmadı bana da.

      Sil
  3. Çok değerli detaylar içeren, yöneticilik hakında çok da alışık olmadığımız bilgiler veren ve en önemlisi de yaşanmış tecrübelere dayalı gözlemlerin olduğu bir yazı. Bir arkadaşım sayesinde yazılarınızı takip etmeye başladım.Paylaşım için çok teşekkürler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben teşekkür ederim. Çok alışık olunmayan tecrübeler olduğunun farkında olduğum için yazmak istedim. Hayatım boyunca, kibirden uzak ama tecrübeye ve bilgiye değer veren bir anlayışla çalıştım. Fakat, Türkiye'deki iş kültüründe bu değerlerle yaşamanın zorluklarını tecrübe ettim. Bu anlamda, çok zorlandım. İş hayatına gözlerimi çok farklı bir kültürle açtım. Bu, hem kişisel olarak doğrular yaptığımı düşünmeme neden oldu, hem de Türkiye ortamında büyük zorluklar yaşattı bana.

      Sil
  4. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mali Baskınlık (Fiscal Dominance)

Kamu borcunun yönetimi bir para politikası aracı gibi kullanılabilir mi? Kullanılabileceği yönünde iddiası olan makaleler var. C. Goodhart, R. Sayers, P. Turner ve W.A. Allen gibi iktisatçıların çalışmaları örnekler arasında yer alıyor. Bu sorunun sorulmasına neden olan konu, kamu borcunun yüksekliğinin para politikasını işlemez hale getirdiği bir durumdur. Bu durum, mali baskınlık (fiscal dominance) kavramı altında karşımıza çıkıyor. “Some Unpleasant Monetary Arithmetic” başlıklı Thomas J. Sargent ve Neil Wallace’a ait 1981 yılı makalesi ve Michael Dean Woodford, Eric M. Leeper, Christopher A. Sims gibi isimlerin “The Fiscal Theory of the Price Level” başlığı ile ilintili çalışmaları mali baskınlık kavramının temelinde yer almaktadır. A. Leijonhufvud, ekonominin “belirli limitler” çerçevesinde kendi kendine istikrara dönebildiğini söyler. Büyük Buhran (1929) döneminde belirli limitlerin dışına çıkılmıştır. Büyük Resesyon ile beraber de yine belirli sınırlar aşılmıştır. Bu nedenle, eko

Lascia ch'io Pianga

Alman ve daha sonra İngiliz'dir George Frideric Handel. 1706-1710 yılları arasında İtalya'da yaşar. Floransa, Roma, Napoli ve Venedik'te geçirdiği günlerde İtalyan barok müziğinin Arcangelo Corelli, Alessandro Scarlatti, Domenico Scarlatti, Agostino Steffani gibi önemli temsilcileriyle tanışır. Bu sanatçılarla, İtalyan müziğinin kendi eserlerinde yansımalar bulmasıyla sonuçlanacak etkileşimlerde bulunur. Handel, 1703-1706 yılları arasında Hamburg'ta yaşamıştır. Alman müzik geleneğinin etkisiyle 1705 yılında Almira adlı operasını ilk kez sahneler. 1705'ten sonraki üç yıl içinde üç opera daha besteler ama bu operaların hiçbirine ulaşılamamıştır. Handel'in eserleri, İtalya'ya gidene kadar Alman müzik geleneğinin etkisi altındadır. Dolayısıyla, Almira Alman'dır. 1707 yılında ilk kez sahnelenen Rodrigo, Handel'in ilk İtalyan operası olma özelliğini taşır. Ancak, Rodrigo'daki İtalyan etkisi, Handel'in İtalyan etkisindeki sonraki bestelerine göre

Berlin 1978

Çocukluk yaşlarındaydım ama herşeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter Den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var. Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir. 1968’de, öğrenci iken BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim; tarihe tanıklık edelim. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor babam bizi Berlin’e götürmek için ısrarlı olurken. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve bir kaplumbağa Volkswagen ile Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz. Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli olduğu için, biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyo